Birbirinize düşmeyin, gücünüz gider!
Vahye muhatap olup, onu anlamak kastı ile okuduğumuzda çok iyi görürüz ki, genel anlamda ya da özelde kelime olarak “hikmet” defaatle vurgulanmıştır. Vahyi bir metot olarak ta müşahede ederiz ki, tekrarın sırrı hem tekrar edilen konunun önemine dikkat çeker, hemde bir çeşit hatırlatıp vurguluma ve bir çeşit telkindir. Sanki yaratıcı, ins-nisyan yani bir anlamda da unutmak manası taşıyan adın sahibi “insan”ın, bu ihtiyacına, kurtuluş reçetesi olan vahiyde cevap vermiştir tekrarlayarak! Neyazık ki yalnızca elimizde tutup-dolaşmak, ona değer verip- saklamak reçetenin işlevini yerine getirememektedir!
. İnsanlık tarihi sürecinde, bir-çok kereler unutup, ilahi vahiyle hatırlatılan insan, unuttuklarının ve unutacaklarının faturasını, gerek bu dünyada gerekse ahirette kendisi ödeyecektir. Bu çerçevesi ile hikmeti konuşacak olursak, onu ne kadar hayatımıza taşıyabildiğimizi düşünerek işe başlamalıyız.
Bu gün, islamın hikmeti ile kavranıp pratize edilişine karşılık, sekülerizm dayatılmıştır. Bu manada, dayatılan seküler din anlayışına karşılık, ayakları sabit tutup reddediştir hikmeti kavramak! Ne çare ki unutkan insan, kendi sonunu getirecek olan “elleri ile işledikleri”(şura–30) ifadesine gerekçe olabilecek yanlış davranışları,”hikmeti” (dolayısı ile basireti) yitirerek edindi. Heva ve heveslerimize, bencilliklerimize, her şeyi çok iyi bildiğimiz vahametine kurban verdik pek çok hasletlerimizle birlikte hikmetide. Kimbilir beklide “ellerimizle işlediklerimizin” ilk neticesi, ilk musibetiydi hikmeti ve basireti yitirişimiz. Amili olmadığımız ilmimizde kurtaramadı üstelik bizi bu neticeden! Ve hikmetini anlayamadığımız, basiretimizi yitirerek sahip çıktığımız Kur-an tasavvurumuz, içinde yaşadığımız veya komşusu olduğumuz coğrafyalarda başımıza gelmiş ve gelecek bütün musibetlerin temel taşına malzeme olmaktadır. Zira yaratıcımız,”-size isabet eden her musibet(yalnız)kendi ellerinizle kazanmakta olduklarınızdan dolayıdır.(Allah)çoğunuda affeder.(42/30)buyurmaktadır.
Özelde, muvahhitler olduğumuz iddialarımıza rağmen, kendi içimizde ve genelde diğer cemaatler arası ilişkilerde bu basiretsizliği açıkça görüyoruz aslında. Yitik diğer hasletlerimizle birlikte, hikmetsiz kalışımız da bizi, “bu vahyin sahibi”gibi davranış yanlışlığına itmiştir. Oysa bizler bu vahyin sorumlu birer muhatabı, sorumlu birer mensubuyuz! Ama gerek kendi içimizde, gerekse bütün cemaatler arası ilişkilerde bu sorumluluğumuzu bir tarafa bırakıp, kendisinden sorumlu olduğumuz vahyin sahibi gibi davranışımız, hikmetini yitirişimizin açık göstergesidir!
Nahl-125. ayette Allah (c.c.)’ın-rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et”emrini bilen insan, kendisini cennete, bu dünyada da sükûnete taşıyacak olan dinini elbette öğretmek ve anlatmak mükellefiyetindedir. Ama öncelikle mükellef olduğu kendisinin, hikmetini kavrayarak muvahhidi olduğu bu dini iyi yaşamasıdır. Yürüyen kur-an olmasıdır yani.
Elbette bu gerçekleri öğrenirken, araştırırken algılardaki farklılıklar v.b.gibi sebeplerle oluşabilecek farklılıkları ortaya da koyacak, tartışacaktır da, ama “sana düşen en güzel biçimde öğüt vermektir” bağlamındaki temel düsturun hikmetini hiçbir zaman göz ardı etmeden yapacaktır bunu! Kimi zaman da başaramayacaktır, hidayet ulaşmamış kalbe duyuramayacaktır sesini. O zaman anlattığı gerçeklerin sahibi gibi davranma yanlışına girmeden, onun hakkında hükmetmeden, fakat kendi sorumluluğundan asla vazgeçmeden sürdürecektir örnekliğini. Velev ki Allah dilediğince hükmetsin!
Birbirimizi hakka çağırırken, birbirimizde gördüğümüz yanlışları düzeltme noktasında,”birbirimize düşüp-çekişmemeliyiz. Kaynağımız tek olduğu halde, onu örnekliği ile pratik eden önderde tek olduğu halde, maalesef sosyal çevre, vahye muhatap olurken içinde bulunulan statü, cemaat, bilgi düzeyi ve ne yazık ki daha da birçok etken vardır bizi birbirimizden farklı yerlere taşıyan. Bunu kabullenemeyişimizde özde çok doğrudur. Ama düzeltmeye çalışma metodumuzda ya da karşıyı “taraf” tayin edip, hakkında hüküm vermede yanılgı göstermekteyiz. Ama yanlışlıkların sebebi her ne olursa olsun, onu düzeltme çabamız boşa gitmişse, onunla aynı havayı solumak ve onunla birlikte yaşamak gibi bi zorunluluğun içinde olduğumuzu, yaptığı yanlışların hesabını ise rabbine vereceği gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Zira yukarda geçen ayet ve resulün örnekliği bu yöndedir! Öte yandan yaratıcı bu konuya bakın ne güzel açıklık getirmiştir.”-çekişip, birbirinize düşmeyin, çözülüp-yılgınlaşırsınız, gücünüz gider”(8/46)buyurarak!
Toplum olarak gücümüzün gitmesi, yılgınlaşma ve çözülmelere sebep ararken, ayetin işaret ettiği “birbirinize düşmeyin!”emri veya ilahi ikazı çok iyi okunmalıdır! Her birimiz nefsimizi muhatap kılarak, hikmetini fark ederek, okuduğumuz bu ikazla donanarak uyarmalı, düzeltmeliyiz birbirimizi. O yanlışın nihai hükmünü, bu doğrunun yegâne sahibi verecektir zaten. Bize düşen, hükmetmeden, hikmetini kavrayarak, ayetin devamında da bizden istendiği gibi, sabrederek, sabırlı davranarak, örnekliği diri tutmaktır.
Bu yanlışın başka sürümünü bu gün Irak’ta, Afganistan ‘da görmüyor muyuz? Her birinin diğerini beğenmediği, eksik bulduğu, hatta hükmünü bile verdiği, daha da ileri götürüp kanını bile helal saydığı zihniyet, birden bire çıkmadı herhalde ortaya? İçinde bulundukları sonu hazırlayan, bu hikmetsizlik musibetini vukua getirerek daha büyük musibetlere kapı açan davranışların temelinde, tefrika ve ayrılık yok mu? Bu tefrika ve ayrılıkları düzeltme çabasında vahyin sahibi gibi davranıp, hükmetme yanlışlığı yok mu?
Vakıadır ki düşman göz önündeyken, hatta tepelerine çökmüşken birbirilerini düşman edinme, aslında kanı helal olanlar ortadayken, hala birbirilerinin kanını helal görme ve dünyanın gözü önünde düşülen bu acınası durum,”HANGİ” ya da”NE KADAR ÇOK” ayrılık veya tefrika ile izah edilebilir? Ve bu durum tarih boyunca ne şekilde ve ne zaman müslümanın lehine olmuştur?
İçimizi acıtan, yüreğimizi dağlayan bu resimden almamız gereken mesajlar yokmu, düzeltemiyorsak da?
Hikmeti yitik bir algılayışla kur-ana yaklaşmamız ondan yararlanamadığımızı, hatta o algı ile kendimize zarar verdiğimizi göstermektedir. Ve belki ortadoğudaki resme çok uzak görülen, birbirimizle uğraşma-çekişme hali, aslında gücümüzü azaltacak, çözülmemize sebep olacak ve yılgınlaştıracaktır bizi! Bu hal, kendisini dünyaya “süper güç” şeklinde dayatan dikta güçlerin iştahını daha da kabartacak, ağzının suyunu akıtacaktır. “Güçten” düşmemiz, fırsat bilinecektir.
Acı ve zulmün katmerlisine muhatap bırakılan kardeşlerimize yardım edemiyorsak ta bari düşman ortadayken, ben zalimim diye açıkça haykırıyorken, birbirimize yeni düşmanlıklar edinmeyip, zaten dengesiz bir güç dağılımı ortadayken, birde mevcut iman gücünü yitirme sonucunu getirecek olan davranışları iyi tespit edip, onlardan uzak durma basiretini elde edelim! O kardeşlerimize en azından dua ederken “yılgınlaşmamış-gücü gitmemiş”ve “dik duruş”la dua edebilelim!
Selam ve Dua İle.
Vahye muhatap olup, onu anlamak kastı ile okuduğumuzda çok iyi görürüz ki, genel anlamda ya da özelde kelime olarak “hikmet” defaatle vurgulanmıştır. Vahyi bir metot olarak ta müşahede ederiz ki, tekrarın sırrı hem tekrar edilen konunun önemine dikkat çeker, hemde bir çeşit hatırlatıp vurguluma ve bir çeşit telkindir. Sanki yaratıcı, ins-nisyan yani bir anlamda da unutmak manası taşıyan adın sahibi “insan”ın, bu ihtiyacına, kurtuluş reçetesi olan vahiyde cevap vermiştir tekrarlayarak! Neyazık ki yalnızca elimizde tutup-dolaşmak, ona değer verip- saklamak reçetenin işlevini yerine getirememektedir!
. İnsanlık tarihi sürecinde, bir-çok kereler unutup, ilahi vahiyle hatırlatılan insan, unuttuklarının ve unutacaklarının faturasını, gerek bu dünyada gerekse ahirette kendisi ödeyecektir. Bu çerçevesi ile hikmeti konuşacak olursak, onu ne kadar hayatımıza taşıyabildiğimizi düşünerek işe başlamalıyız.
Bu gün, islamın hikmeti ile kavranıp pratize edilişine karşılık, sekülerizm dayatılmıştır. Bu manada, dayatılan seküler din anlayışına karşılık, ayakları sabit tutup reddediştir hikmeti kavramak! Ne çare ki unutkan insan, kendi sonunu getirecek olan “elleri ile işledikleri”(şura–30) ifadesine gerekçe olabilecek yanlış davranışları,”hikmeti” (dolayısı ile basireti) yitirerek edindi. Heva ve heveslerimize, bencilliklerimize, her şeyi çok iyi bildiğimiz vahametine kurban verdik pek çok hasletlerimizle birlikte hikmetide. Kimbilir beklide “ellerimizle işlediklerimizin” ilk neticesi, ilk musibetiydi hikmeti ve basireti yitirişimiz. Amili olmadığımız ilmimizde kurtaramadı üstelik bizi bu neticeden! Ve hikmetini anlayamadığımız, basiretimizi yitirerek sahip çıktığımız Kur-an tasavvurumuz, içinde yaşadığımız veya komşusu olduğumuz coğrafyalarda başımıza gelmiş ve gelecek bütün musibetlerin temel taşına malzeme olmaktadır. Zira yaratıcımız,”-size isabet eden her musibet(yalnız)kendi ellerinizle kazanmakta olduklarınızdan dolayıdır.(Allah)çoğunuda affeder.(42/30)buyurmaktadır.
Özelde, muvahhitler olduğumuz iddialarımıza rağmen, kendi içimizde ve genelde diğer cemaatler arası ilişkilerde bu basiretsizliği açıkça görüyoruz aslında. Yitik diğer hasletlerimizle birlikte, hikmetsiz kalışımız da bizi, “bu vahyin sahibi”gibi davranış yanlışlığına itmiştir. Oysa bizler bu vahyin sorumlu birer muhatabı, sorumlu birer mensubuyuz! Ama gerek kendi içimizde, gerekse bütün cemaatler arası ilişkilerde bu sorumluluğumuzu bir tarafa bırakıp, kendisinden sorumlu olduğumuz vahyin sahibi gibi davranışımız, hikmetini yitirişimizin açık göstergesidir!
Nahl-125. ayette Allah (c.c.)’ın-rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et”emrini bilen insan, kendisini cennete, bu dünyada da sükûnete taşıyacak olan dinini elbette öğretmek ve anlatmak mükellefiyetindedir. Ama öncelikle mükellef olduğu kendisinin, hikmetini kavrayarak muvahhidi olduğu bu dini iyi yaşamasıdır. Yürüyen kur-an olmasıdır yani.
Elbette bu gerçekleri öğrenirken, araştırırken algılardaki farklılıklar v.b.gibi sebeplerle oluşabilecek farklılıkları ortaya da koyacak, tartışacaktır da, ama “sana düşen en güzel biçimde öğüt vermektir” bağlamındaki temel düsturun hikmetini hiçbir zaman göz ardı etmeden yapacaktır bunu! Kimi zaman da başaramayacaktır, hidayet ulaşmamış kalbe duyuramayacaktır sesini. O zaman anlattığı gerçeklerin sahibi gibi davranma yanlışına girmeden, onun hakkında hükmetmeden, fakat kendi sorumluluğundan asla vazgeçmeden sürdürecektir örnekliğini. Velev ki Allah dilediğince hükmetsin!
Birbirimizi hakka çağırırken, birbirimizde gördüğümüz yanlışları düzeltme noktasında,”birbirimize düşüp-çekişmemeliyiz. Kaynağımız tek olduğu halde, onu örnekliği ile pratik eden önderde tek olduğu halde, maalesef sosyal çevre, vahye muhatap olurken içinde bulunulan statü, cemaat, bilgi düzeyi ve ne yazık ki daha da birçok etken vardır bizi birbirimizden farklı yerlere taşıyan. Bunu kabullenemeyişimizde özde çok doğrudur. Ama düzeltmeye çalışma metodumuzda ya da karşıyı “taraf” tayin edip, hakkında hüküm vermede yanılgı göstermekteyiz. Ama yanlışlıkların sebebi her ne olursa olsun, onu düzeltme çabamız boşa gitmişse, onunla aynı havayı solumak ve onunla birlikte yaşamak gibi bi zorunluluğun içinde olduğumuzu, yaptığı yanlışların hesabını ise rabbine vereceği gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Zira yukarda geçen ayet ve resulün örnekliği bu yöndedir! Öte yandan yaratıcı bu konuya bakın ne güzel açıklık getirmiştir.”-çekişip, birbirinize düşmeyin, çözülüp-yılgınlaşırsınız, gücünüz gider”(8/46)buyurarak!
Toplum olarak gücümüzün gitmesi, yılgınlaşma ve çözülmelere sebep ararken, ayetin işaret ettiği “birbirinize düşmeyin!”emri veya ilahi ikazı çok iyi okunmalıdır! Her birimiz nefsimizi muhatap kılarak, hikmetini fark ederek, okuduğumuz bu ikazla donanarak uyarmalı, düzeltmeliyiz birbirimizi. O yanlışın nihai hükmünü, bu doğrunun yegâne sahibi verecektir zaten. Bize düşen, hükmetmeden, hikmetini kavrayarak, ayetin devamında da bizden istendiği gibi, sabrederek, sabırlı davranarak, örnekliği diri tutmaktır.
Bu yanlışın başka sürümünü bu gün Irak’ta, Afganistan ‘da görmüyor muyuz? Her birinin diğerini beğenmediği, eksik bulduğu, hatta hükmünü bile verdiği, daha da ileri götürüp kanını bile helal saydığı zihniyet, birden bire çıkmadı herhalde ortaya? İçinde bulundukları sonu hazırlayan, bu hikmetsizlik musibetini vukua getirerek daha büyük musibetlere kapı açan davranışların temelinde, tefrika ve ayrılık yok mu? Bu tefrika ve ayrılıkları düzeltme çabasında vahyin sahibi gibi davranıp, hükmetme yanlışlığı yok mu?
Vakıadır ki düşman göz önündeyken, hatta tepelerine çökmüşken birbirilerini düşman edinme, aslında kanı helal olanlar ortadayken, hala birbirilerinin kanını helal görme ve dünyanın gözü önünde düşülen bu acınası durum,”HANGİ” ya da”NE KADAR ÇOK” ayrılık veya tefrika ile izah edilebilir? Ve bu durum tarih boyunca ne şekilde ve ne zaman müslümanın lehine olmuştur?
İçimizi acıtan, yüreğimizi dağlayan bu resimden almamız gereken mesajlar yokmu, düzeltemiyorsak da?
Hikmeti yitik bir algılayışla kur-ana yaklaşmamız ondan yararlanamadığımızı, hatta o algı ile kendimize zarar verdiğimizi göstermektedir. Ve belki ortadoğudaki resme çok uzak görülen, birbirimizle uğraşma-çekişme hali, aslında gücümüzü azaltacak, çözülmemize sebep olacak ve yılgınlaştıracaktır bizi! Bu hal, kendisini dünyaya “süper güç” şeklinde dayatan dikta güçlerin iştahını daha da kabartacak, ağzının suyunu akıtacaktır. “Güçten” düşmemiz, fırsat bilinecektir.
Acı ve zulmün katmerlisine muhatap bırakılan kardeşlerimize yardım edemiyorsak ta bari düşman ortadayken, ben zalimim diye açıkça haykırıyorken, birbirimize yeni düşmanlıklar edinmeyip, zaten dengesiz bir güç dağılımı ortadayken, birde mevcut iman gücünü yitirme sonucunu getirecek olan davranışları iyi tespit edip, onlardan uzak durma basiretini elde edelim! O kardeşlerimize en azından dua ederken “yılgınlaşmamış-gücü gitmemiş”ve “dik duruş”la dua edebilelim!
Selam ve Dua İle.