Bu hafta vizyona Giren Filmler...

kent55

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
31,409
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
ѕαмѕυηѕρσя



695472_313cd89e2357834295d8696eeaf34f8a.jpg


2010 Mart ayında yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkarak oluşturulan bir politik taşlama denemesi. Neyse ki son dönemde izlediğimiz “Memleket Meselesi” gibi ‘alt seviye ürünler’den biri değil karşımızdaki. Belli ki yapımcılar ve senarist ekibi ‘Diyarbakır Belediye Başkanı’nın itfaiye aracıyla mükafatlandırdığı Trabzon’da yaşayan bir Laz karakterin maceraları’ konseptini iyi değerlendirip oyunculuk ve senaryo odaklı bir yol komedisi üretmişler. Nihayetinde hicivi de, dramı da, aşkı da, kaba komedisi de yerinde, oyuncularıyla parlayan bir ürün çıkmış ortaya. “Yangın Var”, herkesin eşit olduğu bir Türkiye mozaiği çizerken, Doğu Anadolu’yu bir sosyal zemine dönüştürerek de bu konuda işlevsel bir örnek oluşturmuş. Popüler sinemamızın memur yönetmenlerinden Murat Saraçoğlu, dünya standartlarında ‘vasat’ sıfatını hak edebilecek, bizim piyasamızda ise ‘kof ürün’ fazlalığından dolayı öne çıkarılabilecek bir tür filmine imza atmış. En büyük başarısı ‘kast’ı olan “Yangın Var”, Kemal Sunal’lı Yeşilçam komedilerinin samimiyetini ve dokusunu akla getiriyor.

Filmin fragmanı için tıklayınız...

Bazen her şeyi akışına bırakmak projelerin yönünü belli eder. Fazla yönetmenlik baskısı, şık bir görsellik veya dışa dönük öğeler ışığında ilerlemek o çıkış noktasını henüz işlenmeye başlamadan yıkabilir. “Yangın Var” (2011) da belli ki hikayesine ‘sakin’ yaklaşma konusunda sınıfı geçmiş. Dünya standartlarında bakınca vasatın üzerine geçebilen bir komedi olmasa da; hiciv dozajını, karakter yetkinliğini, performansları, felsefik metinleri ve akıcılığı bir araya getirebilen iskeletiyle içine almayı beceriyor.

Eski Yeşilçam komedilerini hatırlatıyor

Filmin Ertem Eğilmez, Kartal Tibet filmlerinden hallice bir komedi anlayışıyla çıkageldiği kesin. Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Metin Akpınar, Zeki Alasya ve Şener Şen’in 70’li-80’li yıllarda başrollerini üstlendiği, şimdilerde ise defalarca kez TV kanallarında dönen filmlerin sahiciliğini ve sempatikliğini hatırlattığı görülebiliyor. Bu da samimiyet duygusunu Osman Sonant üzerinden aktif hale getirmiş. Nesrin Cavadzade’nin aksanlı haline uygun ‘Kürt’ portresi, Şerif Sezer’in unutulmaz Laz anne performansı, Erkan Can’ın imam tiplemesi, Yavuz Bingöl’ün Diyarbakır Belediye Başkanı kimliği ve Reha Özcan’ın emniyet müdürü karakteri de bunlara eklenince her şey yerli yerine oturuyor.

1.85:1 oranında görüntü yönetimi, kurgu gibi hikaye anlatma araçlarını bir kenara itip oyunculukların ve senaryonun gücüyle izlenilip unutulabilecek bir film karşımızdaki. Belli ki Murat Saraçoğlu, elindeki malzemeye göre projeleri ‘eli yüzü düzgün’ hale getirme veya ‘başlamadan demode görünüme teslim etme’ güdüsünü taşıyor. Zira “120” (2008), “Deli Deli Olma” (2009), “72. Koğuş” (2011) gibilerinin prodüksiyondan başlayan çıkışsızlığı sonuca da yansıyordu. “O... Çocukları”nın (2008) performanslar ve kurgu ile yükselen anlatısı ise kendisine ‘memur yönetmen’ payı biçmemizi sağlamıştı.


Senaryo zemininden yükselen karakter-diyalog ikilemesi işlemiş

Buradaysa Koray Çalışkan-Murat Batgi ikilisinin izinde aşk, yolculuk, kültür farkları, politik taşlama, toplumsal hiciv gibi meseleleri yerine getiren karakter-diyalog ikilemesi tutmuş. Bu durum başlangıçtaki ‘Trabzon kahvesi’ndeki yöreli insanların samimiyetinden başlayıp ana karakteri canlandıran Osman Sonant zemininde ‘Diyarbakır’a itfaiye aracını almaya giden adam’ın durumuyla devam ediyor. Bunun üzerine Diyarbakır’daki akıcı süreç, Yavuz Bingöl’ün belediye başkanı portresine uyumu ve ‘yanlış anlaşılmalar komedisi’ de eklenince aslında tutarlı bir yol komedisiyle yüzleşiyoruz.

Saraçoğlu’nun kendini geriye çekip doğal renkler ve klasik dekupaj ile ilerlemesi filmin mizahi tonunu öne çıkarmaya yaramış. Yolda giderken Kürt kimliği arayan askerlerle de, gelin isteyen anne figürüyle de, ortalık yerde Diyarbakır’dan gelen bir araçtan bomba çıktığını varsayan yöre insanıyla da sivrilebilen hiciv omurgasında fazla sıkıntı yok.

Bize her yer sadece Trabzon mu?

Bu taban, Laz’ı Kürt’ü farketmeden herkesin eşit olduğunu belli eden tarafsız bir duruşu da filizlendirmiş. ‘Türk insanının yanlış anlaşılmalar ve kültürel yaşam düzeniyle ilgili zorunlulukları var’ demeye getirmiş. Batgi-Çalışkan ikilisinin senaryosu esasen bu durum üzerinden, Trabzonlu karakterin ‘bize her yer Trabzon’ tanımına da atıf bulunursak ‘bize her yer Türkiye’ demek istiyor. Aşk hikayesini “Selvi Boylum Al Yazmalım”daki (1978) ‘köy’ odaklı halinden alıp azınlıklar arasına yerleştirmesi de “Büşra”dan (2010) beri olan süreci farklı bir eğilime taşımış.

Nihayetinde prodüksiyon kalitesinin sanat yönetimi, kostüm ve figüran tarafında kalıp görüntüye işlemediği Kemal Sunal, Şener Şen filmlerinin samimiyetinde bir işçilik izliyoruz. “Yangın Var”, meşhur Kürt sorunu üzerine de aslında barışçıl ve realist adımlar atmak istemiş. Bu doğrultuda tarafsız yaklaşımıyla “Entelköy Efeköy’e Karşı”nın (2011) kültür farkları komedisi içinde ‘köy’ü dışlayıp ‘şehir’i öne çıkarma gibi yanlış duruşlarından birini de hissettirmemiş.

Popüler sinemamızın memur yönetmenlerinden

Yani önümüzde duran bir senaryo ve oyunculuk filmi. Saraçoğlu da projeleri buradaki gibi doğru değerlendirirse, Murat Aslan ile birlikte ‘yerli popüler sinemanın memur yönetmeni’ ibaresini hak edecek bir yönetmen. “O... Çocukları” ve “Yangın Var” bu açıdan kayda değer denemeleri oluşturuyorlar. Yönetmenin Trabzon, Diyarbakır, Rize, Erzurum farketmeden sayısız velayetten izlenesi sahneler çıkarması, üstüne üstlük bunları planlı yapması da takdir edilmeli.

‘Ayrılan yer’ sahnesindeki vinç kullanımı veya yangın sahnesindeki ‘kuzu’nun işlevi gibi ince ama anlamlı mizahi dokunuşlar da bir bakıma filmin yönünü belli etmiş. Eski model samimi Yeşilçam komedilerinden biri olma işlevinde de, melodramlardaki demode öğeleri ve beylik diyalogları içermeden ‘dürüst bir yol’ almasını sağlamış.

FİLMİN NOTU: 4.7

Künye:

Yangın Var
Yönetmen: Murat Saraçoğlu
Oyuncular: Osman Sonant, Nesrin Cavadzade, Şerif Sezer, Erkan Can, Yavuz Bingöl, Reha Özcan
Süre: 95 dk.
Yapım Yılı: 2011










695472_bd2bf5d721ce28ac0afeef35deedd003.jpg


ŞAKA MI, GERÇEK Mİ?

Necati Cumalı’nın taşradaki kadın meselesine odaklanan öyküsünün Şerif Gören imzalı sinema versiyonu. “Ay Büyürken Uyuyamam”, bu meseleyi ele alırken elimize o kadar çok ‘kült’ olacak malzeme vermiş ki çiğlikte tadına doyum olmaz bir seyirlik sunuyor adeta. ‘Her şey şaka mı?’ diye izlerken nihayetinde izlediklerimizin ‘gerçeğin ta kendisi’ olduğunu öğrendiğimizde de yüreğimize bir hançer saplıyor. Ed Wood gibi bir çöp yönetmeninin eline verseniz, bu kadar kötü bir film çekmeyi beceremez. 2011’de üretilen aşağı yukarı 10 yerli çöp örneğin arasına biri daha adını altın harflerle yazdırıyor. Peki hangisi daha trajik? Ona siz karar verin. Liste aşağıda.

Filmin fragmanı için tıklayınız...

Necati Cumalı’nın ‘Türkiye’de şehirden taşraya göçen kadınların akıbeti ve küçük kasabada cinsellik mevzusu’ üzerine kalem oynattığı öyküsü, nedendir bilinmez Şerif Gören’in elinde ‘çöp bir trajikomedi’ye dönüşmüş. Zira filmde karakter, yönetmenlik, senaryo gibi temel öğeler sinema gerçeğinin yakınından bile geçmezken, 80’lerin Yeşilçam demodeliğini de, 60’ların çağ dışı Yeşilçam algısını da mumla aratan bir ürün çıkmış karşımıza. “Ay Büyürken Uyuyamam”, Muhsin Ertuğrul filmleriyle yan yana koysanız ‘herhalde bundan daha önce çekilmiştir’ diyeceğiniz bir malzeme sunuyor. Yer yer Sergei Eisenstein’ın kurgu denemeleri yaptığı dönemin mizansenlerini de hatırlatmıyor değil.

Ay büyürken uyuyamayanların filmi

Şimdiden uyaralım, filmi izlerken Gören’in Yılmaz Güney ile işlevsel çalışmalarından haberdar olmasanız -ki şahsen onlarda en zayıf halkanın kendisi olduğunu düşünürüm- sinemaya ilk kez giren bir dizi yönetmeni olduğunu düşünmeniz olası. Bu da çeşitli soruları akla getiriyor: Dramatik bir hikayenin orta yerinde dumanların arasından sabah koşusu yaparmış gibi sahneye giren mavi gözlü kitsch (bayağılık estetiği) bir yakışıklı erkek figürünün ne anlamı olabilir? ‘Kadınlar ay büyürken uyuyamaz’ diyerek erkeksiz kadınların ‘içler acısı’ halinden dert yanan bir hayat kadının çocuk yaştaki bir delikanlıyla ilişkisi seyirciye nasıl olur da bir duygusal tatmin sağlayabilir? Zoom in ile zoom out kavramları sesli sinemanın başlarından beri kullanılan bilinçli kamera teknikleri değiller midir?

Aslında bu sorular uzatılabilir ancak belli ki Cumalı’nın penceresinden bakmıyor, bakamıyor Gören. Hakan Boyav ve Ali Düşenkalkar gibi yetenekli oyuncuların ağırlıklarını koyup durumu kurtarmaya çalıştığı anlarda da, yönetmenin ‘açı’ tercihleriyle bir anlamda arka plana postalandıklarını görüyoruz.

Kült malzeme ‘seç beğen al’ algısını harekete geçirmiş

Filmde bir anne ile kızlarının kasabaya girmesiyle oluşan süreçte, ‘babam başörtü bağlamazsan almaz’ diyen abartılı damat adayından tutun da hayranlarını bekleyen hayat kadınına kadar herkes ama herkes evinde kıyafetini giyip sahneye öyle girmiş gibi duruyor. Bu durum kameranın dengesiz hareketinin ışığında ‘çöp’ eğilim izlenmesiyle birleşince de son beş senede ‘toplu üretim’ ile artan bu seviyedeki ulusal örneklerden biriyle karşılaşıyoruz.

Diyalog desen yok, oyunculuk desen yok, yönetmenlik desen 80 yıl öncesinde takılıyor, ama iş sansasyon yaratmaya geldiğinde birkaç seks sahnesi ile aradan sıyrılıveriyor. Araya aynalara bakıp kendi kendine konuşma ve bir görünüp bir kaybolan erkek hayalleri de eklenince bir bakıma ‘beterin beteri varmış’ diyerek tüketilen film bütününün işlevi tamamlanıyor sanki. İsminden vukuatlarına, efektlerinden oyunculuklarına kadar gerçek bir kült malzeme var karşımızda. İşin trajiği ise bu durumun Şerif Gören gibi bir ismin elinden çıkmış olması.

Ed Wood’a verseniz daha kötüsünü çekemezdi

Yoksa Ayça Bingöl, Hazal Kaya, Fırat Çelik, Selin Şekerci gibi dizi oyuncularına üzülmeyeceğiz. Eğer izlerseniz eski model dublaj ile çekilmiş, korku filmi müzikleriyle donatılmış bu karton yolculuğu neye benzeteceğinizi biz de merak ediyoruz. Zira durum o kadar trajik ki çöp çekmesiyle sinema tarihinde ‘kült’ kimlik edinen Ed Wood gibi bir yönetmenin eline verip ‘kötü film çek çöp olsun’ deseniz bile bu kadar kötüsünü çekmeyi beceremez.

Bu durum da ister istemez; “Çalgı Çengi”, “Ya Sonra”, “Kir”, “Press”, “Hop Dedik: Deli Dumrul”, “Ağır Abi”, “Şov Bizinıs”, “Misafir”, “Mühürlü Köşk” ve “Bendeyar” birlikte yılın en özlü çöp örneğiyle yüzleşmemizi sağlıyor. Hangisinin daha öne çıktığı ise sizin seçiminiz. “Ay Büyürken Uyuyamam”ı izlerken öyle bir sürece giriyorsunuz ki ‘bu kadar da olmaz’ diye diye bir bakıyorsunuz 110 dakikayı geçirmişsiniz.

FİLMİN NOTU: 0.8

Künye:

Ay Büyürken Uyuyamam
Yönetmen: Şerif Gören
Oyuncular: Ayça Bingöl, Hazal Kaya, Selin Şekerçi, Fırat Çelik, Hakan Boyav, Ali Düşenkalkar
Süre: 110 dk.
Yapım Yılı: 2011









695472_531dc52687ae2e3cdf639527857fdd73.jpg



GÖZYAŞI OLMADAN ASLA!

Charlotte Brontë’nin sayısız kez sinemaya uyarlanan ve feminist okumalarla değerlendirilen romanı ‘Jane Eyre’, 2011’de Mia Wasikowska’nın uyumuyla beyaz perdede canlanmış. Ancak buradaki genç kadın-olgun erkek ilişkisinin son dönemin gerisinde bir süzgeç sunması ve uyumsuzluk mağduru olması filmin, ‘sınıfsal kargaşa ve yalnızlık’ meselesi üzerinden yarattığı sinemasal anları heba etmiş. Zira “Jane Eyre”, 2000’lerin stilize kostümlü-dramalarından biri olmaktan ziyade ‘kaliteli bir iş’ sunma çabasıyla, yüreklere seslenen ‘destansı aşk’ tonuyla ve Fassbender’in ‘idare etme’ düşüncesiyle sarsılmış.

Filmin fragmanı için tıklayınız...

Genç kadın-olgun erkek ilişkisi filmlerinin belki de tabanı anlamına gelen Charlotte Brontë’nin romanı, nedendir bilinmez ama 1943 tarihli Joan Fontaine-Orson Welles ikilisini bir araya getiren uyarlama dışında kalıcı bir beyaz perde temsiline sahip değil. Bunun da sebebi cüretkarlığını ‘metin’ açısından sanat dallarına sızdırmasıdır zaten. Burada ise eser, 2009 Sundance Film Festivali ödüllü “Sin Nombre” ile çıkış yapan Cary Fukanaga’nın eline teslim edilince sonuç yine benzer olmuş.

Modern kostümlü-drama formülüne çok yaklaşamamış

Zira bu mesele üzerine son yıllarda “Akvaryum” (“Fish Tank”, 2009), “Venüs” (“Venus”, 2006), “Acı Ay” (“Bitter Moon”, 1992) ve “L’Ennui” (1998) gibi modern zamanlı örnekler var iken “Jane Eyre”ın (2011) aristokrasi zeminine dönmesi pek işlememiş. Oluşan bu durumun kaynağı da daha çok Fukanaga’nın ‘memur’ kisvesi altına girip; görüntü yönetmeni, sanat yönetimi, kurgucu, kostüm tasarımcısı ve besteci ile gerçek bir ‘holding sahibi’ kıvamında çalışmış olması. Sonuç iyi çekilmiş bir eser belki. Hatta yönetmenin stüdyolarda yolunun açılmasını sağlayabilir. Ancak bu durum halihazırdaki proje için yeterli olmamış.

Çünkü 70’lerde “Arabulucu” (“The Go-Between”, 1970), “Muhteşem Gatsby” (“The Great Gatsby”, 1974) gibi yapıtlarla stilize bir yol alan kostümlü-dramanın ya da İngilizlerin deyişiyle ‘heritage film’in, en azından “Büyük Aşk” (“Coco Chanel & Igor Stravinsky”, 2009) ve “Genç Victoria” (“The Young Victoria”, 2009) gibi örneklere ihtiyacı var. Bu da Jan Kounen ya da Jean-Marc Vallée gibi üslup sahibi yönetmenlerin ‘eksiklik’ini filmin genel toplamında hissettiriyor.

İlk 30 dakikayı ile sonrası arasında derin farklar var

Kabul etmek lazım, Fukanaga bu durumu sadece ‘yalnızlık’a ve ‘hayatın ilk dönemi’ne odaklanılan ilk 30 dakikada iyi becermiş. O bölümde sesten doğaya, görsel akıştan oyunculuğa tarlalarda ve malikanenin içindeki kareler ‘şiir’ edasıyla seyirciyi esir altına alıyor.

Ancak bu ‘zamansız’ duruşun ardından gelen Michael Fassbender algısı, nedendir bilinmez Jane Eyre’a büyük bir keskinlikle bağlanan Mia Wasikowska’nın samimiyetini dahi yıkmış. Oyuncu “Açlık” (“Hunger”, 2008) ile çıkış yapsa da, bu yıl “Utanç” (“Shame”, 2011) ve “X-Men: Birinci Sınıf” (“X-Men: First Class”, 2011) dışındaki iki eserinde (“Jane Eyre” ve “Tehlikeli İlişki”) belli ki idare etmiş. Bu durum ikilinin arasındaki ‘yasak ilişki’ meselesini; “Parlak Yıldız” (“Bright Star”, 2009) ve “Marie Antoinette” (2005) gibi son dönemdeki ‘kadın gözlü’ akrabalarının sinemasal yetisinden uzaklaştırmış.

‘Destansı aşk’ damarından çekmiş

Böyle olunca 30. dakika ila 90. dakika arasındaki dilimde daha çok ‘ayrılık, ulaşamama ve içine atma ile yükselen destansı aşk’ dokusu hakimiyet kurmuş. Finalde varılan ‘trajik’ yeri bir kenara bırakırsak filmin bunun devamında ‘sınıfsal kargaşa’yı ele alırken ‘kategori atlama-düşme’ meselesinden çıkardığı alt metinler dikkat çekici olabilir.

Ancak en zayıf halka ne yazık ki filmin temelini oluşturması gereken Wasikowska-Fassbender (Jane Eyre-Rochester) ilişkisi gibi gözüküyor. Bu da belli ki bağımsız kaynaklı Fukanaga’nın henüz oyunculara hakim bir görüntü çizememesinden kaynaklanmış. Bu konuda çok fazla ‘liderlik’ gösterememesi de ister istemez Sally Hawkins ile Judi Dench’i kendi haline bırakmış. Ortadaki ‘duygusal’ sürece odaklanması ise ‘gözyaşı olmadan asla!’ düşüncesini harekete geçiren bir son kısımla seyircisinin ‘yürek’ine yönelmesini sağlamış. Üstüne üstlük, isteyerek veya istemeyerek onu tam olarak bilemeyeğiz ama bu sonu kendisinin hazırladığı çok net.

FİLMİN NOTU: 4

Künye:

Jane Eyre
Yönetmen: Cary Fukanaga
Oyuncular: Michael Fassbender, Mia Wasikowska, Jamie Bell, Sally Hawkins, Craig Roberts, Judi Dench
Süre: 120 Dk.
Yapım Yılı: 2011





695472_2a820e0b0314f6b3652537ca428db675.jpg



BULANIK KİMLİKLERİN KÖKENİNDE NE VAR?

Doğuda terkedilip kumlar altında kalan köylerin derinliğinde ne gibi hikayeler yatıyor? Bunların ‘Batı’ uygarlığıyla buluşmasında yitip giden insanoğlu mu oluyor? İşte “İz”, bu toplumsal kimlik meselesini araştırırken bulanıklaşan sosyopolitik varoluş durumuna el atmış. Ancak yönetmeninin; ikinci yarıdaki ‘uzun plan-geniş açı’ algısıyla yükselen stilini, ilk yarıda ‘yakın ölçekli mercekler’ üzerinden canlandıramamasından zarar görmüş. Her şeye karşın iyi niyetli bir ilk film var karşımızda.

Filmin fragmanı için tıklayınız...

“Yol”un (1982) bir türevi kıvamında ileryen “İz” (“Rêç”, 2011), 80 yaşındaki Kürt bir annenin çektiği ‘nereye gömüleceğim?’ sorunsalına ailenin bireyleri üzerinden bakış atmış. Sinemaskop formatında yüksek prodüksiyon kalitesiyle öne çıkan eserin, karakterlerini ve oyuncularını bütüne uyduramama sorunuyla darbe aldığı kesin. Bu durum da özellikle ilk bölümün ‘kopyala-yapıştır’ duruşuyla sarsılmasına yol açmış.

Yarım bir başarı

Ancak bu süreç boyunca İranlı yönetmenlerin ‘sosyal mesele yeterli’ düşüncesini taşıyan yönetmenin, yakın ölçekli merceklerden geniş ölçekli merceklere geçtiği son kısımda fazlasıyla içindeki Angelopoulos’u açığa çıkardığı söylenebilir. Zira ruhani yol filminin “Sonbahar” (2008) kıvamında bir görünüme büründüğü bu bölümde, ninenin iki oğlunun yalnızlığı ve doğadaki durumu öne çıkarılmış.

Sanki bu sahneleri önceden kafasında saniye saniye canlandıran Aydın’ın eseri üretme sebebi, sadece son 20 dakikayı çekmekmiş. Bu doğrultuda da gerçek anlamda elimize verilenlerin bir ‘yarıda kalmış yönetmenlik’ sunduğu apaçık ortada. Öyle ki filmin meselesinin temelinde yatan ‘yok edilen köylerin kimliği, kökleri ve varoluşsal zedelenmesi’ durumu bu zaman diliminde müzik ve ses kullanımıyla seyirciyi kavrayabiliyor.

Artan Kürt filmlerinin arasında hatırı sayılır bir yere yerleşiyor

Ancak o sürece kadar ilk bölümdeki çok yakın ve yakın plan algısının oyunculuk zaafı nedeniyle yerine getirilip yolun gerçekliğini kalkındıramadığı bir gerçek. Bu da Aydın’ı umut vaat eden bir yönetmen yaparken “İz”i de artan Kürt filmleri arasında hatırı sayılır bir platforma yerleştiriyor. Zira bir anda unutulan insanların, bu dünyada değişimden çeken bulanık kimliklerin üzerinden filizlenen ‘çarpıcı bir azınlık portresi’ni zaman zaman zekice çıkaran bir yapıtla yüzleşiyoruz.

Filmin ‘iz’ bırakması çok kolay değil. Ama temeline baktığımızda bir işçilik, düşünce ve iyi niyet sezebiliyoruz. Bu da “Min Dit” (2009) ile yarışan bir eser getirmiş. Yönetmen bir Kazım Öz değil belki, ama bir Miraz Bezar olabilir.

FİLMİN NOTU: 4.8

Künye:

İz (Rêç)
Yönetmen: Tayfur Aydın
Oyuncular: Necmettin Çobanoğlu, Bilal Bulut, Melahat Bayram, Serdar Orçin
Süre: 86 dk.
Yapım yılı: 2011




695472_77a1edb9eac17e6ea94895f9ef9ad21d.jpg



SIMON’IN OLAĞANÜSTÜ KADERİ

“Amélie”nin oluşturduğu film modelinin kuşkusuz en keskin temsilcilerinden biri de İskandinav ülkeleri. Norveç yapımı “Kadın Gibi Geçti”nin ardından “Aşkın Formülü Yok” da bu formülü ana karakterinin hayali evrenine geçiren detaycı dünyasıyla dikkat çekiyor. Toplumsal sıkışmışlığın dışavurulmasıyla ortaya çıkan hayal gücü, yaratıcılık, karakter zekası ve daha nicesi de yönetmenin gücüyle ‘eğlence’ depolar hale geliyor. Zira asperger sendromunun üzerine yerleştirilen sinema dilini bu kadar inandırıcı kılmak her baba yiğidin harcı değil.

Filmin fragmanı için tıklayınız...


2001’de ‘peri masalı filmi’ alanında, gerçeklik-hayal arasındaki çizgiyi muğlaklaştıran kendine özgü dünyasıyla çığır açan “Amélie” (“Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain”) yeni sinemacılara kuşkusuz önemli bir kol armağan etti. Başta Fransa olmak üzere bu film modelinin özünden üretim yapan çeşitli ülke sinemaları da mevcut hale geldi bu dönemde.

“Amélie” modelinin en keskin temsilcilerinden

Bunlardan kimisi ‘anlatıcı’ geleneğini transfer edip; “Mary ve Max” (“Mary & Max”, 2009) ile stop-motion animasyona veya “Tony Takitani” (2004) ile Japon minimalist sinemasına uyarlarken, kimisi ise özgün müzik-kurgu dengesini “Elveda Lenin” (“Goodbye Lenin!”, 2003) gibi bir projeye uygun görebiliyordu.

Ancak bu süreçte bu gelenekleşen yapıyı birebir kullananlar arasında Yann Samuell’in eli yüzü düzgün işleri ile İskandinav sinemasının denemeleri öne çıktı ne hikmetse. Petter Næss’in “Kadın Gibi Geçti”sinin (“Tatt av kvinnen”, 2007) ardından “Aşkın Formülü Yok” (“I rymden finns inga känslor”, 2010) da aynı yolun yolcusu. Masalsı romantik-komedi gibi başlayıp ‘aşk arayışı’nı öne çıkaran bu eserlerin her ikisi de, detaylar ile anlatıcı sesine verdiği önem ve hayali dünyayı film evreninin içine transfer etme güdüsüyle dikkat çekti.

Asperger sendromunu sömürmeden zeki bir sürece teslim etmiş

Bu açıdan da daha önce “Mozart ve Balina” (“Mozart and the Whale”, 2005), “Adam” (2009) gibi sömürü aracına çevirilen asperger sendromunun burada “Aşk Sarhoşu”vari (“Punch-Drunk Love”, 2002) bir mesafeye kavuştuğu kesin. Bunda başrol oyuncusu Billy Skarsgård’ın payından ziyade Andreas Öhman’ın yönetmenlik yaklaşımının payı büyük. Öyle ki henüz açılış jeneriğindeki logoların arasında, uzaydaymışçasına kulaklıkları ve davul çalışıyla beliren ‘Simon’ı yerleştiren yönetmenin amacı açık.

İnsanlara ‘bilimkurgu mu, romantik-komedi mi?’ sorusunu soran bu “2001: Uzay Yolu Macerası” (“2001: A Space Odyssey”, 1968) aşığı karakterin, filme ‘çöp kutusuna benzer gerçeküstücülükte bir varil’in içinde giriş yaptığı görülebiliyor. Bunun ardından ise kendi dünyasını plan-program, detay, anlatıcı sesi ve aşkı bulma şartlanmalarıyla yönlendiriyor. Lafın özü sinemada sömürüye açık bir alan Jeunet’nin modeliyle son derece zeki bir sürece teslim edilmiş.

İstenilen doku yüzde yüz anlamda tutturulmuş

Yönetmenin alan derinliğindeki ‘pastel’ renkleri ve ‘yan motifler’i kullanma becerisinin olağanüstülüğü, diyalog inandırıcılığına da sıçrayınca bütün tamamlanıyor. Elbette absürt komedi aşılayan yan karakterler de unutulmamalı. Bunların tamamından karşımıza ‘Améliesk’ bir oluşum çıkarken, o konuda ayaklarının üzerinde duran ‘sıkışmışlıktan yükselen hayal gücü’ meselesi bir an bile sıkıntı çekmiyor.

Bu da filmin özelliğine özellik katarken; İsveç ailesindeki dışlanma meselesi el kamerası odaklı ‘karakter drama’sına veya klasik Amerikan sineması dokulu melodrama (tearjerker) girebileceği bir süreci izlemesini engelliyor. Aksine ‘öznel evren’in içinde karakterin gözünden çeşitli öğelerin oranları ya da yaratıcı çıkarımları odaklı bir akış izliyoruz. Film de bu açıdan kendi dünyasını tepeden tırnağa oluşturabilmiş. Yapmak istediklerini yerine getirirken en ufak bir ‘eksiklik’le bile yüzleşmemiş.

FİLMİN NOTU: 6

Künye:

Aşkın Formülü Yok (I rymden finns inga känslor / Simple Simon)
Yönetmen: Andreas Öhman
Oyuncular: Bill Skarsgård, Cecilia Forss, Martin Wallström, Sofie Hamilton, Susanne Thorson
Süre: 85 Dk.
Yapım Yılı: 2010








695472_b2576a14ecd4f0fb809b0c28b6894846.jpg



BEYZBOL’UN BÜLENT UYGUN’U

1999’da “Kazanma Hırsı” ile başlayıp spor filminin artık ‘oyuncu başarısı’ ve ‘maç sahnesi’nin uzağına geçmesini sağlayan düşünce yapısının son temsillerinden. “Kazanma Sanatı”, Oakland Athletics’in başındaki, kariyeriyle Bülent Uygun’u andıran menajer Billy Beane’in kibir yüklü başarısızlık hikayesine odaklanmış. Karakterin Bennett Miller’ın katkısını arkasına alarak Oscar’a göz koyan Brad Pitt’in yüksek performans gücüyle parlaması dikkat çekici. Ancak esasen modern spor filmi alanında istatistik, liderlik, diktatörlük, hırs, kibir, özgüven gibi kavramların temele, bürokrasiye etkisini inceleyen, kıvrımlarında dolaşmaktan zevk alınacak bir film var karşımızda. ‘Hayat fena halde spor kulüplerinin yönetimlerine benzer’ deyişini muhakeme etmemizi sağlıyor.

Filmin fragmanı için tıklayınız...

Haftanın en iyisi “Kazanma Sanatı”nın vizyondan bir gün önce dün yazdığım eleştirisine şu linkten ulaşabilirsiniz:

BEYZBOL’UN BÜLENT UYGUN’U

FİLM NOTU: 6.1

Künye:

Kazanma Sanatı (Moneyball)
Yönetmen: Bennett Miller
Oyuncular: Brad Pitt, Jonah Hill, Philip Seymour Hoffman, Chris Pratt, Robin Wright, Tammy Blanchard
Süre: 133 dk.
Yapım yılı: 2011
















 
Geri
Üst