64general1
New member
- Katılım
- 14 Haz 2007
- Mesajlar
- 1,720
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Yazan: Alper ÇAĞLAYAN
Türkiye’de bir takım kutsal değerler nedense belli başlı gruplarla birlikte anılmaktadır. Milliyetçilik bir partiye, ilericilik bir başka partiye, muhafazakarlık / dindarlık ise bir başka partiye tapulanmış gibidir sanki. Hem milliyetçi hem modern olamazsınız ya da hem dinine bağlı hem de Cumhuriyetine bağlı bir insan olamazmışsınız gibi bir hava yaratılmıştır ve bu paylaşımı herkes kabullenmiş görünmektedir.
Sadece soyut kavramlar üzerinde değil tarihe ve topluma mal olmuş bazı kişilerin paylaşımı konusunda da buna benzer sessiz bir uzlaşı vardır. Bu paylaşım bazı tarihi kişiliklerin hak ettiğinden fazla bir değerle anılmasına hatta ikon haline dönüşmesine yol açıyor. Bazı tarihi kişilikler ise bu tarafların sabit fikirleri altında boğularak, anlatılması gereken yönleri unutturularak içi boş birer tarihi figür haline getiriliyor. Bu ikinci gruba örnek vermeye kalktığımda aklıma ilk gelen iki kişi –nedense!- Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk oldu. Sadece yaşadıkları devir ve yaptıkları arasında değil, aynı zamanda ölümlerinden sonra yaşananlar ve bugünün kuşaklarınca değerlendirilme biçimleri bakımından da pek çok benzerlik görüyorum.
Fatih’in çağına göre ilerici fikirleri ve bu konudaki girişimleri herkesin malumudur ve daha önceki yazımda onun aslında kimler tarafından öldürüldüğünü de yazmıştım. Onun ölümünden sonraki mantalite değişimi de Osmanlı’yı Fatih’in hedeflerinden uzaklaştırmıştır. (Atatürk’ün ölümünden sonraki uygulamaların da Türkiye’yi nasıl raydan çıkardığı başka bir yazı konusu olur ve belki her iki dönemi karşılaştırırız)
Cumhuriyetçiler bugün hala ve maalesef Osmanlı mirasını reddeden ilericiler yaftasını taşımaktadır. Halbuki Osmanlı demek yekpare bir mantalite demek değildir. Osmanlı’da birbirleriyle durmadan mücadele eden zihniyetler vardı ve şüphesiz Cumhuriyet fikri de bu zihniyetlerden birinin uzantısı olarak doğdu. İşte bizim belki de farkında olmadan taşıdığımız zihniyet ve misyon Fatih’ten II. Mahmud’a, ondan da Atatürk’e uzanan zihniyettir.
Fatih’in zihniyetiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir takım insanlar stadyumları doldurup İstanbul’un fethini kutlarken, bizler bunu seyrediyoruz. Şimdi son zamanlarda İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşunu daha bir şevkle kutlamaya başladık. Neden? Çünkü biri Osmanlı’nın diğeri Türkiye Cumhuriyeti’nin başarısı! Ne kadar yanlış! Aradan 500 küsur yıl geçtikten sonra İstanbul’un fethini kutlayalım demiyorum ama ortalığı da Fatih’i bayrak yapan ama onun fikriyatından uzak yobazlara bırakmayalım. Fetih daha çağdaş biçimlerde değerlendirilebilir, onun siyasal, ekonomik, askeri ve kültürel sonuçları üzerinde yeniden kafa yorulabilir. Ve tabi ki Fatih’i anmayı sadece fetih günlerinde hatırlamak yerine bunu bütün bir yıla yayabiliriz.
Ulu Hakan Fatih Sultan Mehmet Han 30 Mart 1432’de doğdu ve 3 Mayıs 1481’de zehirlenerek öldürüldü. 30 Mart 2008. Doğumunun 576. yılı. Ben yarın bir dua etmek için mezarı başında olacağım. Bu yazıyı onun doğumgününü hatırlatmak amacıyla yazıyorum. Atalarımızı unutmaya başladığımız zaman tarih sahnesinden silineceğimizi aklımızdan çıkarmayalım.
Neden Cumhuriyetçiler olarak bizler, Fatih’i doğum günlerinde hatırlamayalım ve neden ölüm günlerinde onu anmayalım. Bunu bir organizasyona dönüştürmeyelim. Nasıl Troya bizimse Fatih de bizimdir!
Türkiye’de bir takım kutsal değerler nedense belli başlı gruplarla birlikte anılmaktadır. Milliyetçilik bir partiye, ilericilik bir başka partiye, muhafazakarlık / dindarlık ise bir başka partiye tapulanmış gibidir sanki. Hem milliyetçi hem modern olamazsınız ya da hem dinine bağlı hem de Cumhuriyetine bağlı bir insan olamazmışsınız gibi bir hava yaratılmıştır ve bu paylaşımı herkes kabullenmiş görünmektedir.
Sadece soyut kavramlar üzerinde değil tarihe ve topluma mal olmuş bazı kişilerin paylaşımı konusunda da buna benzer sessiz bir uzlaşı vardır. Bu paylaşım bazı tarihi kişiliklerin hak ettiğinden fazla bir değerle anılmasına hatta ikon haline dönüşmesine yol açıyor. Bazı tarihi kişilikler ise bu tarafların sabit fikirleri altında boğularak, anlatılması gereken yönleri unutturularak içi boş birer tarihi figür haline getiriliyor. Bu ikinci gruba örnek vermeye kalktığımda aklıma ilk gelen iki kişi –nedense!- Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk oldu. Sadece yaşadıkları devir ve yaptıkları arasında değil, aynı zamanda ölümlerinden sonra yaşananlar ve bugünün kuşaklarınca değerlendirilme biçimleri bakımından da pek çok benzerlik görüyorum.
Fatih’in çağına göre ilerici fikirleri ve bu konudaki girişimleri herkesin malumudur ve daha önceki yazımda onun aslında kimler tarafından öldürüldüğünü de yazmıştım. Onun ölümünden sonraki mantalite değişimi de Osmanlı’yı Fatih’in hedeflerinden uzaklaştırmıştır. (Atatürk’ün ölümünden sonraki uygulamaların da Türkiye’yi nasıl raydan çıkardığı başka bir yazı konusu olur ve belki her iki dönemi karşılaştırırız)
Cumhuriyetçiler bugün hala ve maalesef Osmanlı mirasını reddeden ilericiler yaftasını taşımaktadır. Halbuki Osmanlı demek yekpare bir mantalite demek değildir. Osmanlı’da birbirleriyle durmadan mücadele eden zihniyetler vardı ve şüphesiz Cumhuriyet fikri de bu zihniyetlerden birinin uzantısı olarak doğdu. İşte bizim belki de farkında olmadan taşıdığımız zihniyet ve misyon Fatih’ten II. Mahmud’a, ondan da Atatürk’e uzanan zihniyettir.
Fatih’in zihniyetiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir takım insanlar stadyumları doldurup İstanbul’un fethini kutlarken, bizler bunu seyrediyoruz. Şimdi son zamanlarda İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşunu daha bir şevkle kutlamaya başladık. Neden? Çünkü biri Osmanlı’nın diğeri Türkiye Cumhuriyeti’nin başarısı! Ne kadar yanlış! Aradan 500 küsur yıl geçtikten sonra İstanbul’un fethini kutlayalım demiyorum ama ortalığı da Fatih’i bayrak yapan ama onun fikriyatından uzak yobazlara bırakmayalım. Fetih daha çağdaş biçimlerde değerlendirilebilir, onun siyasal, ekonomik, askeri ve kültürel sonuçları üzerinde yeniden kafa yorulabilir. Ve tabi ki Fatih’i anmayı sadece fetih günlerinde hatırlamak yerine bunu bütün bir yıla yayabiliriz.
Ulu Hakan Fatih Sultan Mehmet Han 30 Mart 1432’de doğdu ve 3 Mayıs 1481’de zehirlenerek öldürüldü. 30 Mart 2008. Doğumunun 576. yılı. Ben yarın bir dua etmek için mezarı başında olacağım. Bu yazıyı onun doğumgününü hatırlatmak amacıyla yazıyorum. Atalarımızı unutmaya başladığımız zaman tarih sahnesinden silineceğimizi aklımızdan çıkarmayalım.
Neden Cumhuriyetçiler olarak bizler, Fatih’i doğum günlerinde hatırlamayalım ve neden ölüm günlerinde onu anmayalım. Bunu bir organizasyona dönüştürmeyelim. Nasıl Troya bizimse Fatih de bizimdir!