snıper
New member
- Katılım
- 17 Ocak 2006
- Mesajlar
- 2,345
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0

Medeni Hukukta Mahkeme İçtihatları Klasik Fıkıhta Müçtehit Fetvaları
Medeni hukuk, meydana gelecek bütün olayların hükmünün önceden belirlenmesinin mümkün olmamasından hareketle kanunda boşluk olmasını kaçınılmaz ve hatta gerekli görmüştür.
Yüce Rabbimizin olacak tüm olayların hükmünü önceden belirtmesi imkânsız olmamakla birlikte ilahi irade bu yönde tecelli etmemiş ve bu sebeple Kur’ân’da bazıları dışında hemen hiçbir hükümde tafsilat verilmeden genel prensipler konulmuştur.Diğer bazı hükümlerin tafsilatı da Peygamber Efendimizin sünnetinde ifadesini bulmakla birlikte en nihayetinde başa gelebilecek tüm olayların hükümleri Kur’ân ve sünnette belirtilmemiştir.
Bu sebeple medeni hukukta daha çok imkânsızlıktan meydana gelen kanun boşlukları ilahi iradenin bu yönde tecelli etmesi sebebiyle İslam Hukuku için de geçerli olup kıyamet kopana kadar olacak tüm olayların hükmünün Kur’ân ve sünnette özellikle de Kur’ân’da mevcut olduğunu iddia etmek hakikati inkârdan başka bir şey değildir.
Kur’ân ve sünnette bırakılan bu boşlukların Peygamber Efendimizin Hz. Muaz’ı Yemen’e vali olarak gönderirken söylediği sözlerinden de anlaşıldığı üzere içtihatla doldurulması istenmiştir.[1] Nitekim başta sahabe ve tabiin nesli olmak üzere selefin hemen tamamı nassın olmadığı yerde kıyasa/içtihada başvurulması konusunda ittifak halinde olup fiilî uygulama da bu şekilde cereyan etmiş ve deliller başlıca Kur’ân, sünnet, icma ve kıyas şeklinde ifade edilmiştir.
Medeni hukuk da kanundaki bu boşlukların hâkim tarafından doldurulmasını zorunlu görür ve hâkime önüne gelen meselede kanunda karar yok diye, meseleyi hükümsüz bırakma hakkı tanımaz. Aksine onu bu meselede içtihat edip hüküm vermeye zorlar. Bu sebeple hâkim, önüne gelen mesele hakkında kanunda hüküm yoksa kanunların ruhuyla bağdaşacak şekilde içtihat etmek zorundadır. Ayrıca içtihadını yapmadan önce bu konuda başka mahkemelerin yapmış olduğu içtihatları gözden geçirmesi, konuyla ilgili doktrinlere/ ilmi çalışmalara vakıf olması zorunluluk derecesinde tavsiye edilmiş, bunlara bakmadan içtihatta bulunmaması istenmiştir.
Hatta Türk hukukçuları için medeni kanunun alındığı İsviçre’nin Federal Mahkeme içtihatları göz ardı edilemez addedilmiştir. Gerekçe olarak da İsviçreli hâkimlerin yapmış olduğu içtihatların, son derece ilmî, tutarlı ve uzun süre denenerek sağlaması yapılmış içtihatlar olduğu söylenmiştir. Oysa İsviçre Medeni Kanunu 19. Yüzyılda hazırlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından 1926 yılında kabul edilerek yürürlüğe konmuştur. Yani çok da uzun bir geçmişi yoktur. Ama yine de Türk hukukçuları için önemli bir kaynak kabul edilmiştir.
Günümüzde yeni meselelerin giderek artması sebebiyle mahkeme içtihatlarının daha fazla önem kazandığı ifade edilmektedir. Özellikle de derin tecrübe ve ilme sahip, muhakemesi güçlü ve de sağlam karakterli hâkimlere Türkiye’nin şiddetle ihtiyaç duyduğu vurgulanmaktadır.
Türk hukukçularının İsviçre Federal Mahkemelerinin yaptığı içtihatlara ve yukarıda vasıflarını saydığımız hakimlere verdiği önemi görünce dönüp tarihimizdeki müçtehitleri hayırla yad etmemek vefasızlık değildir de nedir!?
Şöyle ki, bizim içtihat tarihimiz İsviçre mahkemelerininkinden çok daha eskidir. Bizde içtihat daha Peygamber Efendimiz hayatta iken başlamış, sahabe, tabiin ve müçtehit imamlar neslinde zirveye varmış, daha sonraki devirlerde geçmişe nispeten doğal olarak azalmış olsa da günümüze kadar devam edegelmiştir. Sadece dört mezhep imamının içtihatlarının yer aldığı kitaplar onlarca cilt tutmaktadır. 1400 yılı aşkın içtihat faaliyetinde tedvin edilen kitaplar ise kütüphaneler doldurur. Yani bizim, içtihat tecrübemiz İsviçre mahkemelerine nispetle kıyas edilemeyecek kadar geniş ve zengin bir külliyat oluşturur.
Bizdeki fark sadece içtihat çokluğu açısıyla da kalmaz. Diğer önemli bir fark hâkimlerde aranan yukarıdaki üç önemli vasıf itibariyledir. Örneğin müçtehit imamlardan Ebu Hanife’yi bu üç yönden ele alalım:
1) İlim ve tecrübe:
Ebu Hanife, 20 yıl hocası Hammad b. Ebî Süleyman’ın fıkıh meclislerine katılmış. Onun ölümünden sonra da 30 yıl hocasının yerinde dersler verip binlerce meselede içtihat yapmış. Toplam fıkıh ve içtihat hayatı 50 sene, yani yarım asır, birçok insanın ömründen bile fazla. Hem de bizim gibi haftada bir iki gün, birkaç saat değil, hemen hemen her gün ve günün uzun bir vakti. Hatta bazen sabahlara kadar. Ve dahi ölüm anında bile. Ebu Yusuf’un ölmeden önce söylediği son sözler hacda şeytan taşlamakla ilgilidir. Züfer ise ölüm döşeğinde mehir meselelerini konuşuyordu[2]… Belki bizden sonra gelen birinin derdine deva olur diye… Dünyada bu kadar süre içtihat faaliyetinde bulunmak kaç kişinin nasibidir? Ya böyle yarım asırda elde edilen ilim ve tecrübeyi görmezlikten gelip hiçe saymak nasıl bir mahrumiyet ve bedbahtlıktır!?
2) Güçlü muhakeme, iyi bir anlayış:
Menakıp kitaplarında şöyle bir kıssa anlatılır. Hadis âlimlerinden A’meş’e bir soru sorarlar. Ebu Hanife de yanındadır. A’meş, Ebu Hanife’ye, “Numan! Sen fetva ver”, der. Ebu Hanife fetvayı verir. A’meş de, “bunu nerden aldın?”, diye merakla sorar. Ebu Hanife, “senin bize rivayet ettiğin şu hadisten”, der ve hadisi zikreder. A’meş, (kendi rivayet ettiği bir hadisten Ebu Hanife’nin konuyla alakalı hükmü çıkardığını görünce) “siz (fakihler) doktor, biz (muhaddisler) ise eczacıyız”, diye karşılık verir.[3]
A’meş’in bu sözü, hem onun Ebû Hanife’nin fıkıh anlayışını takdir ettiğini hem de fıkıh bilmenin sadece rivayetleri ezberlemek olmadığını göstermektedir. Menakıp kitaplarında müçtehit imamların güçlü muhakeme ve derin anlayışa sahip olduğunu gösteren daha birçok rivayet mevcuttur. Zaten onlar durup dururken rastgele ümmetin önderleri olmamışlardır.
3) Sağlam bir karakter. Menakıp kitaplarındaki ifadesiyle vera ve takva:
Bu konuda da kitaplar çeşit çeşit rivayetlerle dolu. Hatta ufukları daralıp kararan zihin ve gönül dünyamızın idrak ve kabul etmekte zorlanacağı öyle rivayetler vardır ki, insanın, bu kadar da olmaz, diyesi gelir. O yüzden idrak sınırlarımızı zorlamayan bir örnek vererek onların sağlam karakterlerinin sadece ticaret ahlakıyla ilgili bir yönüne işaret etmek istiyorum. Kadının biri -Ebu Hanife’ye satmak üzere- çarşıya bir kumaş getirir. Ebu Hanife “ne istiyorsun”, diye sorar. Kadın “yüz dirhem”, der. Ebu Hanife: “Bu kumaş yüz dirhemden çok daha kıymetli”, der. Kadın, fiyatı iki yüze çıkarır. Ebu Hanife yine aynı sözü söyler ve sonunda kumaşı kadından 400 dirheme; kadının başta istediği fiyatın dört katına satın alır.[4]
Şimdi, ilim, anlayış ve ahlaklarıyla bir hukukçuda aranan tüm özellikleri kendilerinde fazlasıyla bulunduran bu müçtehit imamların yarım asrı bulan fıkhî çalışmalarında ortaya koydukları içtihatların Kur’ân ve sünneti özellikle de fıkhı anlamamız için vazgeçilmez olduklarını itiraf ve ikrar edip onlardan azami surette istifade etme yolunu seçmek yerine, onların bu müthiş müktesebatını Kur’ân ve sünnetle aramızda aşılması gereken bir engel olarak görmekhangi insaflı ve akl-ı selim sahibi kişiyi gayrete getirmez!?
Türk hukukçuları karşılaştıkları yeni olayların hükmünü bulma konusunda İsviçre mahkemelerinin içtihatlarını bulunmaz bir hazine olarak görürken, bizim 1400 yıllık fıkıh ve içtihat müktesebatımızı bir engel görüp yıkmaya çalışmamız nasıl bir buhrandır!?
Demek ki, bizim gözümüzde müçtehit imamların çağlara uzanan içtihat ve fetvalarının, İsviçre mahkeme içtihatlarının Türk hukukçuları gözündeki kadar bir değeri yokmuş.
Ne diyelim, iki resim arasındaki altı












Ebû Dâvûd, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3; Müsned-i Ahmed, 22007, 22061, 22101.
Abdullah b. Muhammed İbn-i Ebi’l-Avâm (335/947), Fedâilu Ebî Hanîfe ve Ahbaruhu ve Menâkibuhu, neşr., Latifurrahman (Mekke: Mektebetü’l-İmdâdiyye,1431/2010) s. 298.
Fedâilu Ebî Hanîfe, s. 102. Fedâilu Ebî Hanîfe, s. 130.