Börteçine9
New member
12 EYLÜL Şafağı güne bağlanamadı
Beş bin genci toprağa vermişlerdi. Alınları dik, her gün cenaze taşıyan omuzlar düşüktü... Aç kaldılar; ne fark ederdi? Ha ekmeğini yemişlerdi vatanın, ha uğruna kurşununu...
Öldükçe dirildiler, marş oldular dillere...
Bir sonbahar sabahı adaletle tanıştılar: Bir sağdan, bir soldan!
Cezaevi avlularında yeni günü göremeyen 10 şafak kuşu oldular...
12 Eylül’ün ‘popüler darbe sektörü’nde iş yapmayan hikâyelerini anlatıyoruz...
Ben 12 Eylül’ün
nesini seveceğim...
“Ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek...” gibi ’halisane(!)’ niyetlerle girişilen ’müdahale’nin faturası hazin: 650 bin gözaltı, 1milyon 683 fişleme, 210 bin dava, 230 bin sanık, 7 bin idam istemi, 517 idam cezası, 49 idam infazı, 98 bin 404 örgüte üye olmak suçuyla yargılama, 30 bin ’sakıncalı’yı işten atma, 30 bin siyasi mülteci, 171 işkencede ölüm, 14 açlık grevinde ölüm, 23 bin 667 dernek kapatma, 7 bin 233 devlet görevlisine sürgün, 3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim üyesi, 47 hakimin işine son, toplam 299 ölüm, sayısız sansür, yasak, men uygulaması...
Duygudan ırak bir ’rakam dökümü’ olarak baksak bile ’kardeş kavgasını bıçak gibi kesme’nin bedeli çok ağır oldu bu ülke için. 28 yıl geçtikten sonra, hala ’darbe’yle açılan yaraların kabuk bağladığı söylemek zor.
Türkiye’nin siyasal, sosyal, ekonomik ve fikri anlamda yıllarca geriye sürüklenmesi bir yana bu ’düzen tesis etme’ girişiminin ’kıyım’a dönüştüğünü kimse inkar etmiyor. “Düzen kaostan geçer” teorisinin belki de en trajik pratiği 12 Eylül’le son bulan süreç. Artık kimse ’darbe’ davetiyesinin altındaki imzanın “ülkücü-komünist” veya “sağcı-solcu” kavgasına ait olmadığını biliyor. ’Bir sağdan, bir soldan, ibret olsun’ idamlarının, şahsına münhasır adalet sistemine onay vermiyor. Toprağa verilen binlerce insanın tamamı ülkeyi bölmek istiyor değildi, Sovyetlerin uydusu olma meraklısı değildi, faşizan düzen diye tutturmuş değildi... Süreci toplumun ideolojik kamplaşmasını keskinleştirmek, çatışma şiddetini arttırmak için kullananlar da vardı; ama Türkiye 12 Eylül’e sürüklenirken can veren gençlerin büyük bir bölümü “daha güzel bir ülke”den fazlasını istememişlerdi. Artık üzerinde mutabık olunan bu gerçeklere, oluşan idrake rağmen, itiraf ve ifade de hâlâ ’darbe mağdurları sektörü’nün tekeli göze çarpıyor.
Şarkı, türkü, belgesel, film, anı kitapları yoluyla oluşturulan toplumsal hafızada hala ’darağacında üç fidan’ efsanesi ağızdan ağza söylene dursun ’darağacındaki on fidan’ın adı yok!... Ve daha binlerce ’sol yanının hakkı verilmiş ağrısı’ zihnimizin... Birbirine silah çekmiş insanların arasındaki duvarlar bile kalkmışken, etiket hesaplaşmasının noktalanmaması garip. Sol ’yakın tarihin bütün haklarını satın almış’ gibi karşılanıyor darbe yıldönümleri.
Bu noktada Alparslan Türkeş’in “12 Eylül’ün gerçek mağdurlarıyız” ifadesinin hiç mi hükmü yok diye sormak gerekiyor. Ülkücülerin sancısıyla tanışma samimiyetini göstermek için 28 yıllık olgunlaşma dönemi yeterli değil mi?
12 Eylül 1980
Saat 04.00...
Tank paleti dönmeye başladı...
TRT yayına girdi:
“Yüce Türk Milleti;
Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti son yıllarda izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir... Devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür...Türk Silahlı kuvvetleri İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini Yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararı almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur... Parlamento ve hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini sağlamak bakımından saat 05.00’den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur...”
Kenan Evren
Orgeneral Genelkurmay ve Mili Birlik Konseyi Başkanı
ŞARTLAR
OLGUNLAŞTI
Seven sevsin arkadaş sevene de karışmam,
Alkışlayan alkışlar övene de karışmam,
Önce sevip sonra diz dövene de karışmam
Ben ‘Oniki Eylül’ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibi de devamlı söveceğim.
Ozan Arif
İdealist Türk Gençleri ile anarşist sokak çetelerini aynı kefeye koyan zihniyet, “En güçlü silah fikir, en güçlü fikir Türk Milliyetçiliği” çağrılarına kulaklarını tıkadı. “Eller silah değil, kalem tutmalı” çığlıklarını duymadı, çünkü o zaman ‘şartlar yeterince olgunlaşamayacak’ ve Türkiye bir gecede, yıllar sürecek karanlığa, fikirsizliğe, cehalete, boşvermişliğe, bencilliğe mahkum edilemeyecekti.
Türkiye’nin bugünü olacak ve yarınını şekillendirecek, doktor, öğretmen, mühendis, avukat, vali adaylarının katli duracak, ‘büyük tezgah’a taş konacak, perde erken kapanacak böylece, birileri çıkıp, “kardeş kavgasını önlemek için yönetime el koyduk” diyemeyecekti. Gençler üniversite amfilerinde konuşabilmeye başladıklarında, cop ve silahların gölgesi boş kalacak, ‘karıştır-barıştır’ operasyonları ile sahte uzlaşmalar fotoğraflanamayacaktı.
12 Eylül 1980’den önce binlerce gencini şehit veren ülkücüler, bu tarihten sonra da “bir ölür, bin diriliriz” parolasıyla yollarına devam ettiler. Savcı Nurettin Soyer’in akıl almaz iddianamesi inançlarını kırmaya yetmedi.
Mamak Askeri Cezaevi’nin C-5’leri, çarmıhlar, zincirler, sopalar, çelik dolaplar, elektrik şokları ile desteklenen engizisyon işkenceleri de bu kırılmayı sağlayamadı. Ve... Mustafa Pehlivanoğlu, Cengiz Baktemur, Ahmet Kerse, Ali Bülent Orkan, Halil Esendağ, Fikri Arıkan, İsmet Şahin ve Cevdet Karakaş...Onların ve Anadolu’nun dört bir köşesinden kalkan binlerce şehidin cenazesine, ‘yıkılmışlığın mahsunluğu değil, dirilişin kararlılığı’ damgasını vurdu.
12 Eylül 1980 tarihinden sonra her günlerini bedel ödeyerek yaşadılar, toprağa canlarından can düşürenler için her dakikası binlerce yıla bedel 28 yıl geride kaldı. Sloganları karşılığını buldu; ‘komünizm akıttığı kanda boğuldu’. Sovyetler Birliği’nin küllerinden doğan bağımsız Türk Devletleri ‘Turan’ ülküsünün ‘ulaşılabilir’ olduğunu gösterdi.
O gün Türkiye’yi ‘yerli olmayan ideolojiler’le yönetme iddiasındaki ‘eski tüfekler’ için bugün değişen bir şey yok. Kurtuluşu sınır ötesine tam bağlılıkta görmeye devam ediyorlar. İkametgahı SSCB ve Çin’den ABD ve AB’ye aldılar o kadar! Medyadaki ‘köşe’ kapmaca oyununda ele veriyorlar niyetlerini. Eşitlikten, adaletten uzak, devletle kavgalı sapkın bir elitleşme çabası var hepsinde...Bugünden bakınca daha net gözüküyor: Hiçbiri aslında solcu olmamış.
12 Eylül’ü gerçekleştirenler ise resmi çizilebilecek kadar yüzeyde, derinliksiz, bohem hayatlarını yaşıyorlar. Güney sahillerinde, nü manzaraya karşı, bir kadeh rakı, biraz da deniz kokusunun duyurabildiği kadar farkındalar milletin gerçeklerinin.
Darbe sonrası yıllarını, Özal’ın ekonomiye yaptığı balans ayarına uyma çabasıyla geçiren memleketim insanı, kaybettiklerini şimdi şimdi anlıyor. Sahte özgürlükler, dünya vatandaşlığı, televizyonda sunulan renkli dünyaların albenisine kapılarak, tüm bu nimetlerden pay almaya kurulu olarak yetiştirdikleri çocuklarının ‘gemisini kurtaran kaptan’ anlayışı, her tür milli-manevi değerlerden uzaklığı gelip kendilerini vurduğunda, 12 Eylül’ün asıl faturasını ödemeye başladılar.
Düşünemeyen, dolayısıyla üretemeyen bir nesil. İstedikleri gibi yönlendirebilecekleri, daha net bir ifade ile güdebilecekleri bir güruh; insan sürüsü. İşte 12 Eylül’ün gerçek yüzü!
Başlamak bitirmenin yarısıdır; yarından itibaren vicdan ayarı kaçmamış bir kantarda tartacağız Kara Eylül’ü...Şafakta idam sehpasına çıkanların anısına ihanet etmeden...
Selcan TAŞÇI
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/haberdetay.php?hit=9452
Beş bin genci toprağa vermişlerdi. Alınları dik, her gün cenaze taşıyan omuzlar düşüktü... Aç kaldılar; ne fark ederdi? Ha ekmeğini yemişlerdi vatanın, ha uğruna kurşununu...
Öldükçe dirildiler, marş oldular dillere...
Bir sonbahar sabahı adaletle tanıştılar: Bir sağdan, bir soldan!
Cezaevi avlularında yeni günü göremeyen 10 şafak kuşu oldular...
12 Eylül’ün ‘popüler darbe sektörü’nde iş yapmayan hikâyelerini anlatıyoruz...
Ben 12 Eylül’ün
nesini seveceğim...
“Ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek...” gibi ’halisane(!)’ niyetlerle girişilen ’müdahale’nin faturası hazin: 650 bin gözaltı, 1milyon 683 fişleme, 210 bin dava, 230 bin sanık, 7 bin idam istemi, 517 idam cezası, 49 idam infazı, 98 bin 404 örgüte üye olmak suçuyla yargılama, 30 bin ’sakıncalı’yı işten atma, 30 bin siyasi mülteci, 171 işkencede ölüm, 14 açlık grevinde ölüm, 23 bin 667 dernek kapatma, 7 bin 233 devlet görevlisine sürgün, 3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim üyesi, 47 hakimin işine son, toplam 299 ölüm, sayısız sansür, yasak, men uygulaması...
Duygudan ırak bir ’rakam dökümü’ olarak baksak bile ’kardeş kavgasını bıçak gibi kesme’nin bedeli çok ağır oldu bu ülke için. 28 yıl geçtikten sonra, hala ’darbe’yle açılan yaraların kabuk bağladığı söylemek zor.
Türkiye’nin siyasal, sosyal, ekonomik ve fikri anlamda yıllarca geriye sürüklenmesi bir yana bu ’düzen tesis etme’ girişiminin ’kıyım’a dönüştüğünü kimse inkar etmiyor. “Düzen kaostan geçer” teorisinin belki de en trajik pratiği 12 Eylül’le son bulan süreç. Artık kimse ’darbe’ davetiyesinin altındaki imzanın “ülkücü-komünist” veya “sağcı-solcu” kavgasına ait olmadığını biliyor. ’Bir sağdan, bir soldan, ibret olsun’ idamlarının, şahsına münhasır adalet sistemine onay vermiyor. Toprağa verilen binlerce insanın tamamı ülkeyi bölmek istiyor değildi, Sovyetlerin uydusu olma meraklısı değildi, faşizan düzen diye tutturmuş değildi... Süreci toplumun ideolojik kamplaşmasını keskinleştirmek, çatışma şiddetini arttırmak için kullananlar da vardı; ama Türkiye 12 Eylül’e sürüklenirken can veren gençlerin büyük bir bölümü “daha güzel bir ülke”den fazlasını istememişlerdi. Artık üzerinde mutabık olunan bu gerçeklere, oluşan idrake rağmen, itiraf ve ifade de hâlâ ’darbe mağdurları sektörü’nün tekeli göze çarpıyor.
Şarkı, türkü, belgesel, film, anı kitapları yoluyla oluşturulan toplumsal hafızada hala ’darağacında üç fidan’ efsanesi ağızdan ağza söylene dursun ’darağacındaki on fidan’ın adı yok!... Ve daha binlerce ’sol yanının hakkı verilmiş ağrısı’ zihnimizin... Birbirine silah çekmiş insanların arasındaki duvarlar bile kalkmışken, etiket hesaplaşmasının noktalanmaması garip. Sol ’yakın tarihin bütün haklarını satın almış’ gibi karşılanıyor darbe yıldönümleri.
Bu noktada Alparslan Türkeş’in “12 Eylül’ün gerçek mağdurlarıyız” ifadesinin hiç mi hükmü yok diye sormak gerekiyor. Ülkücülerin sancısıyla tanışma samimiyetini göstermek için 28 yıllık olgunlaşma dönemi yeterli değil mi?
12 Eylül 1980
Saat 04.00...
Tank paleti dönmeye başladı...
TRT yayına girdi:
“Yüce Türk Milleti;
Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti son yıllarda izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir... Devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür...Türk Silahlı kuvvetleri İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini Yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararı almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur... Parlamento ve hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini sağlamak bakımından saat 05.00’den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur...”
Kenan Evren
Orgeneral Genelkurmay ve Mili Birlik Konseyi Başkanı
ŞARTLAR
OLGUNLAŞTI
Seven sevsin arkadaş sevene de karışmam,
Alkışlayan alkışlar övene de karışmam,
Önce sevip sonra diz dövene de karışmam
Ben ‘Oniki Eylül’ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibi de devamlı söveceğim.
Ozan Arif
İdealist Türk Gençleri ile anarşist sokak çetelerini aynı kefeye koyan zihniyet, “En güçlü silah fikir, en güçlü fikir Türk Milliyetçiliği” çağrılarına kulaklarını tıkadı. “Eller silah değil, kalem tutmalı” çığlıklarını duymadı, çünkü o zaman ‘şartlar yeterince olgunlaşamayacak’ ve Türkiye bir gecede, yıllar sürecek karanlığa, fikirsizliğe, cehalete, boşvermişliğe, bencilliğe mahkum edilemeyecekti.
Türkiye’nin bugünü olacak ve yarınını şekillendirecek, doktor, öğretmen, mühendis, avukat, vali adaylarının katli duracak, ‘büyük tezgah’a taş konacak, perde erken kapanacak böylece, birileri çıkıp, “kardeş kavgasını önlemek için yönetime el koyduk” diyemeyecekti. Gençler üniversite amfilerinde konuşabilmeye başladıklarında, cop ve silahların gölgesi boş kalacak, ‘karıştır-barıştır’ operasyonları ile sahte uzlaşmalar fotoğraflanamayacaktı.
12 Eylül 1980’den önce binlerce gencini şehit veren ülkücüler, bu tarihten sonra da “bir ölür, bin diriliriz” parolasıyla yollarına devam ettiler. Savcı Nurettin Soyer’in akıl almaz iddianamesi inançlarını kırmaya yetmedi.
Mamak Askeri Cezaevi’nin C-5’leri, çarmıhlar, zincirler, sopalar, çelik dolaplar, elektrik şokları ile desteklenen engizisyon işkenceleri de bu kırılmayı sağlayamadı. Ve... Mustafa Pehlivanoğlu, Cengiz Baktemur, Ahmet Kerse, Ali Bülent Orkan, Halil Esendağ, Fikri Arıkan, İsmet Şahin ve Cevdet Karakaş...Onların ve Anadolu’nun dört bir köşesinden kalkan binlerce şehidin cenazesine, ‘yıkılmışlığın mahsunluğu değil, dirilişin kararlılığı’ damgasını vurdu.
12 Eylül 1980 tarihinden sonra her günlerini bedel ödeyerek yaşadılar, toprağa canlarından can düşürenler için her dakikası binlerce yıla bedel 28 yıl geride kaldı. Sloganları karşılığını buldu; ‘komünizm akıttığı kanda boğuldu’. Sovyetler Birliği’nin küllerinden doğan bağımsız Türk Devletleri ‘Turan’ ülküsünün ‘ulaşılabilir’ olduğunu gösterdi.
O gün Türkiye’yi ‘yerli olmayan ideolojiler’le yönetme iddiasındaki ‘eski tüfekler’ için bugün değişen bir şey yok. Kurtuluşu sınır ötesine tam bağlılıkta görmeye devam ediyorlar. İkametgahı SSCB ve Çin’den ABD ve AB’ye aldılar o kadar! Medyadaki ‘köşe’ kapmaca oyununda ele veriyorlar niyetlerini. Eşitlikten, adaletten uzak, devletle kavgalı sapkın bir elitleşme çabası var hepsinde...Bugünden bakınca daha net gözüküyor: Hiçbiri aslında solcu olmamış.
12 Eylül’ü gerçekleştirenler ise resmi çizilebilecek kadar yüzeyde, derinliksiz, bohem hayatlarını yaşıyorlar. Güney sahillerinde, nü manzaraya karşı, bir kadeh rakı, biraz da deniz kokusunun duyurabildiği kadar farkındalar milletin gerçeklerinin.
Darbe sonrası yıllarını, Özal’ın ekonomiye yaptığı balans ayarına uyma çabasıyla geçiren memleketim insanı, kaybettiklerini şimdi şimdi anlıyor. Sahte özgürlükler, dünya vatandaşlığı, televizyonda sunulan renkli dünyaların albenisine kapılarak, tüm bu nimetlerden pay almaya kurulu olarak yetiştirdikleri çocuklarının ‘gemisini kurtaran kaptan’ anlayışı, her tür milli-manevi değerlerden uzaklığı gelip kendilerini vurduğunda, 12 Eylül’ün asıl faturasını ödemeye başladılar.
Düşünemeyen, dolayısıyla üretemeyen bir nesil. İstedikleri gibi yönlendirebilecekleri, daha net bir ifade ile güdebilecekleri bir güruh; insan sürüsü. İşte 12 Eylül’ün gerçek yüzü!
Başlamak bitirmenin yarısıdır; yarından itibaren vicdan ayarı kaçmamış bir kantarda tartacağız Kara Eylül’ü...Şafakta idam sehpasına çıkanların anısına ihanet etmeden...
Selcan TAŞÇI
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/haberdetay.php?hit=9452