Haziranlar Gelmedi
Deli bir rüzgar gibi esip yüreğimden geçsen bu gece ve bu gece güneş hiç doğmasa. Yıldızlara yükselsek, tepe taklak olsak sarılmaktan, şafak bu gece gelip çatmasa…
Uzun zamandır sana yazmıyorum. Biliyorum bana kırgınsın. Yazmaktan öte yanında olmayı ne çok isterdim, hüzün dolu gözlerinde ki yaşı silmeyi ve sana sımsıkı sarılıp, kollarında ölmeyi ne çok isterdim, ne çok…
Hasret biter derlerdi ama her hasret bir gün biter. Biten neydi ömrümüzde, hasret mi?.. Hayır asla!.. Bitmek bilmeyen vuslat anını görmeyen upuzun bir yoldu bizimkisi, kavuşamayan dikenli bir yol…
Kış günleri daha bir delirtirdi mesafeler. Hava kapalıysa mutsuzduk olanca ve olumsuzduk bir o kadar kavuşamayan akşamlara…
Enteresan şimdi hava açık, dışarıda gürül gürül bir bahar ve yazın müjdecisi kavuran bir güneş var ama biz yine hasret akşamlarına talimiz ve akşamlara yine olumsuz…
Köşe başlarında bağıra bağıra Atilla İlhan şiirlerini Ankara akşamlarına uyarlayarak okuyorum. “Ağaçlar yaza hazırlanıyor, bu şehir, o eski Ankara mıdır?.. Karanlıkta bulutlar parçalanıyor, sokak lambaları birden yanıyor, Ankara kaldırımlarında yağmur kokusu, ben sana mecburum, sen yoksun…”
Derken eski bir Türk Filmini hatırlıyorum, sen ne çok severdin, Ayhan IŞIK, Belgin DORUK filmlerini ve ne çok ağlardın o siyah beyaz film karelerine. Saatlerce baka kalırdın, omzumda uyuyana kadar ve ben saçlarını okşar, dökülen mısır tanelerini toplar, üstünü örterdim…
Soğuk kış günlerin de nasıl da sokulurdun bana, göğüs kafesimden ta yüreğime girecek gibi, üşüyen ayakların karnıma doğru yükselir, buz tutmuş burnun boynuma değerdi, ısıtırdım seni kendi halimce, üşüme ister, üzerine bir başka titrerdim.
Kırık ve küçük bir kanepe de, bekar evlerinin vazgeçilmeyen çok sesliliğinde, mutfaktan sinen yemek kokularıyla ve salonla iç içe olan antreden gelen ayakkabı kokularıyla uyur ve ne çok sarılırdık, o küçük, kırık kanepeden düşmeden birbirimize…
Deli bir rüzgar gibi esip yüreğimden geçsen bu gece ve bu gece güneş hiç doğmasa. Yıldızlara yükselsek, tepe taklak olsak sarılmaktan, şafak bu gece gelip çatmasa…
Uzun zamandır sana yazmıyorum. Biliyorum bana kırgınsın. Yazmaktan öte yanında olmayı ne çok isterdim, hüzün dolu gözlerinde ki yaşı silmeyi ve sana sımsıkı sarılıp, kollarında ölmeyi ne çok isterdim, ne çok…
Hasret biter derlerdi ama her hasret bir gün biter. Biten neydi ömrümüzde, hasret mi?.. Hayır asla!.. Bitmek bilmeyen vuslat anını görmeyen upuzun bir yoldu bizimkisi, kavuşamayan dikenli bir yol…
Kış günleri daha bir delirtirdi mesafeler. Hava kapalıysa mutsuzduk olanca ve olumsuzduk bir o kadar kavuşamayan akşamlara…
Enteresan şimdi hava açık, dışarıda gürül gürül bir bahar ve yazın müjdecisi kavuran bir güneş var ama biz yine hasret akşamlarına talimiz ve akşamlara yine olumsuz…
Köşe başlarında bağıra bağıra Atilla İlhan şiirlerini Ankara akşamlarına uyarlayarak okuyorum. “Ağaçlar yaza hazırlanıyor, bu şehir, o eski Ankara mıdır?.. Karanlıkta bulutlar parçalanıyor, sokak lambaları birden yanıyor, Ankara kaldırımlarında yağmur kokusu, ben sana mecburum, sen yoksun…”
Derken eski bir Türk Filmini hatırlıyorum, sen ne çok severdin, Ayhan IŞIK, Belgin DORUK filmlerini ve ne çok ağlardın o siyah beyaz film karelerine. Saatlerce baka kalırdın, omzumda uyuyana kadar ve ben saçlarını okşar, dökülen mısır tanelerini toplar, üstünü örterdim…
Soğuk kış günlerin de nasıl da sokulurdun bana, göğüs kafesimden ta yüreğime girecek gibi, üşüyen ayakların karnıma doğru yükselir, buz tutmuş burnun boynuma değerdi, ısıtırdım seni kendi halimce, üşüme ister, üzerine bir başka titrerdim.
Kırık ve küçük bir kanepe de, bekar evlerinin vazgeçilmeyen çok sesliliğinde, mutfaktan sinen yemek kokularıyla ve salonla iç içe olan antreden gelen ayakkabı kokularıyla uyur ve ne çok sarılırdık, o küçük, kırık kanepeden düşmeden birbirimize…
Alıntıdır.. ! İspiyoncu kardeşime armağanımdır ...!