Ödev isteyenlere icatlar!...

fara_filli

New member
Katılım
11 Kas 2007
Mesajlar
141
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Ordan burdan işte şuradan...
Daktilo Makinasını Kim İcat Etti?Modern çağın icatlarından biri olan yazı makinesinin tarihi pek genç sayılmaz. 1714 yılında Henry Mili adında bir İngiliz'in kendi icadı olan yazı makinesine patent almak için müracaat da bulunduğuna ilişkin kayıtlar,bu sözümüzü doğrulayan bir belgedir.

Ancak söz konusu makine asla gerçekleştirilmedi. Bunun nedeni de kesinlikle bilinmiyor. Birleşik Amerika'da ilk yazı makinesinin patenti 1829 tarihini taşımaktadır ve William Burt adında birine aittir. O devirde "tipoğrafır" diye isimlendirilen bu makinenin günümüze kadar ulaşmış bir örneği yoktur.

1833 yılında, Progin adında bir Fransız,her harf için bir harf çubuğu olan makineyi icat etti.

On yıl sonra 1843 de, Amerikalı Charles Turber daha değişik bir yazı makinesini yapmayı başardı. Bu makinede harf çubukları pirinç bir tekerleğin kenarında bağlantılıydılar. Tekerlek bir merkez mili üzerinde hareket ediyordu. Böylece, istenilen harfin çubuğu çevriliyor ve alttaki kağıdın üzerine mürekkepli harfi basıyordu.

Söz konusu makinenin çok yavaş çalışması,pratik yararını azaltmaktaydı.

1856 yılında, gelişme yolunda bir adım daha atıldı. Yeni yapılan makinede harf çubukları ortak bir merkez ekseninde dizilmişlerdi. Başka türlü söylemek gerekirse, bugünkü yazı makinelerinde temel olan ilkeden yararlanılmıştı.

Pratik kullanış için uygun ve set halinde yapımına gidilen ilk yazı makinesi,Birleşik Amerikalı üç mucit tarafından gerçekleştirildi. Bunların adları Christopher Sholes.SamuelSoule ve Carlos Glidden'di. 1873 yılında,kendi buluşları olan makineyi daha da geliştirdiler.Kağıt dolgu lastik bir silindirin aralığından yerleştiriliyor mürekkepli şeridin sarılı bulunduğu bir makara dönerek, hareket halindeki şerit ikinci ve boş bir makaraya sarılıyordu.Yukarda isimleri sayılan üç mucit birleşmiş ve bir şirket kurmuşlardı. Üç ortağın makinesine benzer başka bir yazı makinesi,yaklaşık olarak aynı zamanda,Peter Mitterhofer adında bir Alman tarafından yapılmış ve Viyana Politeknik Enstitüsüne satılmıştı. Onu.Mathias Schwalbach adındaki bir teknisyenin icadı olan bir makine izledi.

Sholes.Glidden ve Soule,Densmere adındaki bir avukatın aracılığıyla, buluşlarını New York Eyaletinin büyük bir şehrindeki (Remington ve Oğulları)silah fabrikasına sattılar. Bir süre sonra, üç ortağın buluşu olan yazı makine-sinin seri halinde yapımına başlanmıştı. Piyasaya sürülen makineler istekle kapışıldığı için ilk örnekler sadece büyük harfle yazıyordu. Ertesi yıl model değiştirildi.Yeni model makine daha küçük harflerle yazıyordu. 1877 yılında, silindiri indirip kaldıran mekanizma, küçük harfler, sayılar ve bazı yazı işaretleri de katılarak,makine iyice geliştirildi.



Dikiş Makinasını Kim İcat Etti?Dikiş bütün insanlık için öylesine önemli bir şeydi ki, bu alanda pratik kolaylıklar ve seri yapım sağlayacak bir makinenin icadı kaçınılmaz bir sonuçtu. İşte bu noktada, dikiş makinesinin kimin tarafından icat edildiği sorusu karşımıza çıkmaktadır.

Dikiş makinesinin icadının tarihçesi, gerçekten tam anlamıyla trajiktir. İlk dikiş makinesi Thomas Saint adında bir İngiliz tarafından icat edilmiştir. 1790 yılında, Thomas Saint daha ziyade deri üzerinde çalışmak amacıyla tasarlanmış bir makinenin patentini (buluş ruhsatını) aldı. Fakat hiç kullanılmayan bu makine, mucidine en ufak bir yarar sağlamadı.

Daha sonra 1830 yılında, Barthelemy Thimmonier adındaki yoksul bir Fransız terzisi, modern makinelere daha çok benzeyen bir dikiş makinesi icat etti. Bu makine Fransa'da kullanıldı. Ancak, el dikişiyle geçinen kalabalık topluluklar işlerini kaybetmek korkusuna kapıldılar.Makinelerin yapıldığı atölyeleri bastılar. Yerle bir ettiler. Thimmonier tam bir yoksulluk içinde öldü.

Hemen hemen aynı tarihte, New York'ta Walter Hunt adında bir adam, kan camsı, eğri bir iğneyle çalışan bir dikiş makinesi icat etmişti. Bu iğnenin ucunda bir delik vardı. İpliğin ilmiği bu delikten geçiyordu. Fakat Walter Hunt makinesi için patent almamak hatasını işledi.

Böylece 1851 yılı gelip çattı. New York'un ünlü eğlence merkezi Broadway'deki "Orpheum" Tiyatrosunda yeni sahnelenecek bir operanın kostümleri hazırlanıyordu. Kostümleri hazırlamakla görevli iki dikişçi kız, üzüntünün ağır bastığı bir telaş içindeydiler. Başrolü oynayacak sopranonun kostümü, oyunun başlamasına iki saat kaldığı halde yetiştirilememişti. O esnada, orta boylu, esmer bir adam ilgililerin yanına geldi ve kostümü "yarım saat sonra" getireceğini söyledi. Nitekim bu sözünü gerçekleştirdi de.

Orta boylu, esmer adamın adı İsaac Singer'di. Amerika'ya Hollanda'dan göç etmişti. Mekanik işlere büyük merakı vardı. Önceleri küçük bir atölye açmış, sonra işini genişleterek Boston'da bir fabrika kurmuştu. Halen, elinde kendi tarafından tasarlanıp yapılmış bir dikiş makinesi vardı. İsaac Singer,kendi yapımı dikiş makinesi için patent de almıştı. Fakat Elias Howe adında bir başkası ortaya çıkarak, İsaac Singer'i kendi buluşunu çalmakla suçladı. Avukatı George Bliss'in aracılığıyla büyük bir tazminat istedi.

Böylece açılan mahkeme tam üç yıl sürdü.Sonunda mesele anlaşıldı. Howe'un elindeki makine,on iki yıl önce tanımış olduğu Walter Hunt'a aitti. Walter Hunt,kendi buluşu olan makinenin planını Elias Howe'a vermişti. Daha önce de belirttiğimiz gibi.Hunt'ın makinesi mekikliydi. Oysa İsaac Singer'inki tamamen farklı, geliştirilmiş bir dikiş makinesiydi.

Duruşmalar sonunda,davayı İsaac Singer kazandı. Günümüzde en yaygın ölçüde kullanılan dikiş makineleri de onun adını taşımaktadır.



Fotoğraf Makinasını Kim İcat Etti?Bugün birkaç saniyede poz verip çektiğiniz ,banyosu son derece kolaylıkla yapılan, gerekirse tez zamanda büyültülüp istediğiniz boyutta kopyası elinize verilen fotoğrafın, aslında yüz yıllarca süren deneme ve çalışmaların sonucu olduğuna inanmak gerçekten güçtür. Aslında, fotoğraf makinesi büyük icatların çoğu gibi bir kişi tarafından icat edilmemiştir. Fikrin doğması,uygulanması,gelişimi,değişik kişilerin çalışmaları ve uzun aralıklı dönemlerin sonucudur.

11. ve 16. yüzyıllar arasında, insanlar "karanlık oda" fikriyle ilgili çalışmalar yapmışlardı. Gerçekte kağıt üzerine bir resmin "alınması" söz konusu değildi.

1568 yılında Daniello Barbaro, "karanlık oda" adı verilen cihaza bir mercek ekledi. İlkel bir objektif niteliğindeki merceğin açılışı, görüntünün daha kesin olabilmesi için değişebiliyordu. 1802 yılında, Thomas Wedgwood ve Sör Humphrey Davy, ışığa karşı duyarlı bir maddeyle kaplı kağıt üzerine, kontak baskı yoluyla siluet ve görüntüler tespitine muvaffak oldular. Fakat baskı ömürlü değildi.

1816 yılında, Joseph Niepce,bir mücevher kutusu ve bir mikroskoptan alınmış mercekle ilkel bir fotoğraf makinesi yapmayı başardı. Negatif bir görüntüyü tespit etti. William Talbot adındaki İngiliz, 1835 yılında,negatiften alınma ilk pozitif baskıyı yaptı. Görüntünün ömürlü (devamlı) olması sağlanabilmişti.

l839’da,Louis Daguerre,gümüş plak üzerine görüntü aldı. Aynı çıkış noktasından temellenen çalışmalar birbirini izledi. Başlangıçta ağır adımlı gelişmeler bir sonrakine zincirlendi.

En sonunda,1888 yılında,kutu fotoğraf makinesi piyasaya sürüldü. Bu makine,Kodak sistemini kullanan (Eastman Dry Plate and Film Company-Eastman Kuru Plak ve Film Şirketi) tarafından geliştirildi. Söz konusu makine, 100 pozluk filmle dolu olarak satıldı. Çekimden sonra, makine ve film Rochester'e gönderiliyor,burada film almıyor,banyo işlemi yapılıyor, makineye tekrar film doldurularak sahibine iade ediliyordu.





Helikopteri Kim İcat Etti?Basit ve kısa tanımlamayla ,helikopter döner kanatları olan, dikine havalanabilen ve havada belirli bir noktada hareketsiz kalabilen bir uçaktır. Ayrıca yan yan ve geriye doğru da uçabilir.

Aslında yakın tarihlerde icat edilmiş olmasına rağmen,bu tür bir uçakla ilgili fikirlerin geçmişi hayli eski zamanlara kadar uzanmaktadır. Nitekim 16. yüz yılda, Venedikli büyük sanatçı-bilim adamı Leonarda da Vinci helikopterin temel ilkeleri konusunda ciddi çalışmalar yapmıştır. Fakat 16. yüzyıl teknolojisinin yetersizliği, ne yazık ki onun fikir ve tasarılarının gerçekleşmesine imkan vermemişti.

18. yüzyılda Paucton, adale gücüyle çalıştırılan ilkel bir uçak taslağı üzerinde uğraştı. Onu izleyen Launoy,güç kaynağı olarak yaylı bir iticiden yararlanmayı düşündü.

Sonraki yüzyılın bitimine yakın,Sör George Cayley adında ki bir İngiliz, aynı esasa dayanan güç kaynağım daha geliştirdi. Deneme yaptığı model,yerden 30 metreye kadar yükselebildi. Ayrıca,buhar gücüyle çalışan başka bir modeli de tasarlıyordu.

l9.yüzyılda,birçok mucitler buhar gücünden yararlanmayı düşündüler. Mortimer Nelson adında Amerikalı bir bilim adamı, dörder bıçaklı iki rotor taşıyan bir uçak tasarısını gerçekleştirdi. Bu modelde,ileriye doğru,öne hareketi sağlayan bir pervane de burna oturtulmuştu. Gövdenin üzerinde, uçağın düşmesi halinde açılıp paraşüt görevini yapacak bir kumaş kaplıydı. Nelson, sanki kristal bir küreye bakarak gelecekteki paraşütü görmüştü.

Thomas Edison da bu konuya ciddi bir ilgiyle eğildi. Helikopterde elektrik gücünden yararlanmayı düşünüyordu.20 yüzyılın başında, Maurice Leger, Monaco'da iki pervaneli bir helikopter yaptıysa da,bu helikopter havalanamayıp yerde kaldı.

1907 yılında,Fransız Breguet,300 kiloyu geçen dikdörtgen biçimli bir helikopterle 4,5 metre yükseklikte 20-22 metre kadar uçtu.

Avrupa ve Amerika'da yapılan sayısız nice helikopter modeli, pratik olarak en ufak bir değer taşımamalarına rağmen, deneysel yönden hayli yararlı oldular. Bu sıralarda Rusya'da İgor Sikorsky adında bir genç gerçek anlamıyla helikopter yapmanın ve bunu uçurabilmenin rüyasını kuruyordu.1908 yılında, babasını ikna ederek Paris'e gitti. Orada,bu konuya ilişkin olarak bilmediği şeyleri öğrenmek için zorlu bir çabaya çirişti. Rusya'ya dönünce, yerden havalanamayan bir helikopter yaptı. Bundan sonra yaptığı ikinci model havalandı ama, pilotsuz olarak. Sikorsky rüyasından vazgeçti ve sabit kanatlı uçak alanında çalışmalara koyuldu. 1917 yılında Rus Devrimi olduğu zaman, ülkesinin ünlü bir uçak mühendisiydi ve henüz 27 yaşındaydı.

1918'de Rusya'yı terk etti. Bir yıl sonra tamamen meteliksiz ve tek tanıdığı olmaksızın New York'taydı.

Aralarında ünlü piyanist Sergei Rachmaninoff da bulunan bazı Rus göçmenleri,para yönünden onu desteklediler.Connecticutda Stratford'da yerleşip işe başlamasına yetecek kadar sermaye sağladılar.

Sikorsky S-29'larını böylelikle gerçekleştirebildi. Pan Amerikan Havayollarının Atlantik ve Pasifik Okyanusları aşırı seferler için kullandığı dört motorlu Flying Clippers (Uçan Tekneler)de.Sikorsky'nin daha sonraki çalışmalarının ürünüdür.

Bu tür çalışmalarına rağmen, Sikorsky helikopter yapmak rüyasını tam anlamıyla terk etmemişti.Gerçekten başarılı büyük uçak projelerini gerçekleştirdiği yıllar boyunca, bir yandan da helikopter konusunda çalışıyordu. En sonunda,onun için asıl güçlü sorun olan şeyin cevabını, çözüm yolunu buldu. Bu sorun,büyük rotor tarafından meydana getirilen kıvrılma etkisiydi. Bu tür uçağın kapaklanması durumu söz konusuydu. Sikorsky, yaptığı yeni modelin kuyruğuna enlemesine bir pervane yerleştirdi.

Bu pervane,ana rotorun yarattığının tersine bir etki sağlıyordu.

Öteki genç mucitler de Sikorsky'i izlediler.Stanley Hiller, henüz yirmi yaşına varmadan,ünlü Hiller-Copter'in tasarısını ortaya koydu. Arthur Young,daha lisedeyken,başarılı Bell helikopterinin gerçekleştirilmesi yolunda denemeler yapıyordu.

Ağır helikopterler iki türdür: sabit kanatlı ve döner kanatlı. Döner kanatlıların biri de Autogiro olup, modern helikopterin gelişmesi bakımından büyük ölçüde etki göstermiştir.







Mikroskobu Kim İcat Etti?"Mikroskop" deyimi, Yunanca "mikro" ve "skop" kelimelerinden meydana gelmiş bileşik bir kelimedir."Mikro-küçük" "skop"ise "bakıcı,gözleyici” anlamına gelir.Deyimi bütünüyle ele aldığımız zaman, "küçük şeylere bakıcı/ küçük şeyleri gören" anlamı ortaya çıkacaktır. Gerçekten de,bir mikroskop,gözle (çıplak gözle) görülemeyecek kadar küçük şeylerin gözlenip incelenmesi,görülebilmesi amacıyla kullanılır.

Normal olarak, herhangi bir obje (nesne/cisim)göze yaklaştıkça, yakın getirildikçe büyür. Fakat 25-30 santimden fazla yaklaştığında artık netliğini kaybetmeğe başlar.Buna" odak dışı" olma denilir. Gözle aynı obje arasına basit bir yakınsak (içbükey)mercek yerleştirildiği zaman, obje 25-30 santimden daha yakına getirilebilir ve hala "odakta" dır.

Basit bir örnek olarak "büyülteç"i gösterebiliriz.Sıradan "büyülteç"ler, aslında "basit mikroskop" lar olarak kabul edilmelidir. Çok eski zamanlardan beri de bu amaçla kullanılagelmiştir.

Ancak, konumuza başlık olan "mikroskobun keşfi",daha karışık yapıdaki modern mikroskopla ilgilidir.

Bu tür mikroskopda, "büyültme" iki aşamalıdır. "Objektü" diye isimlendirilen mercek,primer (ilk) büyültülmüş görüntüyü verir. Bir de gözle bakılan ve "okular" adı verilen mercek vardır ki, ilk görüntüyü büyültür. Gerçekte, gerek objektif ve gerekse gözle bakılan kısım,birkaç mercekten meydana gelen "mercek gurupları" niteliğindedir.

Sözü edilen mikroskop 1590 ile 1610 yılları arasında keşfedilmiştir. Bunu bulan kesin olarak bilinmemekle beraber, bazı kaynaklar Galileo (Galile)'yi öne sürmektedirler. Bazı kimselere göre de, "mikroskobun babası" Leeuwenhoek adındaki Hollandalı bir bilim adamıdır. Ancak, bu şahıs mikroskobu keşfetmemiş, fakat mikroskopla bir çok keşiflerde bulunmuştur.

Nitekim, pire, bit ve benzeri daha nice küçük yaratığın "yumurtadan geldiği"ni bulan Leemvenhoek'dur.Hayatmprotozoa ve bakteri gibi mikroskobik (çok küçük) formlarını ilk gören de gene bu Hollandalıdır. Leeuwenhoek, kendi mikroskobuyla bütün olarak "kan dolaşımı" nı ilk kez gözlemiştir.

Günümüzde, mikroskobun bilim ve endüstri alanında insan için taşıdığı önem kelimelerle anlatılamayacak ölçüde büyüktür.





Otomobili Kim İcat Etti?Bu konuda ilk söylenmesi gereken,otomobilin icadının başka icatlara benzemediğidir. Bu farklılık, belirli bir kimsenin çıkıp da "otomobili tek başıma ben icat ettim" diyemeyeceğinden doğmaktadır. Otomobilin başlangıcından bugünkü mükemmel,gelişmiş durumuna ulaşabilmesi, değişik kişilerin fikirleri ve aşamalarla gerçekleşmiştir.

Başlangıç olarak, 1769 yılında Nicholas Cugnot adındaki soylu bir Fransız'ın çalışmalarını esas alabiliriz. Bir makineyle kendiliğinden çalışan (yani insan gücünün uygulanmasına gerek göstermeyen) ilk kara taşıt aracı,söz konusu kimse tarafından tasarlanmıştı. Cugnot,tasarısını üç tekerlekli ,çok büyük bir buhar kazanından sağlanan güçle çalışan buhar makineli bir araba şeklinde gerçekleştirdi. Bu vasıta saatte yaklaşık olarak 4. 5 kilometre yol alabiliyordu. Her 20 kilometrede bir kazanın doldurulması gerekiyordu.

1789 yılında, Oliver Evans adında bir Amerikalı, kendiliğinden hareketli ilk taşıt aracı için ilk Birleşik Amerika patentini aldı. Bu araç dört tekerlekliydi. Arka tarafındaki pedallı tekerlekler, hem karada hem de suda hareket edebilmesini sağlıyordu. Ağırlığı ise 21 tondu.

Bunu izleyen 80 yıl boyunca, başka mucitler de aynı doğrultudaki çalışmalarını sürdürdüler. Gerçekleştirilen tasarıların çoğu buharlıydı. Ayrıca birkaç tane de elektrikle çalışan model yapılmıştı. Bunlarda büyük akümülatörler vardı.

Daha sonra, 1880 yılında, otomobilin bugünkü halini almasında esas olan iki icat ortaya kondu. Söz konusu icatlardan biri içten patlamalı motordu. Öteki icat ise pnömatik, ya da havayla dolu tekerlekti.

Benzinle çalışan ilk otomobil,1887 yılında Gottlieb Daimler adındaki bir Alman tarafından yola sürüldü. Birleşik Amerika'da, Frank ve Charles Duryea adında iki kardeş 1892 ve 1893 yıllarında benzinle çalışan Amerikan otomobillerini yaptılar. İki kardeşin yaptıkları otomobiller "atsız araba" diye isimlendirilmişti. Gerçekte, bunları izleyen bütün ilk dönem Amerikan otomobilleri hemen hemen birbirinin benzeriydi. Kimse tamamen farklı bir modelde otomobil tasarlamak gereğini duymamıştı. Bütün yaptıkları, değişik zaman aralarıyla bir transmisyon kayışı eklemek veya arka tekerleklere hareket sağlayıcı zincir düzeni uygulamaktı. Ancak sağlamlık ve rahatlıklarına da dikkat gösterilmesi sonucu, otomobiller daha güvenilir taşıt aracı olmak, daha iyi yol yapabilmek niteliklerini kazandılar.

Çok geçmeden, bir zamanların "atsız arabaları"nın zayıf, dayanıksız yapılarının otomobiller için uygun düşmediği anlaşıldı. Yavaş yavaş, bugün bildiğimiz otomobil modellerine yaklaşan örnekler görülmeğe başladı. Motor oturacak yerin altından ön tarafa alındı. Dayanıklı, sağlam lastik tekerlekler gerçekleştirildi. En sonunda, daha kuvvetli iskelet yapı için, çelik kullanıldı. Böylece,bir zamanların büyük rüyası-modern-otomobil bir gerçek oldu



Televizonu Kim İcat Etti?Hepinizin bildiği gibi,televizyon gerçekten karmaşık, hayli çapraşık bir cihazdır. Çalışmasındaki temel ilkeler de aynı ölçüde çapraşık sayılır. Bu tür çapraşık ilkelerin geliştirilmesinde, başlangıç noktasından bugüne ulaşmasında çok sayıda kişinin payının olacağı tartışma kabul etmez bir gerçektir. Başka türlü söylemek gerekirse, televizyon bir tek kişi tarafından "icat edilmiş" değildir.

Televizyona ulaşan olaylar ve olgular dizisi, 1817 yılında Jons Berzelius adında bir İsveçlinin,kimyasal bir eleman olan "selenyum"u bulmasıyla başlamıştır. Daha sonra, selenyumun "fotoelektrikiyet" diye tanımlanan bir niteliğe sahip olduğu anlaşıldı.

1875 yılında G. R. Carey adındaki bir Amerikalı,fotoelektrik hücrelerini kullanarak, kabaca, taslakla Ündeki ilk televizyon sistemini meydana getirdi. Bir sahne, bir görünüm veya herhangi bir obje,bir mercek gurubuyla, bir sıra fotoelektrik hücresinin dışında odaklanıyordu. Her hücre, bir ampule geçireceği elektrik miktarını kontrol etmekteydi. Sahnenin ya da objenin (konu olarak alınan nesnenin, cismin) kabaca çizgileri,fotoelektrik hücrelerinin üzerine düşüyor,sonra ampuller dizisinin ışığında görülüyordu.

Bundan sonraki adım araştırma diskinin icadı oldu. Söz konusu disk, 1884 yılında Paul Nipkow tarafından icat edildi. Bu,fotoelektrik hücrelerinin önünde dönen delikli bir diskti. Bir başka disk de, gözleyen kimsenin önünde dönmekteydi. Fakat uygulanan ilke Carey'inkiyle aynıydı.

1923 de İngiltere'de Baird ve Amerika'da Jenkins'in çalışmalarıyla, pratik olarak resimlerin tellerle iletilmesi gerçekleştirildi. Sonra televizyon kameralarının (alıcı makinelerinin geliştirilmesinde büyük adımlar atıldı.

Vladimir Zworykin ve Philo Farnsworth, ayrı birer tip kamerayı geliştirdiler. Bunlardan biri "Inkonoskop", öteki ise "görüntü ayrıştıran" diye tanımlandı. 1945 yılında , her iki makinenin pikap lambasının yerini " görüntü orthikon " diye tanımlanan bir eleman aldı. Günümüzün modern televizyon setlerinde "kineskop" adıyla bilinen bir resim lambası kullanılır.

Aslında, pek tabii olarak, bütün bunlar televizyonun "kim tarafından icat edildiğini" belirtmeyip, kimlerin yardımı, çalışmaları ve katkısıyla bugünkü halini aldığını genel bir fikir halinde açıklamaktadır.







Termometreyi Kim İcat Etti?Mevsimine göre,evinizde veya dışarıda soğuğun, ya da sıcağın kaç derece olduğunu öğrenmek için kim bilir kaç kez termometreye bakmışsınızdır.

Herkesin bildiği gibi, termometrenin görevi ısıyı ölçmektir. Başka türlü söylemek gerekirse,soğuğun veya sıcağın ne kadar olduğunu (kaç dereceyi bulduğunu) göstermektir. Termometre kelimesi,"ısı" anlamına "thermo" ve "ölçü" karşılığı "meter metre" kelimelerinden meydana gelmiştir. Yani bileşik bir kelimedir.

Bir termometrenin yapı ve görevindeki esas,aynı ısıda, daima aynı dereceyi göstermesidir. Bu alandaki ilk çalışmalar da,Kristof Kolomb'un Amerika’yı keşfinden 100 yıl sonra, 1592 yılında Galileo (Galile) adındaki bilgin tarafından yapılmıştır. Galile,gerçekte bir "hava termoskopu" diye tanımlanması gereken bir tür termometrenin yapımını tasarlamış ve bunu başarıyla gerçekleştirmiştir. Galile'nin yaptığı termoskop (ısı gösterici),bir ucunda oyuk bir ampulcük bulunan cam bir tüptü. Dar bir boru görünüşündeki cam tüpün içinde hava vardı. Tüp ve ampulcük,içindeki havanın genleşmesi için ısıtılıyordu. Sonra açık olan uç, su gibi bir sıvının içine sokuluyordu.

Tüpteki hava soğuyunca hacmi büzüşüyor, küçülüyor ve onun yerine, açık uçtan giren su yükseliyordu.Kısacası, ısı değişikliği tüpün içindeki sıvının (suyun) yükselip alçalmasıyla fark ediliyordu. Ancak, burada sadece havanın genleşip büzülüşü sayesinde ısı değişiklikleri görülüyor,fakat ısının ölçülmesi mümkün olmuyordu. Gene de,ısı değişimlerinin atmosfer basıncıyla ilişkisi esası ortaya çıkarılmıştı.

Günümüzde kullanılan modern termometrelerde,ısıyı ölçmek için,hava değişimlerine göre genleşip büzülen bir sıvı kullanılır. Söz konusu sıvı,ince cam boruya titiz bir dikkatle bağlantılı camdan ve çok küçük bir yuvarlağın içindedir. Yüksek ısıyla (sıcakla),sıvı genleşir. Cam boruda yükselir. Alçak ısıyla (soğukla), büzüşür, aşağı doğru çekilir. Cam borunun üstündeki taksimetre (dereceleme),bize ısının ne olduğunu belirtir.



İlk Deniz Fenerini Kim İcat Etti?Herhangi bir trafik işaretinin olmadığı ,tehlikeli noktaları ,geçitleri,dönemeçleri, yakın şehirleri ve kasabaları, demiryolu geçitlerini,toprak kaymalarını işaret eden levhaların bulunmadığı bir karayolu düşünebilir misiniz?

Karayollarında bu tür uyarıcı, rehberlik edici işaretlerin var olmasının gerektiği gibi denizdeki vasıtalara yol gösterecek, tehlikeleri belirtecek bir deniz fenerinin varlığı da şarttır.Deniz fenerinin ışığı, denizcilere limanın girişini aydınlatır.Denizde bulundukları yeri,yakın sahilin durumunu belirtir. Onları, kayalıklar, sığ geçitler ve benzeri tehlikelere karşı uyarır.

İlk deniz fenerleri,üzerinde metal(maden) kaplar içinde alev saçan odunların ,kömür ateşlerinin yandığı alçak kulelerdi. Büyük bir ihtimalle,insanların gemiyle denize açıldığı çok eski zamanlarda bile vardı.Kesin bir tarih belirtmek gerekirse, bunların ilk olarak ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Fakat M. Ö. 7. yüzyılda, Çanakkale Boğazında o zamanki adıyla Sigeum Burnu'nda ünlü bir deniz fenerinin varlığını tarih belgeleri kaydetmektedir.

Eski zamanların en ünlü deniz feneri,Mısır'da İskenderiye'deki mermer yapılı fenerdi. Üzerinde kurulmuş olduğu küçük adanın, FarosHin adını taşıyordu. Yaklaşık olarak l. 000. 000 dolara çıkmıştı (14. 000. 000 Türk lirası). Dünya tarihindeki 7 harikadan biri olarak bilinir. M. Ö. 3. yüzyıldan beri,parlak ve çok uzaklardan görülebilen ışığıyla İskenderiye'ye , gemilere kılavuzluk etmiştir.

Eski Romalılar da ünlü denizfenerleri kurmuşlardı. Bunlardan biri, Fransa'da Boulogne sahillerindedir. 17. yüzyılda hâlâ kullanılıyordu. Ancak, o çağda yapılan denizfenerlerinin, günümüzdekilerle kıyaslanamayacağını özellikle belirtmeliyiz. O devrin denizfenerleri, şimdikilere oranla daha küçüktü.Kuru ve sağlam toprak üzerinde kurulacak bir denizfeneri, kolaylıkla gerçekleştirilebilir. Fazla paraya mal olmaz. Fakat dev dalgaların çarptığı kayalıklarda veya sığ kumsallarda , anaforlu çevrelerde denizfeneri kurulması işi son derece güç ve masraflıdır. Denizfenerlerinin kulesi sağlam taştan, taş-beton karışımından olabilir. Bu konuda en güvenilir malzeme işlemesi çok güç olan granittir. Modern denizfenerlerinin kule yapısında, döküm demir-çelik karışımından da yararlanılmaktadır.





Kalemi Kim İcat Etti?"Yazı" dediğimiz şey, uygarlığın gelişmesi ve yayılması bakımından en önemli rol oynamış unsurlardan biri, belki de birincisidir. İnsanın düşüncelerini ve yaptığı işleri, denemeleri, çalışmalarının sonuçlarını, belirli konulardaki başarı ve başarısızlıklarını kaydedebilmesi,yazı sayesinde mümkün olmuştur. Fakat bildiğimiz anlamda gerçek kalemin yapılmasından önce de "yazı" yazmak için kullanılan bazı gereçler vardı.

Örneğin, taş devri insanı yaşadığı mağaranın duvarlarına karıdığı ilkel resimlerle,kendi çağına ilişkin bazı kayıtların günümüze kadar ulaşabilmesini sağlamıştır. İlkel insanın, parmaklarını bir takım bitkilerin renkli özsuyuna veya avladığı hayvanların kanına batırarak, boya, mürekkep yerine bundan yararlandığı bilinmektedir. Daha sonraları, renkli, katı toprak parçalarından, tebeşirden yararlanmıştı. Çinliler ,yazıdan ziyade resim figürü niteliğindeki harflerini, deve tüyünden fırçalarla çiziktirirlerdi.

Büyük bir ihtimalle,bildiğimiz anlamda ilk gerçek kalem Mısırlılar tarafından yapılmıştır. Eski mısırlılar,oyuk bir ince çubuğa bir bakır parçasını bağlıyorlardı. Bu ilkel kalemi,hokkaya batırılarak kullanılan eski tarz mürekkepli kaleme benzetebiliriz. Yunanlılar tarafından kaleme alınan ilk el yazısı 4000 yıl önceye aittir. Yunanlılar,bu iş için maden,kemik veya fildişinden yapılmış bir kalem kullanıyorlardı.Kağıt yerine de bal tohumuyla kaplı tabletlerden (fırınlanmış, düz yüzeyli toprak levhalardan,) yararlanmaktaydılar.

Daha sonraları, ince bir tüpü andıran, oyuk ve özel olarak yarık yapılmış kamış kullanıldı. İlkel bir mürekkebe batırdıkları bu kalemle papirüs üzerine yazılar yazılıyordu.

Orta Çağda kağıdın kullanılmaya başlamasıyla, kaz,kuğu ya da karga kanadı tüylerinden kalemler yapıldı. Bu tür kalemin ucu sivri ve yarıktı. Zaten İngilizce kalem kelimesinin karşılığı "pen", Latince "tüy" anlamına "penna" kelimesinden türemiştir.

Çelik uçlu kalemin kullanılmasına İngiltere'de 1780 yılında başlandı Fakat bu kalemin yaygın ölçüde kullanılması için 40 yıllık bir sürenin geçmesi gerekti. Modern yazı gereci olan dolmakalem, ilk olarak 1880 yıllarında, Birleşik Amerika'da yapıldı. Dolmakalemin ucu, genellikle 14 ayar altından yapılıyordu. Ucun sivri noktası da,osmiridyum veya iridyum'la sertleştiriliyordu.





Matbaayı Kim İcat Etti?Tarih kaynakları, M. Ö. 5. yüzyılda Yunanistan'da,daha sonra Roma ve Doğu uygarlıklarında kitapçılığın bilindiğini belirtmektedirler. Bu kitaplar,bir kişi metni okurken çok sayıda kölenin elle yazarak ayrı ayrı nüshalar hazırlaması şeklinde çoğaltılıyordu. Yazma kitapların en eski tarihlisi ve eski Mısır mezarlarında bulunan, cenaze törenlerine ilişkin yazıların yazıldığı papirüs M. Ö. 4. yüzyıla kadar kullanılmış, daha sonraları bunun yerini parşömen almıştır. Manastırlarda yaygın ölçüde kullanılan parşömen çok pahalıydı. Parşömen üzerine yazılmış kitaplar daha da pahalıya satılıyor, bunlardan ancak rahipler ve varlıklı kişiler yararlanıyorlardı.

10. yüzyılda, Çinliler tahtaya oyulmuş resim ve yazıları ipeğe basarak çoğaltma tekniğini uyguladılar. Sonraları kalıp olarak pişirilmiş kil tabakaları kullanıldı.Dünya tarihinde ilk gazete, 12. yüzyılda Pekin'de ipek üzerine basılan bir gazeteydi. Buna karşılık, Avrupalılar daha geri kalmış durumdaydılar. Elle yazarak çoğaltma tekniği 15. yüzyıla kadar devam etti. Okuma yazma bilenlerin artması, yeni buluşlar, feodal baskıların yer yer gevşeyip çözülmesi ve insanların dünyaya bakışlarında,dünya görüşlerinde daha geniş ufuklar açılması, kitap okuyanların, okumak isteyenlerin de çoğalmasına sebep oldu.

Almanya'nın Mainz şehrinde dökümcülük yapan Gutenberg, 1438 yılında iki Almanla bir basın işleri ortaklığı kurduğunda yukarda belirtilen gerçeğin farkındaydı. En büyük emeli basım işini daha kolay ve daha ucuz yapacak bir tasarıyı gerçekleştirmekti. Aklını bu doğrultuda çalıştırırken, Çinlilerin çok eskiden beri tek tek harflerle yazı dizdiklerini bilmiyordu. Çalışmalarını gitgide yoğunlaştırarak, ortaklık ettiği iki Almanla bir baskı makinesi yapmayı başardı. Önce yazı dizimi için demirden harfler dökmüştü. Demir harfler parşömeni ezip deldiler. Bunun üzerine kurşun dökümlü harfler hazırladı. Aslında tahtadan bir pres olan baskı makinesinde ilk baskıyı yaptı. 1444 yılında bir basımevi kurdu. 1446da Latince dilbilgisi konulu ilk kitabı bastı, yayınladı. İlk baskı makinesi saatte ancak 60 tabaka kağıda baskı yapabiliyordu. Latince dilbilgisi kitabının ardından, bir takvim, bir de şiir kitabı bastı. Ancak Gutenberg'in cadı başlangıçta hakkı olan ilgiyle karşılanmadı. Altı yıl süren bir çalışma sonucu 1282 sayfalık İncil'in satışı,borçlarını karşılamağa bile yetmemişti.Bu borçlar dolayısıyla,baskı makinesi ve harf kalıplarına haciz kondu. Gutenberg yılmamıştı. Birkaç yıllık bir çalışmadan sonra daha küçük bir makine yaptı ama, gene başarı sağlayamadı. İcadı tam anlamıyla değerlendirilmediği için bütün ömrünü sıkıntıyla geçirdi.

Gutenberg'in hayatının son yıllarında, Hollanda, Almanya ve Fransa'da yeni baskı makineleri yapıldı. Tez zamanda matbaacılık Avrupa'ya yayıldı. Tahta baskı makinesi 18. yüzyıla kadar kullanıldı ve bu yüzyıl içinde, bir Fransız demirden baskı makinesi yapımını gerçekleştirdi. Makinenin baskı hızı da artmıştı. Artık saatte 200 tabaka kağıt basıyordu.

Kazanç sağlayamasa bile Gutenberg'in büyük amacı gerçekleşmiş, insanlık için çok değerli buluşu yaygın ölçüde kullanılmaya başlamıştı.








Saati Kim İcat Etti?Saatin insan hayatındaki büyük rolü herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Kolumuzda, cebimizde taşıdığımız, masamızın üzerinde bulunan,ya da duvarda asılı saat sayesinde, günün hangi zamanında bulunduğunuzu kestirir ,belirli zamanlarda yapılması gereken şeyler için davranışımızı böylece ayarlarız. Saatin bir başka görevi de,belirli iki olgu arasındaki zaman çizgisini (yani geçen zamanı) tayin etmektir.

Taş devrindeki insanlar için zaman ölçüleri gayet basitti. Güneşin doğuşu ve batışı,yıldızların gökyüzünde belirip kaybolmaları, onların ilkel hayatındaki zaman ölçümü için yeterliydi. Topluluklar yerleşik bir karakter alınca, yani belirli bir çevrede yerleşince, ilkel yöntemlerle de olsa tarıma başlayınca, zaman ölçümü daha büyük bir değer kazandı. Ekilen tohumların belirli zamanlarda sulanması, hayvanların düzenli zaman aralarıyla beslenmesi ve bunlar gibi zamanla bağıntılı daha başka bazı şeyler sözkonusuydu.

İlk insanlar,bu bakımdan "güneş saati"nden yararlandılar. Toprağa dikilen uzun bir çubuk en basit güneş saatiydi.Çubuğun toprağa düşen gölgesinin uzunluk veya kısalığıyla zaman ölçülüyordu. Çubuğun gölgesi güneşin gökyüzündeki durumuna göre uzalıp kısalacağından,bu en ilkel saat "güneş saati" diye tanımlanmıştır. Sonra soma "güneş saati" daha geliştirildi. Taştan ya da tahtadan uzun sütunların kullanılmasına başlandı. Bu sütunların üzerinde veya çevresinde çizgilerle işaretlemeler yapılmıştı. Gölgenin düştüğü her çizgi belirli bir zamanı ifade ediyordu.

Geliştirilmiş ve titiz ayrıntıları olan güneş saati,Hristiyanlık döneminden yaklaşık olarak 1000 yıl önce Babil'liler tarafından kullanılıyordu. O çağ insanlarının "60" sayısından temellenen "altılı" bir sayı sistemleri vardı. Sonradan eski Mısır'da, Yunanistan ve Roma'da da aynı sayı sistemi geçerli olmuştur. Çağdaş astronomide ve günü 12 ya da 24 saate bölmemizde hala bu sistemin etkisinden izler vardır.Geliştirilmiş güneş saati büyük ölçüde yararlı oluyordu ama,geceleri ve bulutlu havalarda işe yaramıyordu. Bu sakıncayı farkeden insanlar,zamanı daha kapsamlı verebilecek bir gereç (alet) düşündüler. Böylece "su saati" icat edildi. Zamanımızdan 4500-5000 yıl önce, Çin'de, Mısır'da ve Mezopotamya'da bu saatten yararlanılıyordu. Su saatleri çeşit çeşitti.En çok kullanılan tip, tam bir günde yani 24 saatte boşalan büyükbir su kabından ibaretti. Alttaki bir delikten yavaş yavaş akan suyun seviyesi için,kabın içinde çizgilerle işaretlemeler yapılmıştı. Her çizgi belirli bir "birim zaman"ı ifade ediyordu. Suyun seviyesi bu çizgilerden birine varınca, saatin başındaki görevli bağırarak durumu bildirir,yani saatin kaç olduğunu söylerdi.

Çinliler bir kaptan başka bir kaba akan.biriboşalınca öteki kabı dolduran suyla zamanın belirlendiği daha değişik bir "su saati" kullanıyorlardı. Eski Yunanlılar ve Romalılar, su saatlerinin daha da geliştirilmiş tiplerini yaptılar.

İskenderiye şehrindeki Yunanlı bir saatçi, tarihte ilk kez silindirler ve çarklarla kendi kendine çalışan bir su saatini gerçekleştirdi. Bu arada insanın bilgisi artmış, görüş ufukları daha genişlemişti. Zamanı ayrıntılarıyla bilmek gereğini duymuştu. Bunun için "kum saati,"ni tasarladı ve bu için irisini uyguladı. Kum saati, Ortadan çok dar bir boğazla birbirine bağlantılı, biçimi ve hacmi eşit iki ayrı bölmeden meydana gelmiş cam bir kaptı. Bölmelerden üstteki çok ince kumla doluydu. Buradaki ince kum dar bağlantı boğazdan akar ve varım saat içinde aşağıdaki bölmeyi doldururdu. Sonraları, cam bölmeler çizgilerle işaretlendi. Çeyrek saatler, hatta daha küçük zaman parçalarının belirlenmesi yoluna gidildi.

Su ve kum saatlerine yandaş olarak, bazı çevrelerde belirli zaman çizgileriyle işaretlenmiş çok uzun mumlar da kullanılıyordu. Yanıp eriyen mumun ulaştığı çizgi, bu arada ne kadar zaman geçtiğini belirtmekteydi.

M. S. 1000 yılında, Papa II. Silvester batıda ilk rakkaslı saati yaptı. Önceleri rakkaslı saatlerin çarkları,kadranları pratik bakımdan güçlükler çıkaracak ölçüde büyüktü. Sonradan bu sakıncalar giderildi. Rakkaslı saatler daha mükemmelleştirildi. 1232 yılında, Mısır Sultanı Almanların İmparatoru II. Frederick'e "horologium" diye tanımlanan bir saat gönderdi. Bu saat sarkaç yerine asılı bazı ağırlıklar ve çarklarla çalışıyordu. Gerçek anlamda ilk "çarklı saat'in bu olduğu söylenebilir. Aradan geçen zamanla, Württemberg'li Henry De Wieck adında bir Alman çarklı saati daha geliştirdi. 1364 yılında, Fransa Kralı V. Charles,De Wieck'i Paris'e çağırdı ve kraliyet sarayının kulelerinden birine bir saat yapmasını istedi. 8 yıl çalışan De Wieck, şimdi "Adalet Sarayı" diye bilinen yapının kulelerinden birinde bu saati yaptı.Sözkonusu saat 1850 yılının sonlarına kadar çalıştı. Bu saatin makine aksamı yaklaşık olarak 300 kiloydu.



Mekanik Saat Mum Saati

1509 yılında, Nürenberg'li Alman saatçi Peter Henlein, madeni parçalardan ilk cep saatini yaptı. Henlein,çelik yay yerine domuz kılı kullanmıştı. Bu ilk cep saati "Nürenberg Yumurtası" diye tanımlanır. 1583 yılında, Galileo (Galile), "pandelum" diye tammlanan gerçek ve bilimsel ilkelerle çalışan rakkası keşfetti. Galileo,bir ipe bağlı ağırlıkların yani sarkaçların büyüklüğü ne olursa olsun, ipin uzunluğu değişmedikçe aynı süre içinde sallantılarını tamamladıklarını ortaya koymuştu. Böylece, rakkasın bir salıntısı bir saniyede tamamlanan rakkaslı saatlerin yapımı gerçekleştirildi. 1728 yılında, İngiliz John Harrison ilk kronometreyi yaptı.

Güneş saatinden başlayarak belirli bir doğrultuda süregelen çalışmalar, modern saatçiliğin çıkış noktasına ulaşmıştı.









Bisikleti Kim İcat Etti?Bisikleti tarihin en eski devirlerindeki ilkel örneklerine kadar izleyecek olursak,belki de binlerce yıl önceye, eski Mısırlılar zamanına dönmemiz gerekecektir. Eski Mısırlıların iki tekerlekli ilkel bir taşıt aracı yapmış olduğu tarih kaynaklarında belirtilmiştir. Aynı kaynaklara göre,bu araç binen kimsenin ayaklarıyla harekete geçiriliyordu.

Ancak bildiğimiz anlamda bisikletin başlangıç tarihi 1817 yılı olarak kabul edilebilir. Bu tarihte Baron von Drais adında bir Alman,kendi adından esinlenerek "drazin" adını verdiği bir makine yapmıştı. Drazin'in iki tekerleği tahtadan bir çubukla bağlantılıydı. Makineye binen kimse ağırlığının bir kısmını önündeki tahta bir dayanağa yaslıyor ve sırasıyla ayaklarından birini toprağa sürterek bu ilkel aracı hareket ettiriyordu. Ön tekerleğe ekseninden bağlantılı bir kol da direksiyon görevini yerine getirmekteydi. Makine çok pahalıya çıktığından, "züppelerin atı" diye isimlendirildi. İngiltere Kralı IV.George'un büyük zevklerinden biri bu ilkel araca binmekti. Bu araçta pedal olmadığı için binip dolaşmak son derece yorucuydu. Aynı araç 1818 yılında Paris'te de belirli çevrelerde yaygınlaştı.

1839-1840 yıllarında, Kirkpatrick Macmillan adında bir İskoçyalı bu ilkel aracı esas olarak alıp bazı eklemeler yaptı ve belirli ölçüde geliştirdi. Macmillan,arka tekerleğin aksine bir cins pedal görevini yapacak olan bir kol eklemişti. Bu kol,küçük çocukların günümüzde bindikleri pedalı otomobillerdeki pedalları andırıyordu.

1865'de Lallement adında bir Fransız ön tekerleğe pedallar ekledi. Bu model 20 yıl kadar yaygın ölçüde tutuldu.Ön tekerleğin büyük olması daha hızlı bir devir sağlıyordu. Bazı modellerde tekerlekler mübalağalı bir ölçüde büyük olduğundan bunların üzerinde denge sağlayabilmek gerçekten güçtü. Demir tekerlekler ve ağır tahta yapı dolayısıyla, bu ilkel bisikletler "kemik sarsan" diye isimlendirilmekteydi. Burada, bisiklet deyiminin ilk kez 1865 yılında kullanılmış olduğunu da özellikle belirtelim. 1868 yılında, tel çubukla hafif metal tekerlekler ve dolgu lastikler kullanılmaya başlandı. H.J.Lawson adında bir İngiliz, 1874 yılında,arka tekerleğin zincirle hareketini sağladı. 1885'de, "Rover Emniyetli Bisikletler" i piyasaya sürdü. Bu modelde tekerlekler eşit büyüklükteydi.Binen kimsenin oturacağı yer (sele),arka tekerleğe biraz daha yakındı. 1888 yılında Doktor Dunlop pnömatik (hava basılan) lastiği buldu. Böylece tekerleklerin hareketi daha düzen kazandı ve bisikletin modernleşmesi,bugünkü haline ulaşması yolunda bir adım daha atılmış oldu.



Elktrik Pilini Kim İcat Etti?1745 ile 1827 yılları arasında yaşayan ünlü İtalyan fizik bilgini Alessandro Volta kendi adıyla anılan ilk elektrik pilini icat etmişti.

Como'da doğmuş olan Volta,daha küçük yaştayken fizikle, özellikle elektrik konusuyla ilgilenmiştir. Zaten fizik profesörü olması da çok genç yaştadır. Volta, daha o tarihteyken kondansatör gibi elektrik yükü toplamaya yarayan cihazların yapımını düşünüyordu.

Alessandro Volta'nın icat ettiği pil,Galvani'nin daha önceki kurbağa deneyine dayanan bir ilkeden doğmuştur diyebiliriz. 1800 yılında, asitli bir sıvıyla ıslatılmış kumaş ve karton parçalarıyla yalıtkan hale getirdiği bakır ve çinko levhalarında, en baştaki bakır levhayı en sondaki çinko levhaya madeni bir telle bağlamış ve böylece ilk pili yapmıştı.

Sonradan Volta'nın adından dolayı Volta pili diye anılan bu elektrik akımı kaynağı,bir bakıma pil yapısındaki bataryaların ilk şeklidir.O ara imparator olan Napoleon Volta'yi Paris'e çağırmış ve ona kont'luk vermişti. Volta pillerinde çoğunlukla çinko ve bakır plakalar kullanılır. Bunların elektro motor kuvveti (e.m.k.) l volt kadardır.

1801 yılında Bonapart tarafından ödenek bağlanan ve İtalya Krallığının kontu ve senatörü unvanı verilen Alessandro Volta, 1819 yılında doğduğu şehire çekilmiş, orada bilim dünyasından uzakta yaşamıştır.

Volta pili ve bundan temellenen diğer pil türlerinin belirgin özelliği,belirli bir süre için elektrik akımı sağlamakta kaynak olmalarıdır. Sonra ömürlerini tamamlayıp kullanılmaz olurlar. Bu pillerin çalışmasında temel ilke, sülfirik asit içine daldırılmış iki ayrı tür metal plaka arasında küçük bir voltaj (gerilim) meydana gelmesidir. Daha yukarda değindiğimiz gibi,bu metal plaklar bakır ve çinkodur. 1 volttan daha fazla voltaj sağlayabilmek için, çinko ve bakır plakalar arasında aside batırılmış,asit emdirilmiş kumaş parçaları sıkıca istiflenir. Böylece, her pilin birbiri üstüne istifiylede, birbirinin voltajı diğerine katılmış olur.

İlk elektrik pilinin mucidi Alessandro Volta'nın devrin diğer ünlü bilim adamları Lavoisier ve Laplace gibi kimselerle de işbirliği yapmış olduğu konular vardır.



Buhar Makinasını Kim İcat Etti ?Buhar makinesinin mucidi 17156 yılında İskoçya'da Greenock'da doğmuş olan James Watt'dır. Babası mütaahhit ve mühendis olan James Watt,daha küçük yaştayken onun Clyde Nehri kıyısındaki atölyesine gidip orada yapılan işlerle ilgilenmekten çok hoşlanıyordu. Oysa okulunda başarılı bir öğrenci değildi. Öğretmenleri onu düpedüz tembellikle suçluyorlardı. Fakat 13 yaşındayken büyük bir ilgiyle matematik konusuna eğildi. İlgisi tez zamanda yoğunlaşıp gelişti. Sadece matematikle yetinmeyip, mekanikle de meşgul olmaya başladı. Gördüğü her makine ve alet onu adeta büyülüyordu. Zamanla birtakım modeller yaptı. Okulu bitirdikten sonra bir süre babasının yanında çalıştı.18 yaşına gelince,devrin ölçülerine göre bir endüstri merkezi olan Glasgow'a gitti. Aradığını orada bulamayınca Londra'ya geçti.Gerçekten işinin ehli bir usta yanında çalışmaya başladı. Hayatının şaşmaz bir düzeni vardı. Gündüzleri ustasının yanında atölyede çalışıyor,geceleri de coşkulu bir hevesle kendini teknik kitaplara, matematik, mekanik, fizik konusunda yazılmış eserleri okumaya veriyordu.

Böylece, sıradan bir öğrencinin 3-4 yıl içinde öğrenebileceğini 1 yılda öğrendi. Fakat devamlı ve yoğun çalışma sağlık durumunu bozmuştu. İstemiyerek Glasgow'a döndü. Hastalığı atlatınca,Glasgow Universite'sinde alet ve makine onarım bölümüne "mekanik" olarak atandı.

1764 yılında,üniversiteye onarılması için bir tulumba getirmişlerdi. Newcomen'in yapmış olduğu bu tulumba su buharıyla çalışıyordu. Fakat kaba taslak, çalışma düzenindeki aksaklıklar, ilkel yönler giderilmemiş bir tulumbaydı. Watt, iş ortağı Mathew Boulton'un sabırlı yardımıyla bu tulumba üzerinde çalışmalar yaptı. Önündeki örnek, neler yapması ve nelerden kaçınması bakımından onun için yol gösterici oldu. Gerçekleştirdiği düzeltmeleri ve geliştirmeleri sürdürerek, yeni bir buhar makinesi icat etti. Bu makine,Newcomen'in tulumbasıyla kıyaslanamayacak kadar mükemmeldi. İngiltere' deki el tezgahlarına uygulandı. İplik ve dokuma endüstrisinin dev adımlarla gelişmesi yolunda bir çıkış noktası oldu.

Birmingham'a geçen James Watt orada bir atölye açtı.Eski tip buhar makinelerini geliştirmeyi hedef tutan çalışmalara girişti. İcat ettiği yeni makinelerle zenginleşti.1819 yılında öldüğünde, İskoçya ve İngiltere'nin dokuma, çıkrık tezgahlarında, değirmenlerinde onun icat ettiği makineler kullanılmaktaydı.

James Watt ve Boulton'un ünlü buhar makinelerini yapmış oldukları Birmingham'da,bugün James Watt adına dikilmiş bir anıt vardır. Watt'ın icatlarının birçok örnekleri de Londra'daki "Bilim Müzesi"nde sergilenmektedir.



Piyanoyu Kim İcat Etti ?Org ya da organ denilen müzik aleti hariç, piyanonun en karmaşık müzik aleti olduğunu acaba biliyor musunuz? Gerçekte,piyano adı "yumuşak-kuvvetli "anlamına "pianoforte" deyiminden gelmektedir. Bu da,piyanonun ne kadar değişik tonlarda ses verebilen bir müzik aleti olduğunu belirtmek için düşünülmüştür.

M. S. 1000 yıllarında,Guido d'Arezzo adında bir İtalyan bu müzik kutusunun üzerine uygulanmak için sürgülü bir köprü icat etti. Köprünün varlığından yararlanarak başka teller ve anahtarlar ekledi. 16. yüzyılda.sözkonusu müzik aleti yaygın ölçüde kullanılmaktaydı.

Sonradan bu müzik aletinden geliştirilen en zevkli,en hoşa giden enstrüman "klavye" olmuştur. Klavye'de ses, tellerin titreşimleriyle elde ediliyordu. Teller gergin yaylar durumundaydı ve bunların üzerindeki düzleştirilmiş pirinç bir pimle basınç uygulanılmaktaydı. Bu müzik aletinde çalanın isteğine bağlı olarak ses tonunu güçlendirmek ya da düşürmek (azaltmak) imkanı vardı.

Gene buna yakın başka bir müzik aleti daha yapılmış olup ,bu alet dikdörtgen biçimindeydi.Dört oktavlı bir anahtar düzeniyle çalınıyordu. 17. yüzyılda başka bir müzik aleti yaygınlaştı. Sözkonusu müzik aleti klavye'den daha büyüktü. Genellikle iki dizi anahtar düzeni vardı. Biçim itibarı ile büyük bir piyanoyu andırıyordu.

En sonunda, 1709 yılında Bartolommeo Christofori bildiğimiz piyanonun ilk örneğini yaptı. Tellerin vurmayla -tuşlara basarak ses vermesi, bunu daha önceki örneklerden ayırıyordu. Tuşlarla ses verme düzeni,önceki örneklerin en büyük sakıncası olan sürtünme sesinin bertaraf edilmesini sağlamıştı.

Bestelerinde piyanonun en yaygın ölçüde kullanılmasına zemin hazırlayan besteci Beethoven'dir.



Lokomotifi Kim İcat Etti?Tames Watt'ın icat ettiği buhar makinasının kullanılır hale gelmesi,daha sonrada bunun Fulton tarafından gemilere uygulanması, insanoğlunda yeni bir düşüncenin uyanmasına sebep oldu. Acaba bu buhar makinesinden kara ulaşımında yararlanılamaz mıydı?

Bu düşünceden hareket eden İngiliz mucidi Richard Trevithick,1804 yılında garip bir araç yaptı. "Buharlı at" adı verilen bu ilk lokomotif, bugünküler gibi demir raylar üzerinde yürüyordu. Ancak, "Buharlı at" in hızı, bir atlı arabanın hızından fazla değildi. Üstelik, gördüğü iş bakımından, bir atlı arabadan çok daha pahalıya geliyordu.

Trevithick'in "Buharlı at" ını gören George Stephenson, bu aracı geliştirip,yararlı hale getirmeyi kafasına koymuştu. Tam yirmi yıl süren bir çalışmadan sonra, Stephenson "Buharlı at" dan çok daha güçlü bir lokomotif yapmayı başardı. Stephenson'un lokomotifi, içinde 600 yolcu bulunan 8 vagonu kolaylıkla çekebiliyordu. Üstelik hızı saatte 15 km. idi.

Bu başarı Stephenson'u iyice cesaretlendirmişti. Hemen Liverpol ve Manchester şehirleri arasına 57 km. uzunluğunda demiryolu döşetti. 1825 yılında, Stephenson'un lokomotifi, içinde 600 yolcu bulunan, 8 vagonla bu 57 kilometrelik yolu arızasız tamamladı.

Artık buharlı makinelerin (lokomotiflerin) karayolu ulaşımında yeni bir çığır açacağını herkes anlamıştı.

Stephenson, yaptığı ilk lokomotifle yetinmedi. Onu geliştirerek daha mükemmel bir hale getirdi. İngiltere'de gelişen demiryolu ulaşımı, Amerikalı işadamlarının dikkatinden kaçmamıştı. Akın akın İngiltere'ye geliyor, Stephenson'un bu harika icadını tetkik ediyorlardı.Hepsi,bu makinelerin Amerika'da çok para kazandıracağından emindi.

1829 yılında Stephenson, Amerika'ya lokomotif satmaya başladı. Ancak yaptığı lokomotifler, Amerika'nın ihtiyacını karşılamaya yetmiyordu. Çünkü artık Amerika bir uçtan bir uca demiryolu ile döşenmeye başlamıştı.Fakir bir köylü çocuğu iken, icadı sayesinde muazzam bir servete sahip olan Stephenson,daha fazla çalışmayı gereksiz buluyordu. Amerika'nın ihtiyacı ise esasen Stephenson'un karşılayamayacağı kadar büyüktü. Neticede, Amerikalılar da lokomotif yapmaya başladılar. Onlar bu işi daha da çok geliştirdiler.

Amerikalı işadamı Pullmann trenlere yataklı vagonlarla resturantlar ilave etti. Bu yenilik büyük bir ilgi ile karşılandı. Artık Amerika'da kara ulaşımının bütün yükünü trenler almıştı.

Zamanla lokomotifler çok gelişti. Buharın yerini dizel motorları aldı. Şimdi ise özel şekilde yapılmış demiryollarında, saatte 200 km. hızla yol alan elektrikli trenler işliyor.







Ampulü Kim İcat Etti ?

Bugün bir düğmeyi çevirmekle karanlıklar aydınlığa dönüşebiliyorsa bunu ampulü icat eden Thomas Alva Edison'a borçluyuz.

1847 yılında Amerikanın Ohio eyaletinin Milan kasabasında dünyaya gelen Edison olmasaydı, belki de insanoğlu daha uzun yıllar elektriğin nimetinden mahrum kalacaktı.

Edison yalnız ampulü icat etmekle kalmamış,bugün kullandığımız bir çok şeyin de yaratıcısı olmuştur. Fonografı icat etmemiş olsaydı belki gramofonda yapılmıyacaktı.Kineskopu yapmasaydı, insanoğlu sinema'yı çok uzun yıllar sonra gerçekleştirebilecekti.

Edison'un icat ettiği veya geliştirdiği şeyler sayılamayacak kadar çoktur. İşte bu yüzden dünya onu "Mucitlerin Kralı" adı ile anar.

Fakat hiç şüphe yokki,icatlarının en önemlisi gecemizi gündüze çeviren ampuldür.

Edison'dan önce de pek çok mucit elektrik enerjisini ışığa çevirmeye çalışmıştı. Örneğin ark lambası icat edilmişti.Ancak,bunun günlük hayata uygulanması sözkonusu değildi .Edison bu çalışmaları izliyor, fakat üzerinde uğraşmakta olduğu diğer şeylerden vakit ayırıp bu işin üzerine eğilemiyordu. Bu durum 1878 yılına kadar devam etti.

1878yılında Edison,fonografı yapıp yeni bir başarı kazandıktan sonra,yıllardan beri ilk defa dinlenmeye karar verdi. Prf. Barker'in davetini kabul ederek Ansania şehrine gitti. Burada ilk Amerikan dinomo'sunun imalatçısı, William Wallace'in yaptığı yeni bir elektrik lambasının denemesi gerçekleştirilecekti.

Deney günü Edison,tahta bir çerçeve ile, hareket eden iki koldan ibaret bu ilkel cihazın çalışmasını dikkatle inceledi. Bu cihazın pratikte hiç bir işe yaramayacağından emindi .Yanındaki Prf. Barker'e:

-Zannederim ben bunun daha iyisini yaparım,dedi.

Edison her işi bırakıp elektrik enerjisinden günlük hayatta kullanılabilecek verimli bir ışık kaynağı elde etmeye karar vermişti.

Tatilini uzatmadan laboratuvarlarının bulunduğu "Menlo Park" a döndü. O sıra Edison'un laboratuvarlarında 40-50 teknisyen çalışıyordu. Hemen, hepsinin ellerindeki işleri bıraktırdı ve bütün kadrosu ile işe koyuldu. O Wallace gibi elektrik enerjisini bir tek yüzey üstünde toplamayı düşünmüyordu. Edison'un hedefi havagazı lambalarının yerini alabilecek bir ışık elde etmekti.

İlk çalışmalardan sonra bunun havası alınmış bir cam tüp içinde akkor hale getirilmiş bir cisim olabileceğini bulmuştu. Fakat bu madde ne olabilirdi. İşte bütün sorun buydu.

Elli teknisyen, ellerine geçen veya akla gelebilecek ne varsa hepsini ince tel haline getirip, havası alınmış cam tüpler içine koyarak deniyorlardı. Günler aylar geçiyor fakat kopmadan uzun süre akkor halde kalabilecek maddeyi bulamıyorlardı. Bu arada Edison bir dostunun sakalından kopardığı kılı bile akkor hale getirmeye çalışmış,fakat netice alamamıştı.

İşe başlayalı aradan bir yıl geçmiş,fakat Edison henüz başarıya ulaşamamıştı. 1879 kasımında Edison bir gece masasının başında oturmuş dalgın dalgın düşünüyordu. Bir ara gözü ceketinin kopuk düğmesindeki ipliğe takıldı. Herşeyi, denemiş, ama ipliği denemek aklına gelmemişti. Hemen yerinden fırladı ve yüzlerce makara iplik aldırarak denemeye başladı. Tireler önce küçük parçalara bölünüyor, sonra potaların içinde 4-5 saat ısıtılarak kömür haline getiriliyordu. Yüzlerce denemeden sonra kömür haline gelen bir ipliği havası boşaltılmış ampulün içine yerleştirmeyi başardı. Beş dakika sonra ampule cereyan verilmiş ve etrafa tatlı, sarımsı bir ışık yayılmıştı. Laboratuvarlardaki 50 teknisyen bu ışığın etrafında Edison'u yeni başarısından dolayı kutluyorlardı.

Edison ise henüz işin başında olduğu düşüncesindeydi. İpliğin yerine başka ve daha çok dayanabilecek birşey koymayı düşünüyordu. Onu da başardı,

4 Eylül 1882 de New York'un bir mahallesindeki 900 binaya tam on dört bin ampul takılmıştı. Herkes merakla neticeyi bekliyordu. Nihayet şalter indirildi ve Dünya ilk defa elektrik ışığının nimetine kavuştu
 
Geri
Üst