ofoking
New member
14 Şubat Sevgililer Günü'yle birlikte yine tatlı bir telaş başladı. "Her şeyimsin" dediğimiz aşkımıza mümkün olsa da her şeyi verebilsek. Nedir bunun sırrı? İnsana en imkânsızı bile tereddütsüz yaptırabilen aşk, gücünü nereden alıyor? Bu sorular insanlık tarihi kadar eski. Son zamanlarda, bu tılsımın daha çok biyokimyasal ve genetik kaynağı üzerinde yoğunlaşıldı. Ancak, doğru yanıtı belki de, İlkçağ filozoflarının ve psikanaliz uzmanlarının çıkarımlarında aramak gerekiyor.
Sevgililer Günü'nün başlangıcına ilişkin çeşitli efsaneler ve hikâyeler var. Bunların arasında en güzeli, Julia ve Valentinus ile ilgili olanı.
3. yüzyılda, Roma tahtında II. Claudius oturuyordu. "Zalim" sanıyla tanınan imparator, savaş ve askerliğe tutkundu; her yetişkin erkeğin asker olmasını istiyordu. O kadar ileri gitmişti ki, askerliğe engel oluyor düşüncesiyle evlenmeyi, yani aşkı bile yasaklamıştı.
Romalıların 12 tanrıya tapmalarını, aksi davrananların, özellikle de Hıristiyanlarla ilişkiye girenlerin ölümle cezalandırılacağını duyurdu. Bu emre uymayanlar arasında, Aziz olarak bilinen filozof Valentinus da vardı. Vaazlar veriyor, imparatorun hatalı olduğunu anlatıyordu.
Sonunda idamla cezalandırılmak üzere hapse atıldı. Gardiyan, Valentinus'un İsa ile ilgili anlattığı öykülerin arasında körlerin gözlerinin açıldığını öğrenince, görmeyen kız kardeşini gizlice Valentinus'un yanına getirdi. Julia zeki ve güzel bir kızdı. Valentinus ona tarih, aritmetik, doğa ve dini anlattı. Genç kız da, dünyayı azizin gözleriyle görmeye başladı. Ama bir gün, tüm bu anlatılanları gerçekte de görmek istediğini söyledi. Birlikte tanrıya dua ettiler.
Julia görmeye başladı; ancak, ertesi gün Valentinus'un ölüm emri geldi. Aziz, Julia'ya son bir not yazdı; ona Tanrı'ya hep yakın olmasını öğütledi. Notun sonunu da "Senin Valetinus'undan" diye imzaladı. Ertesi gün, yani 14 Şubat 270'te, mektup Julia'ya ulaştı. Julia, Valentinus'un mezarının yanına pembe çiçekler açan bir badem ağacı dikti. Günümüzde sevgi ve dostluğun simgesinin badem ağacı olması, işte buradan kaynaklanıyor.
Kuşkusuz büyük aşklar, bu efsaneden sonra ortaya çıkmadı. Üstelik, sadece insana özgü de değil. Sırlarla dolu bu olguda, tanrılar da dahil birçok etmenin parmağı var.
Afrodit'in doğumu büyük sevinç yaratmıştı. Aşk ve güzellik tanrıçası dünyaya geldiğinde, gökyüzünün diğer sakinleri müzik, dans eşliğinde nefis yiyecek ve içeceklerin yendiği coşkulu bir şenlik düzenlediler. Tanrılar doyasıya eğlendiler, hiçbir taşkınlıktan kaçınmadılar. Özellikle de, her derde deva hünerleri olan bolluk tanrısı Poros, şaraba hakkını vermişti. Kısa süre sonra bir köşede sızıp kaldı.
Başka bir köşede, bu anı bekleyen yoksulluk tanrıçası Penia hemen harekete geçti ve Poros'u baştan çıkardı. Penia hamile kaldı ve Eros'u dünyaya getirdi. Eros da annesi gibi meteliksiz bir yaşam sürdü. Geceleri doğa ananın kucağında ya da kapı eşiklerinde yatıyordu. Ancak, babasına çeken tarafıyla da hep güzelin, iyinin ardındaydı. Yürekli, atılgan, dayanıklı ve yaman bir avcıydı; hep tuzaklar kurdu.
Fikirlere, buluşlara düşkündü ve büyücülükte eşsizdi. Aslında ne ölümlü ne de ölümsüzdü. Aynı günde bolluk içinde gelişir, yaşar, birdenbire ölür; sonra yine babasının doğası gereği bir çaresini bulup dirilirdi. Bu nedenle sevgi, ne yokluk içindedir, ne de varlık içinde... Sevgi hiçbir zaman kanmıyordu. O, hep arayan ve arzulayan bir duygu oldu.
Yunanlı filozof Platon (M.Ö. 427-347), şehvet dolu bedensel arzuların, yani Eros'un ortaya çıkışını anlattığı ünlü eseri "Şölen"de, neşeli ve çizgi dışı Eros aracılığıyla, aşka, ilk anda anlaşılması zor bir bakış açısı kazandırıyor.
Günümüzde "aşk" ve "neden aşık oluyoruz?" gibi soruların yanıtını bulabilmek için daha çok tıbbi araştırmalara yöneldik. Eş ararken göz önünde bulundurduğumuz kriterleri, genler ve kromozomlarla açıklamaya çalışıyoruz.
Küçümsenemeyecek payları olduğu kesin; ancak, söylediğimiz gibi sadece payları var... Bu nedenle aşkın kaynağını bulmak için geriye, tekrar Platon'a dönelim. Platon, aşkın güçlü bir yaratık (daimon) ve insanlar ile tanrılar arasında bir elçi olduğunu söylemiş. Filozofa göre, aşkın dünyevi ve uhrevi bir boyutu var. Daha sonraki yüzyıllarda psikanaliz uzmanları, bunu bilinçli ve bilinçsiz boyut diye tanımlıyorlar.
Platon bir başka çıkarımda daha bulunmuştu. Aşka ihtiyaç duyulmasının bir nedeni de yoksulluk, fakirlikti. Dolayısıyla, bizlerde bir eksiklik duygusu ve aynı zamanda da tamamlanma arzusu yaratıyordu.
"Her yer çok karanlıktı. Birbirimizin gözlerini bile göremiyorduk. Ama bu her şeyi daha da kolaylaştırıyordu," diye başlıyordu genç kız günlüğünün sayfasına. "Beni seviyor musun?" diye sordu, başımla olumlu yanıt verdim.
Daha fazlasını yapamadım. 'Söyle bana' dedi, ama hiçbir şey söylemedim. 'Yardım ister misin?' dedi. Onu o kadar çok seviyorum ki, neredeyse ağlayacaktım. Ona, bir daha bırakmamacasına sıkıca sarılmak istiyordum. Sonunda onu ne kadar çok sevdiğimi söyledim. Önce onunla, sonra da tek başıma; saatlerce ağlamak istedim. Böyle davranarak bana neler yaptığını bilmiyor. Bir gün gelecek, beni sevmekten vazgeçecek. Sevmekten vazgeçmek... Eminim ilk kez yapmıyordur. Çok deneyimli görünüyor. Ama, ben onu sevmekten asla vazgeçemeyeceğim. Özellikle de ne kadar çok sevdiğimi ona söyledikten sonra. Bu duygularım iki yıl öncesine ait. Onu hâlâ çok seviyorum. Ama, o beni artık sevmiyor."
Birisi yüzünden niçin acı çekiyor ya da mutlu oluyoruz? Klinik psikoloji uzmanı Martin S. Bergmann, aşk konusunda yirmi yıl boyunca kapsamlı bir araştırma yaptıktan sonra bir teori geliştirdi. Bilim adamı, teorisini oluştururken psikoloji dalının sınırlarını fazlasıyla aşmış.
Araştırmasına tarih, Mısırbilim, felsefe, edebiyat ve din konularında sayısız bilgiyi de katmış. Bergmann, sevgiliye bağlı acı ya da mutluluğun nedenini Platon'un düşüncelerinde arıyor: Filozof diyor ki, "Ölümsüzlüğün peşinde koştuğumuz için sürekli üremek istiyoruz. Bu çırpınış, kahramanlık ve fedakârlık eylemlerinin de ateşleyicisi." Yani, kadınla erkek arasındaki ilişkiyi ilk alevlendiren etken, genetik yenilenme arzusu... Günümüzde yapılan araştırmaların sonuçları ve İlkçağ düşünürleri, bu konuda aynı görüşü paylaşıyorlar
Sevgililer Günü'nün başlangıcına ilişkin çeşitli efsaneler ve hikâyeler var. Bunların arasında en güzeli, Julia ve Valentinus ile ilgili olanı.
3. yüzyılda, Roma tahtında II. Claudius oturuyordu. "Zalim" sanıyla tanınan imparator, savaş ve askerliğe tutkundu; her yetişkin erkeğin asker olmasını istiyordu. O kadar ileri gitmişti ki, askerliğe engel oluyor düşüncesiyle evlenmeyi, yani aşkı bile yasaklamıştı.
Romalıların 12 tanrıya tapmalarını, aksi davrananların, özellikle de Hıristiyanlarla ilişkiye girenlerin ölümle cezalandırılacağını duyurdu. Bu emre uymayanlar arasında, Aziz olarak bilinen filozof Valentinus da vardı. Vaazlar veriyor, imparatorun hatalı olduğunu anlatıyordu.
Sonunda idamla cezalandırılmak üzere hapse atıldı. Gardiyan, Valentinus'un İsa ile ilgili anlattığı öykülerin arasında körlerin gözlerinin açıldığını öğrenince, görmeyen kız kardeşini gizlice Valentinus'un yanına getirdi. Julia zeki ve güzel bir kızdı. Valentinus ona tarih, aritmetik, doğa ve dini anlattı. Genç kız da, dünyayı azizin gözleriyle görmeye başladı. Ama bir gün, tüm bu anlatılanları gerçekte de görmek istediğini söyledi. Birlikte tanrıya dua ettiler.
Julia görmeye başladı; ancak, ertesi gün Valentinus'un ölüm emri geldi. Aziz, Julia'ya son bir not yazdı; ona Tanrı'ya hep yakın olmasını öğütledi. Notun sonunu da "Senin Valetinus'undan" diye imzaladı. Ertesi gün, yani 14 Şubat 270'te, mektup Julia'ya ulaştı. Julia, Valentinus'un mezarının yanına pembe çiçekler açan bir badem ağacı dikti. Günümüzde sevgi ve dostluğun simgesinin badem ağacı olması, işte buradan kaynaklanıyor.
Kuşkusuz büyük aşklar, bu efsaneden sonra ortaya çıkmadı. Üstelik, sadece insana özgü de değil. Sırlarla dolu bu olguda, tanrılar da dahil birçok etmenin parmağı var.
Afrodit'in doğumu büyük sevinç yaratmıştı. Aşk ve güzellik tanrıçası dünyaya geldiğinde, gökyüzünün diğer sakinleri müzik, dans eşliğinde nefis yiyecek ve içeceklerin yendiği coşkulu bir şenlik düzenlediler. Tanrılar doyasıya eğlendiler, hiçbir taşkınlıktan kaçınmadılar. Özellikle de, her derde deva hünerleri olan bolluk tanrısı Poros, şaraba hakkını vermişti. Kısa süre sonra bir köşede sızıp kaldı.
Başka bir köşede, bu anı bekleyen yoksulluk tanrıçası Penia hemen harekete geçti ve Poros'u baştan çıkardı. Penia hamile kaldı ve Eros'u dünyaya getirdi. Eros da annesi gibi meteliksiz bir yaşam sürdü. Geceleri doğa ananın kucağında ya da kapı eşiklerinde yatıyordu. Ancak, babasına çeken tarafıyla da hep güzelin, iyinin ardındaydı. Yürekli, atılgan, dayanıklı ve yaman bir avcıydı; hep tuzaklar kurdu.
Fikirlere, buluşlara düşkündü ve büyücülükte eşsizdi. Aslında ne ölümlü ne de ölümsüzdü. Aynı günde bolluk içinde gelişir, yaşar, birdenbire ölür; sonra yine babasının doğası gereği bir çaresini bulup dirilirdi. Bu nedenle sevgi, ne yokluk içindedir, ne de varlık içinde... Sevgi hiçbir zaman kanmıyordu. O, hep arayan ve arzulayan bir duygu oldu.
Yunanlı filozof Platon (M.Ö. 427-347), şehvet dolu bedensel arzuların, yani Eros'un ortaya çıkışını anlattığı ünlü eseri "Şölen"de, neşeli ve çizgi dışı Eros aracılığıyla, aşka, ilk anda anlaşılması zor bir bakış açısı kazandırıyor.
Günümüzde "aşk" ve "neden aşık oluyoruz?" gibi soruların yanıtını bulabilmek için daha çok tıbbi araştırmalara yöneldik. Eş ararken göz önünde bulundurduğumuz kriterleri, genler ve kromozomlarla açıklamaya çalışıyoruz.
Küçümsenemeyecek payları olduğu kesin; ancak, söylediğimiz gibi sadece payları var... Bu nedenle aşkın kaynağını bulmak için geriye, tekrar Platon'a dönelim. Platon, aşkın güçlü bir yaratık (daimon) ve insanlar ile tanrılar arasında bir elçi olduğunu söylemiş. Filozofa göre, aşkın dünyevi ve uhrevi bir boyutu var. Daha sonraki yüzyıllarda psikanaliz uzmanları, bunu bilinçli ve bilinçsiz boyut diye tanımlıyorlar.
Platon bir başka çıkarımda daha bulunmuştu. Aşka ihtiyaç duyulmasının bir nedeni de yoksulluk, fakirlikti. Dolayısıyla, bizlerde bir eksiklik duygusu ve aynı zamanda da tamamlanma arzusu yaratıyordu.
"Her yer çok karanlıktı. Birbirimizin gözlerini bile göremiyorduk. Ama bu her şeyi daha da kolaylaştırıyordu," diye başlıyordu genç kız günlüğünün sayfasına. "Beni seviyor musun?" diye sordu, başımla olumlu yanıt verdim.
Daha fazlasını yapamadım. 'Söyle bana' dedi, ama hiçbir şey söylemedim. 'Yardım ister misin?' dedi. Onu o kadar çok seviyorum ki, neredeyse ağlayacaktım. Ona, bir daha bırakmamacasına sıkıca sarılmak istiyordum. Sonunda onu ne kadar çok sevdiğimi söyledim. Önce onunla, sonra da tek başıma; saatlerce ağlamak istedim. Böyle davranarak bana neler yaptığını bilmiyor. Bir gün gelecek, beni sevmekten vazgeçecek. Sevmekten vazgeçmek... Eminim ilk kez yapmıyordur. Çok deneyimli görünüyor. Ama, ben onu sevmekten asla vazgeçemeyeceğim. Özellikle de ne kadar çok sevdiğimi ona söyledikten sonra. Bu duygularım iki yıl öncesine ait. Onu hâlâ çok seviyorum. Ama, o beni artık sevmiyor."
Birisi yüzünden niçin acı çekiyor ya da mutlu oluyoruz? Klinik psikoloji uzmanı Martin S. Bergmann, aşk konusunda yirmi yıl boyunca kapsamlı bir araştırma yaptıktan sonra bir teori geliştirdi. Bilim adamı, teorisini oluştururken psikoloji dalının sınırlarını fazlasıyla aşmış.
Araştırmasına tarih, Mısırbilim, felsefe, edebiyat ve din konularında sayısız bilgiyi de katmış. Bergmann, sevgiliye bağlı acı ya da mutluluğun nedenini Platon'un düşüncelerinde arıyor: Filozof diyor ki, "Ölümsüzlüğün peşinde koştuğumuz için sürekli üremek istiyoruz. Bu çırpınış, kahramanlık ve fedakârlık eylemlerinin de ateşleyicisi." Yani, kadınla erkek arasındaki ilişkiyi ilk alevlendiren etken, genetik yenilenme arzusu... Günümüzde yapılan araştırmaların sonuçları ve İlkçağ düşünürleri, bu konuda aynı görüşü paylaşıyorlar