Aşkın Dört Element Hali
Su, ateş, toprak, hava ve tahta… Aşkın dört hali derken sayının beş
olduğunu mu fark ettiniz. İşte aşk budur zaten!
Tahta olduğunu sandığın bir anda, ab-ı hayat olduğunu keşfedersin,
soğuktan herkesin titrediği bir kış gününde üşümeden de durulabildiğini
öğrenirsin, toprak gibi üretken olduğunu anlarsın, nefesi verdikten
sonra alman gerektiğini unutursun aşık olduğunda ama aşkın için, onu
görmek için nefes alman gerekliliği sarar tüm benliğini…
Yemek yedi mi diye merak edersin, yediyse ne yediğini sorarsın, oysa
sen o gün, günü 3 öğün âdetinden uzak geçirmişsindir, çünkü yemek
yemeyi unutmuşsundur! Sen önemli değilsindir artık, varsa yoksa “O”
dur, aşkın dört element hali…
En yakın aile dostlarının su içtikleri bardaktan su içmezsin, ama onun
dudaklarının değdiği pet şişe kutsaldır, birlikte su içtiğiniz her
materyal kutsaldır artık senin için, çöpe atmaya kıyamazsın… Onun
ısırık aldığı tosttan, -karnın tıka basa doyduğu halde- bir ısırık
almak için aç kediler gibi gözünün içine bakarsın, ısırdığında, hele
hele onun ellerinde olan bir tostu ısırdığında, tostun değeri, verilen
hesap karşısında paha biçilemez olur senin için…
Aşk; yeni sürprizler beklemek ama tahmin edememek ve kafayı yemektir
bana göre. Çünkü aşk öyle bir şeydir ki, zaten kendisi sürprizdir ve bu
sebeple sürprizi yapacak kişi bile ne yapacağını bilemediğinden, karşı
tarafın da tahmin yürütmesi, güneşli havada yağmur beklemek kadar uzak
ihtimaldir… Güneşli havada gelen yağmur kadar temizdir yapılan sürpriz!
Belki de aşk bittiğinde yaşanılanlardan emin olmamızı sağlayan,
rüyamıydı yoksa tüm yaşadıklarımız dedirtmeyen, yapılan sürprizleri
hatırlamak olacaktır.
Aşk, şiir yazmaktır!
Yazılan şiirlerin yazana ait olmadığı şiirlerdir, aşk şiirleri… Aşk
şiirleri yazıp da, kitap çıkaran birisi, aşkına telif vermelidir bence…
Çünkü o olmasa, ne o duygular yaşanırdı, ne de zaten ortada var olan o
kelimeler, bir biri ardına sıralandığında bir anlam kazanırdı… Aşkına
aşık adamların yazdığı tüm şiirler anlamlıdır. Anlamayana acırım
sadece…
“O” olmadan, yaşamayacağını düşünürsün, aşkın –Su- haline geldiğinde,
tüm mantığını kaybetsen de, onun sende senin ondaki değerin, ne olursa
olsun yaşaman gerektiğini anlatır sana, her ne kadar bazen hareket
halindeki arabadan atlamak geçse de aklından… Yaşamak lazım ki, umutlar
devam edebilsin der, yaşarsın!
“O”nu görmeden –ateş- inin düşmeyeceğini bilirsin, yanıp kavrulup
gideceğini, yan yana geldiğinde de “iki ateş daha da harlanır” diye
düşünürsün ama ateşin ateşi yakmayacağı gerçeği aşkını daha da
ateşlendirir. Yanmak içini acıtır belki ama acıyı sevmek insanın
doğasında var!
“O” olmadan kaleminin mürekkebi görünmez olur, bilgisayarının
tuşlarındaki her harfin yeri değişir, yazamazsın, anlatamazsın…
Varlığını bilmek bile –toprak- yapar seni, yazarsın, anlatırsın ve de
coşarsın…
“O”nu düşünmeden nefes alamadığını öğrenirsin, sana nasıl nefes alıp
vermen gerektiğini anlatır en baştan, derin derin nefesler alırsın,
çevrene karşı normal göründüğünü sanırsın ama değilsindir… -Hava- kadar
lazımsınızdır artık birbirinize!
“Canımsın” dediğinde kollarındaki tüyler, ayağa kalkıyorsa, “ne diyor
bu adam” diye kulak kabartıyorlarsa, nasıl bir ses tonuyla söylediğine
tüm hücrelerin şahitlik ediyorsa, aşkın dört elementinden beşincisi
olan sen “tahta” artık yeşermişsindir!
Zafer Ercan
25.05.2006