Dünya sınavında her insanın aynı şartlarda olmamasının nedeni hakkında

mantser

New member
Katılım
8 Tem 2006
Mesajlar
292
Reaction score
0
Puanları
0
Birçok müslümanın kafasını kurcalayan bu soru hakkında soru cevap şeklinde bir yazı buldum ve paylaşmak istedim

Soru
Dünya bizim için bir sınav. Ahirete hazırlık için.. Sonsuz yaşam için bu bir sınav.Yıllardır böyle okuduk böyle bildik.Tövbe haşaa ,böyle bir şeyi sorgulamak bile beni irkitiyor.Dünya bir sınavsa Rabbimizin bize yaptığı , peki neden herkes safhada başlamıyor bu sınava... Şehrin en fakir en ücra köşesinde doğup büyüyen bir çocuk için günah daha kolay değil midir ? Yaşamını sürdürmesi için yiyecek içeçek bulması gerekir.E yoksa durumu ? Ne yapacak çalacak vb.


CEVAP
Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allahü Azimüşşân'ın hakkıdır. Mahlûkatın O'na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.

Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azi-müşşân'dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufat-ı hakîmane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz. Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allahü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili mes'elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı mes'eleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mes'uliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.

Bir kısım insanların, Kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan mes'elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir. Mesela tıb ilmi, Hakîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, herbir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o azanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kimse de, her hâdisede İlâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.

Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde:

“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder” (Bakara Sûresi, âyet: 286.) buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.

- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.

- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.

- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mes'ul olmaz.

- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.

Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kullan için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

Allahü Teâlâ mutlak- adaletiyle kullarının mes'uliyetlerini bedenî ve malî durumlanyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hakk, kullannın akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibâdetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kıuhır akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.


Alıntı
 
Güzel bir yazı olmuş..Alıntı yerine tam yazanı olsa daha bir makbul olurdu ancak neyse....Yazıda anlatılan şeyler gerçekten güzel...Allah'ın, yukardaki yazıda da bahsettiği gibi, tek istediği ona kulluk etmemizdir...Eşit şartlarda olmayanların elbet o kanunların ceza ve mükafat yağmuruna da aynı şiddette maruz kalmıyacakları kesindir...Çöplükten bulduklarıyla karnını doyuran birinin yiğceğini bir arkadaşıyla paylaşmasındaki fedakarlık ile para babası birinin marketten aldığı somun etkmeğini arkadaşıyla palaşması bir sayılabilir mi...Öyle ki para babası bütün mal varlığının yarısını arkadaşının üzerine geçirse belki eşit bir fedakarlıktan bahsedilebilir...Ancak geriye kalan paranın çokluğunu düşünürsek hala o çöplükten beslenen arkadaş kadar fedakarlık yapmış sayılmaz...Kısacası başımıza gelenlere büyük küçük dememk lazım..Bize göre büyük bir felaket olan , başkasına göre basit bişey olabilir...Veya başkasının hiç kaldıramıyacağı bir zorluk olabilir...En doğrusu isyankar davranmadan, etrafındakileri de rahatsızlığa sokmadan işin üstesinden gelmeye çalışmaktır...Kısacası Sabırla...

Allah Gaffur'dur, Gaffardır..Bağışlaması sınır tanımayandır....Tek bir insanın bile olmadığı bir adada büyüyen bir kişinin dahi tek yapması gereken bir yaratıcının varlığından haberdar olmasıdır ki bu onun diğer bütün günahlarının avf olmasına kafidir....Hal böyleyken, Allah bu kadar yardım ve destekçi olmaya çalışırken (ki bu hususda gayret edip ona itaatte bizim çaba sarfetmemiz ve bize verdikleri için bütün bir ömür, hatta ömürler boyu gücümüzü ona itattle harcamamız gerekirken), hala "O"nun koyduğu kuralları sorgulamak, "O"nun varlığını sorgulamak kısacası "O"nu sorgulamak gafleti bizde nedendir bilinmez...


Paylaşım için tekrar Allah razı olsun kardeşim...
 
herkez aynı sınavla sınav olunsaydı
sabır nerde kalırdı,şükür nerde kalırdı..
 
Geri
Üst