Uzunefe
Altın Üye
- Katılım
- 22 Haz 2005
- Mesajlar
- 13,353
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Bu olay 2000 yılında, İzmir Altındağ'da Halil Altay'ın başından geçmiş; damadı Besim Bey ve mahalle imamı Bekir Bey bizzat tanık olmuşlardır.)
Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde otuz yıl öğretmenlik yapmıştı Halil Bey. Birçok öğrencisi ve birçok anıları olmuştu. Şimdi çekilmişti köşesine; anılarıyla, öğrencilerinin hayalleriyle yaşayıp gidiyordu. Bazen tebeşir kokusunu, bazen çocukların cıvıltılarını öylesine çok özlüyordu ki... Ama yaşlanmıştı. Yürüyecek takat kalmamıştı ayaklarında. Eski günler çok gerilerdeydi.
Öğretmenliğinin son yıllarını Tire'de geçirmişti. Tire'de nice öğrenciler yetiştirmiş ve emekli olmuştu.
Emekli olunca akrabalarının bulunduğu İzmir'in Altındağ semtine taşınmıştı.
İzmir güzel bir şehirdi.
Güzel bir semtti Altındağ. Burada iki katlı eski bir evin ikinci katında eşiyle birlikte kalıyordu. İki ihtiyar ömrünün son günlerinde emekli maaşıyla geçinip gidiyorlardı.
Sadece bir kızları olmuştu. Onu da çok eskiden evlendirmişti. Torun sahibi olmuştu.
Torunlarını çok seviyordu, onlara sarıldıkça mini mini öğrencilerini hatırlıyordu.
Kimi zaman evine eski öğrencileri geliyordu; kimi doktor olmuş, kimi hakim, kimi meslek sahibi... Unutulmadığı için gururlanıyor ve mutlu oluyordu.
Damadıyla çok iyi anlaşıyordu. Erkek evladı olmadığı için onu oğlu gibi kabul ediyordu. Kendinin gücü yetmediği işleri ona devrediyordu.
Bulundukları evin ilerisinde küçük bir cami vardı. Son derece güzel, tek şerefeli tombul minareli bir camiydi bu.
Her gün namaz vakitlerinde yakın zamanlarda pencereye oturur, camiyi seyrederdi, minaresinden okunacak ezanı beklerdi.
Ezan sesini duyar duymaz önce abdest alır, kendine çeki düzen verir, en temiz giysilerini giyer, dışarı çıkar, hızlı hızlı heyecanla yürürdü her gün...
Yine heyecanla kapısını açar, cemaate katılır, namazını eda ederdi.
Bir yapıyla içli dışlı olur muydu insan? Emekli öğretmen Halil Altay'ın gözünde cami bir insandı, bir sevgiliydi.
Her gün pencere kenarına oturur, ona bakar, mahallesini güzelleştiren tek unsur olarak görürdü onu.
Yine böyle bir gün, ezan okundu. İmam Bekir en içli ezanını okudu ve Halil Bey'in yüreğini dağladı.
Zaten abdestini almış, hazırda bekliyordu Halil Bey. Dışarı çıktı, hızlı hızlı yürümeye başladı. Son günlerde ayaklarında ve belinde duyduğu rahatsızlıktan dolayı bastonla geziyordu.
Bastonunu kaldırımın taşlarına tok tok diye vurarak ezan bitmeden camiye girmeye gayret ediyordu.
Bahardı, her tarafta çiçekler açmıştı. Sokak burcu burcu çiçek kokuyordu.
İçi sevinçle doluydu. Ezan sesiyle bu sevinci katmerleşiyor, kuş olup uçası geliyordu.
İbadetle mutluydu, ibadetle coşuyordu Halil Bey. Camiye doğru yürümek sevinçlerin en güzeliydi.
Camiye gitmek, Yaradan'ına yönelmek, ona kalbini açmak... günahlarından tevbe etmek, yüreğini tesbihlerle arındırmak, insani coşkuyu yaşamak, çiçekler gibi, ağaçlar gibi yüreğinin diliyle yönelmek Allah'a...
Cami avlusuna girdi. Geniş, yemyeşil bir avluydu. Ağaçların gölgesi, baharın kokusu burada daha keskin bir şekilde hissediliyordu.
Avluda bir iki adım attı. Tam o anda belinde bir sancıyla kıvrandı. Öylesine bir sancı ki... yerinden kımıldayamaz hale geldi.
Bastonuna dayandı, yürümek için zorlandı. Bin bir güçlükle caminin duvarına kadar geldi.
Etrafta kimse yoktu. Cemaat camideydi.
Caminin duvarına dayandı. Yürüyemiyordu. Belindeki sancı artıyor, bakışları bulanıyordu. Olduğu yere çöküverdi.
Sonra, caminin penceresinden içeri baktı... Cemaat akşam namazının farzına durmuştu. İmam yanık sesiyle sure okuyordu.
Pencereden hüzünle baktı, cemaate katılamadığı için içi sızladı. Cemaatin içinde olmayı çok istedi. Onlarla aynı ruh ve duyguyla bütünleşmek ve Allah'a yönelmek, ibadet etmek istedi.
Sancısına direnerek bir süre seyretti... Birden gözleri karardı.
Kendine geldiğinde evindeydi, yatakta yatıyordu. Etrafında karısı ve damadı bulunuyordu. Camiden buraya nasıl gelmişti? Zihninde hayal meyal siluetler vardı. İmamın yüzü ve çağıran sesi... Otomobilin içi... Hastane kokusu... Sonrası... sonrası beyaz, beyaz...
O günden sonra evden dışarı çıkamadı Halil Bey. Yatağa bağlı kalmıştı. Yatalak olmuştu. Prostat kanseri teşhisi koymuştu doktor.
Halil Bey, pencerenin kenarında sırtına konan yastığa yaslanır dışarıyı seyrederdi, özellikle camiyi, o güzelim minareyi... ve her beş vakitte ezanı dinlerdi... Mahalle camii imamı Bekir Hoca'nın güzel, etkili sesini...
Ezan okunup da camiye gidememek çok koyuyordu Halil Bey'e... Hep caminin içini, cemaati hayal ediyordu. Eskisi gibi alnını halının üzerine koyarak secde etmeyi özlüyordu.
Artık eskisi gibi kılamıyordu namazını. Oturduğu yerde dizine konan yastığa başını koyuyordu.
O an sağlığın ibadet için olduğunu düşünüyordu.
Yedi ay sürdü bu yatak hayatı.
Yedi ay boyunca pencere kenarında camiyi seyretti, ezanları dinledi. Kimi zaman ağladı, kimi zaman uzun uzun hayallere daldı.
Karısı, kızı ve damadı sürekli ilgilendiler onunla... Başından ayrılmadılar, bir dediğini iki etmediler. Yüksünmediler. Halil Bey, bunu gördü, yaşadı ve şükretti Allah'a... Hepsine teşekkür etti, minnetlerini bildirdi.
Ve bir gece, eşi, çorba vermek için yanına oturduğunda, yerinden hiç kımıldamadığını gördü. Bakışlarını pencereden dışarıya dikmişti. O anda yatsı ezanları okunuyordu.
Hanımı iyice yaklaştı. Ve anladı. Kocası Halil Bey ölmüştü.
Hemen damadını ve kızını çağırdı.
Çok sevdiği damadı Besim Bey ilgilendi cenaze işleriyle.
Cenaze işleriyle ilgilenirken bir olaya şahit oldu. Sırlı bir olaya...
*****
Kaynanam telefon ettiğinde hissetmiştim. İçim titremişti. Anlamıştım. Zaten bekliyorduk. Doktorlar söylemişti umut yok diye... Ölümünü duyunca çok üzülmüştüm... Öz babam gibiydi, çok severdim onu. Onun dindarlığına hayrandım. Onun sabrına, metanetine, sevgisine, hoşgörüsüne... Bir ibadet adamıydı o.
Duyar duymaz eşim ve çocuklarımla koştum.
Eşim hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Zavallı kaynanam ise yanı başında eğmişti başını, içini çekiyordu.
Sabaha kadar cenazenin başında Kur'an-ı Kerim'den sureler okuduk. Bu arada ölüm haberini duyan eş dost geldiler. Evimiz doldu... Bir yanda yaslar, hıçkırıklar, bir tarafta dualar okunuyordu.
Sabahleyin belediyenin cenaze arabası geldi, evin önünde durdu.
Büyük bir hüzünle kaldırdık naaşı ve yıkatmak amacıyla mezarlığa götürdük.
Mezarlıkta belediyenin gasilhanesi vardı. Bizden önce iki cenaze bekliyordu sırada. Gasilhanenin önü ise yüzleri hüzünden solmuş, ağlayan insanlarla doluydu.
Burası hayatın farklı bir yüzüydü. Buradan dünyaya farklı bakılıyordu. Burada bütün perdeler çekiliyor, hayat bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle görülüyordu. Ölüm vardı. Kentte sürekli birileri ölüyordu. Ve farkında olmuyorduk. Telaşlar ve hırslara gömülmüştük, ölüm arada bir beliriyor, hayata keskin bir bıçak gibi iniyor ve "Uyan!" "Kendine gel! Ölüm var!" diyordu. O zaman sarsılıyorduk. Derin derin düşünüyorduk.
Cenazemizi içeri taşıdık. Önce kimse gelmedi. Gasilhane görevlilerini bekledim. Gelen yoktu. Alabildiğine ilgisizdiler.
Gördüm, şahit oldum ve kızdım.
Derken bir görevliyi yakalayıp omuzundan asıldım;
"Cenazemizle ilgilenir misiniz..." dedim.
Görevli ilgisizce ve soğuk:
"Bırakın şuraya... Sıranızı bekleyin." dedi ve ayrıldı.
Öylesine öfkelendim, giden görevlinin arkasından çaresiz ve öfkeli bakakaldım.
Duyarsızlaşmıştı buradaki insanlar... Onlar için son derece normal şeylerdi ölülerin gelmesi, yıkanması... Herhangi bir iş gibi yapıyor, cenaze yakınlarını azarlayabiliyorlardı.
Sıramızı bekliyorduk. Yıkananlar bitince bizim cenazemiz yıkanacaktı.
İzliyordum. Görevliler cenazenin farkında değildi. Sanki bir insan değildi yıkadıkları...
İzledim ve içim ezildi.
Kayınpederimi, onun hassasiyetini hayal ettim..
"Yok.." dedim, "Kayınpederimi böyle gasl ettiremem. Böylesine duyarsız ve duasız..."
Birden karar verdim, bana yardıma gelen komşuma:
"Hadi cenazeyi götürelim..." dedim.
"Niye, yıkanmayacak mı?"
"Mahalle camimizde imama yıkatırız."
"Ama..."
"Daha önce niye düşünmedim sanki... Tabi ya... Babamın sağlığında sürekli gittiği camide yıkanması daha iyi olur. Hem buradaki havayı sevmedim. İnsan ölüsü mü yıkıyorlar yoksa başka ölü mü, belli değil." dedim.
Cenazeyi, tekrar arabaya aldık. Doğruca mahalle camimize yöneldik.
Cenazeyi cami avlusuna indirdiğimizde henüz kimse yoktu. Ezan okunmasına epey zaman vardı.
Caminin gasilhanesine götürürken imam karşıladı bizi. Gasilhane kapısını açtı. Onun yardımıyla içeri aldık cenazeyi.
"Başın sağ olsun Besim Bey..." dedi.
"Dostlar sağ olsun..." diye karşılık verdim.
Sonra döndü:
"Hemen hazırlanayım da namaz vaktine yetiştirelim." dedi, öbür odaya geçti.
Bekledim başında. Daracık gasilhane odasının içinde yalnızdım. Önümde tabut... Tabutun içinde kayınpederimin naaşı. Kayınpederimle ilgili anılar ve onun silueti dolaşıyordu gözümün önünde. Sadece onu hayal ediyordum. Sadece onun sesini duyuyordum, sadece o vardı odanın içinde... O hayal olarak gülerken ben hüzünlüydüm.
Az sonra imam içeri girdi. Üzerini değiştirmişti. Beyaz naylon bir önlük giymişti ve eline beyaz eldiven geçirmişti. Gasil için hazırdı... Bir elinde bir paket vardı.
Paketi tabutun yanına bıraktı.
"Bu ne?" diye sordum.
"Halil Amca'nın... Kefeni, cenaze malzemeleri..."
"Kim alırdı?"
"Rahmetli..."
"Nasıl?"
"Buraya geldi, para bıraktı bana; bunlarla cenaze malzemelerini almamı istedi. Sonra kendisini benim yıkamamı rica etti."
"Altı ay önce nasıl sezmiş öleceğini?" diye sordum hayretle.
"Ne altı ayı Besim Bey?" dedi imam, şaşırarak süzdü beni: "...Halil amca daha önceki gün geldi, parayı verdi bana... Ben de bunları aldım."
"Anlamadım... Ne dedin sen? Evvelki gün mü dedin?"
"Evet.. Hatta iki defa geldi. Önce tembih etti, sonra parasını getirdi."
"Ama olamaz..." diye bağırdım.
"Niye olmasın... Demek ki öleceğini sezmiş rahmetli..."
"Hayır ondan değil hocam... Kayınpederim yedi aydır yataktan kalkamadı. Hele son hafta başını bile kaldıramıyordu... Buraya nasıl gelsin?..."
Bu sefer imam şaşırdı.
"Ama nasıl olur... Halil amcayı yıllardır tanırım. Muhabbetimiz vardır. Caminin değerli büyüklerindendir. Gözlerimle gördüm. Geldi ve konuştum." dedi ısrarla.
"Mümkün değil... Evdeydi, ağır hastaydı..." diye sayıkladım.
İmam şaşkınlıkla uzaklara baktı, dalıp gitti bakışları:
"Peki o zaman gelen kimdi?"
Evet, gelen kimdi? Kayınpederim son hafta yatağında can çekişirken başındaydık, hiç ayrılmamıştık.
Biz onun baş ucunda beklerken, imam, aynı anda onunla sohbet etmiş, konuşmuştu.
Bu nasıl olmuştu?
Bir insan aynı anda iki yerde olabilir miydi?
Hala düşünüyorum, hala şaşırıyorum... Hala kayınpederimi düşünüyor ve hep hayırla yad ediyorum
İMAN ETMEDİKÇE CENNETE GİREMEZSİNİZ.BİRBİRİNİZİ SEVMEDİKÇE İMAN ETMİŞ SAYILMAZSINIZ!!!(HADİSİ ŞERİF)
Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde otuz yıl öğretmenlik yapmıştı Halil Bey. Birçok öğrencisi ve birçok anıları olmuştu. Şimdi çekilmişti köşesine; anılarıyla, öğrencilerinin hayalleriyle yaşayıp gidiyordu. Bazen tebeşir kokusunu, bazen çocukların cıvıltılarını öylesine çok özlüyordu ki... Ama yaşlanmıştı. Yürüyecek takat kalmamıştı ayaklarında. Eski günler çok gerilerdeydi.
Öğretmenliğinin son yıllarını Tire'de geçirmişti. Tire'de nice öğrenciler yetiştirmiş ve emekli olmuştu.
Emekli olunca akrabalarının bulunduğu İzmir'in Altındağ semtine taşınmıştı.
İzmir güzel bir şehirdi.
Güzel bir semtti Altındağ. Burada iki katlı eski bir evin ikinci katında eşiyle birlikte kalıyordu. İki ihtiyar ömrünün son günlerinde emekli maaşıyla geçinip gidiyorlardı.
Sadece bir kızları olmuştu. Onu da çok eskiden evlendirmişti. Torun sahibi olmuştu.
Torunlarını çok seviyordu, onlara sarıldıkça mini mini öğrencilerini hatırlıyordu.
Kimi zaman evine eski öğrencileri geliyordu; kimi doktor olmuş, kimi hakim, kimi meslek sahibi... Unutulmadığı için gururlanıyor ve mutlu oluyordu.
Damadıyla çok iyi anlaşıyordu. Erkek evladı olmadığı için onu oğlu gibi kabul ediyordu. Kendinin gücü yetmediği işleri ona devrediyordu.
Bulundukları evin ilerisinde küçük bir cami vardı. Son derece güzel, tek şerefeli tombul minareli bir camiydi bu.
Her gün namaz vakitlerinde yakın zamanlarda pencereye oturur, camiyi seyrederdi, minaresinden okunacak ezanı beklerdi.
Ezan sesini duyar duymaz önce abdest alır, kendine çeki düzen verir, en temiz giysilerini giyer, dışarı çıkar, hızlı hızlı heyecanla yürürdü her gün...
Yine heyecanla kapısını açar, cemaate katılır, namazını eda ederdi.
Bir yapıyla içli dışlı olur muydu insan? Emekli öğretmen Halil Altay'ın gözünde cami bir insandı, bir sevgiliydi.
Her gün pencere kenarına oturur, ona bakar, mahallesini güzelleştiren tek unsur olarak görürdü onu.
Yine böyle bir gün, ezan okundu. İmam Bekir en içli ezanını okudu ve Halil Bey'in yüreğini dağladı.
Zaten abdestini almış, hazırda bekliyordu Halil Bey. Dışarı çıktı, hızlı hızlı yürümeye başladı. Son günlerde ayaklarında ve belinde duyduğu rahatsızlıktan dolayı bastonla geziyordu.
Bastonunu kaldırımın taşlarına tok tok diye vurarak ezan bitmeden camiye girmeye gayret ediyordu.
Bahardı, her tarafta çiçekler açmıştı. Sokak burcu burcu çiçek kokuyordu.
İçi sevinçle doluydu. Ezan sesiyle bu sevinci katmerleşiyor, kuş olup uçası geliyordu.
İbadetle mutluydu, ibadetle coşuyordu Halil Bey. Camiye doğru yürümek sevinçlerin en güzeliydi.
Camiye gitmek, Yaradan'ına yönelmek, ona kalbini açmak... günahlarından tevbe etmek, yüreğini tesbihlerle arındırmak, insani coşkuyu yaşamak, çiçekler gibi, ağaçlar gibi yüreğinin diliyle yönelmek Allah'a...
Cami avlusuna girdi. Geniş, yemyeşil bir avluydu. Ağaçların gölgesi, baharın kokusu burada daha keskin bir şekilde hissediliyordu.
Avluda bir iki adım attı. Tam o anda belinde bir sancıyla kıvrandı. Öylesine bir sancı ki... yerinden kımıldayamaz hale geldi.
Bastonuna dayandı, yürümek için zorlandı. Bin bir güçlükle caminin duvarına kadar geldi.
Etrafta kimse yoktu. Cemaat camideydi.
Caminin duvarına dayandı. Yürüyemiyordu. Belindeki sancı artıyor, bakışları bulanıyordu. Olduğu yere çöküverdi.
Sonra, caminin penceresinden içeri baktı... Cemaat akşam namazının farzına durmuştu. İmam yanık sesiyle sure okuyordu.
Pencereden hüzünle baktı, cemaate katılamadığı için içi sızladı. Cemaatin içinde olmayı çok istedi. Onlarla aynı ruh ve duyguyla bütünleşmek ve Allah'a yönelmek, ibadet etmek istedi.
Sancısına direnerek bir süre seyretti... Birden gözleri karardı.
Kendine geldiğinde evindeydi, yatakta yatıyordu. Etrafında karısı ve damadı bulunuyordu. Camiden buraya nasıl gelmişti? Zihninde hayal meyal siluetler vardı. İmamın yüzü ve çağıran sesi... Otomobilin içi... Hastane kokusu... Sonrası... sonrası beyaz, beyaz...
O günden sonra evden dışarı çıkamadı Halil Bey. Yatağa bağlı kalmıştı. Yatalak olmuştu. Prostat kanseri teşhisi koymuştu doktor.
Halil Bey, pencerenin kenarında sırtına konan yastığa yaslanır dışarıyı seyrederdi, özellikle camiyi, o güzelim minareyi... ve her beş vakitte ezanı dinlerdi... Mahalle camii imamı Bekir Hoca'nın güzel, etkili sesini...
Ezan okunup da camiye gidememek çok koyuyordu Halil Bey'e... Hep caminin içini, cemaati hayal ediyordu. Eskisi gibi alnını halının üzerine koyarak secde etmeyi özlüyordu.
Artık eskisi gibi kılamıyordu namazını. Oturduğu yerde dizine konan yastığa başını koyuyordu.
O an sağlığın ibadet için olduğunu düşünüyordu.
Yedi ay sürdü bu yatak hayatı.
Yedi ay boyunca pencere kenarında camiyi seyretti, ezanları dinledi. Kimi zaman ağladı, kimi zaman uzun uzun hayallere daldı.
Karısı, kızı ve damadı sürekli ilgilendiler onunla... Başından ayrılmadılar, bir dediğini iki etmediler. Yüksünmediler. Halil Bey, bunu gördü, yaşadı ve şükretti Allah'a... Hepsine teşekkür etti, minnetlerini bildirdi.
Ve bir gece, eşi, çorba vermek için yanına oturduğunda, yerinden hiç kımıldamadığını gördü. Bakışlarını pencereden dışarıya dikmişti. O anda yatsı ezanları okunuyordu.
Hanımı iyice yaklaştı. Ve anladı. Kocası Halil Bey ölmüştü.
Hemen damadını ve kızını çağırdı.
Çok sevdiği damadı Besim Bey ilgilendi cenaze işleriyle.
Cenaze işleriyle ilgilenirken bir olaya şahit oldu. Sırlı bir olaya...
*****
Kaynanam telefon ettiğinde hissetmiştim. İçim titremişti. Anlamıştım. Zaten bekliyorduk. Doktorlar söylemişti umut yok diye... Ölümünü duyunca çok üzülmüştüm... Öz babam gibiydi, çok severdim onu. Onun dindarlığına hayrandım. Onun sabrına, metanetine, sevgisine, hoşgörüsüne... Bir ibadet adamıydı o.
Duyar duymaz eşim ve çocuklarımla koştum.
Eşim hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Zavallı kaynanam ise yanı başında eğmişti başını, içini çekiyordu.
Sabaha kadar cenazenin başında Kur'an-ı Kerim'den sureler okuduk. Bu arada ölüm haberini duyan eş dost geldiler. Evimiz doldu... Bir yanda yaslar, hıçkırıklar, bir tarafta dualar okunuyordu.
Sabahleyin belediyenin cenaze arabası geldi, evin önünde durdu.
Büyük bir hüzünle kaldırdık naaşı ve yıkatmak amacıyla mezarlığa götürdük.
Mezarlıkta belediyenin gasilhanesi vardı. Bizden önce iki cenaze bekliyordu sırada. Gasilhanenin önü ise yüzleri hüzünden solmuş, ağlayan insanlarla doluydu.
Burası hayatın farklı bir yüzüydü. Buradan dünyaya farklı bakılıyordu. Burada bütün perdeler çekiliyor, hayat bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle görülüyordu. Ölüm vardı. Kentte sürekli birileri ölüyordu. Ve farkında olmuyorduk. Telaşlar ve hırslara gömülmüştük, ölüm arada bir beliriyor, hayata keskin bir bıçak gibi iniyor ve "Uyan!" "Kendine gel! Ölüm var!" diyordu. O zaman sarsılıyorduk. Derin derin düşünüyorduk.
Cenazemizi içeri taşıdık. Önce kimse gelmedi. Gasilhane görevlilerini bekledim. Gelen yoktu. Alabildiğine ilgisizdiler.
Gördüm, şahit oldum ve kızdım.
Derken bir görevliyi yakalayıp omuzundan asıldım;
"Cenazemizle ilgilenir misiniz..." dedim.
Görevli ilgisizce ve soğuk:
"Bırakın şuraya... Sıranızı bekleyin." dedi ve ayrıldı.
Öylesine öfkelendim, giden görevlinin arkasından çaresiz ve öfkeli bakakaldım.
Duyarsızlaşmıştı buradaki insanlar... Onlar için son derece normal şeylerdi ölülerin gelmesi, yıkanması... Herhangi bir iş gibi yapıyor, cenaze yakınlarını azarlayabiliyorlardı.
Sıramızı bekliyorduk. Yıkananlar bitince bizim cenazemiz yıkanacaktı.
İzliyordum. Görevliler cenazenin farkında değildi. Sanki bir insan değildi yıkadıkları...
İzledim ve içim ezildi.
Kayınpederimi, onun hassasiyetini hayal ettim..
"Yok.." dedim, "Kayınpederimi böyle gasl ettiremem. Böylesine duyarsız ve duasız..."
Birden karar verdim, bana yardıma gelen komşuma:
"Hadi cenazeyi götürelim..." dedim.
"Niye, yıkanmayacak mı?"
"Mahalle camimizde imama yıkatırız."
"Ama..."
"Daha önce niye düşünmedim sanki... Tabi ya... Babamın sağlığında sürekli gittiği camide yıkanması daha iyi olur. Hem buradaki havayı sevmedim. İnsan ölüsü mü yıkıyorlar yoksa başka ölü mü, belli değil." dedim.
Cenazeyi, tekrar arabaya aldık. Doğruca mahalle camimize yöneldik.
Cenazeyi cami avlusuna indirdiğimizde henüz kimse yoktu. Ezan okunmasına epey zaman vardı.
Caminin gasilhanesine götürürken imam karşıladı bizi. Gasilhane kapısını açtı. Onun yardımıyla içeri aldık cenazeyi.
"Başın sağ olsun Besim Bey..." dedi.
"Dostlar sağ olsun..." diye karşılık verdim.
Sonra döndü:
"Hemen hazırlanayım da namaz vaktine yetiştirelim." dedi, öbür odaya geçti.
Bekledim başında. Daracık gasilhane odasının içinde yalnızdım. Önümde tabut... Tabutun içinde kayınpederimin naaşı. Kayınpederimle ilgili anılar ve onun silueti dolaşıyordu gözümün önünde. Sadece onu hayal ediyordum. Sadece onun sesini duyuyordum, sadece o vardı odanın içinde... O hayal olarak gülerken ben hüzünlüydüm.
Az sonra imam içeri girdi. Üzerini değiştirmişti. Beyaz naylon bir önlük giymişti ve eline beyaz eldiven geçirmişti. Gasil için hazırdı... Bir elinde bir paket vardı.
Paketi tabutun yanına bıraktı.
"Bu ne?" diye sordum.
"Halil Amca'nın... Kefeni, cenaze malzemeleri..."
"Kim alırdı?"
"Rahmetli..."
"Nasıl?"
"Buraya geldi, para bıraktı bana; bunlarla cenaze malzemelerini almamı istedi. Sonra kendisini benim yıkamamı rica etti."
"Altı ay önce nasıl sezmiş öleceğini?" diye sordum hayretle.
"Ne altı ayı Besim Bey?" dedi imam, şaşırarak süzdü beni: "...Halil amca daha önceki gün geldi, parayı verdi bana... Ben de bunları aldım."
"Anlamadım... Ne dedin sen? Evvelki gün mü dedin?"
"Evet.. Hatta iki defa geldi. Önce tembih etti, sonra parasını getirdi."
"Ama olamaz..." diye bağırdım.
"Niye olmasın... Demek ki öleceğini sezmiş rahmetli..."
"Hayır ondan değil hocam... Kayınpederim yedi aydır yataktan kalkamadı. Hele son hafta başını bile kaldıramıyordu... Buraya nasıl gelsin?..."
Bu sefer imam şaşırdı.
"Ama nasıl olur... Halil amcayı yıllardır tanırım. Muhabbetimiz vardır. Caminin değerli büyüklerindendir. Gözlerimle gördüm. Geldi ve konuştum." dedi ısrarla.
"Mümkün değil... Evdeydi, ağır hastaydı..." diye sayıkladım.
İmam şaşkınlıkla uzaklara baktı, dalıp gitti bakışları:
"Peki o zaman gelen kimdi?"
Evet, gelen kimdi? Kayınpederim son hafta yatağında can çekişirken başındaydık, hiç ayrılmamıştık.
Biz onun baş ucunda beklerken, imam, aynı anda onunla sohbet etmiş, konuşmuştu.
Bu nasıl olmuştu?
Bir insan aynı anda iki yerde olabilir miydi?
Hala düşünüyorum, hala şaşırıyorum... Hala kayınpederimi düşünüyor ve hep hayırla yad ediyorum
İMAN ETMEDİKÇE CENNETE GİREMEZSİNİZ.BİRBİRİNİZİ SEVMEDİKÇE İMAN ETMİŞ SAYILMAZSINIZ!!!(HADİSİ ŞERİF)