Mevlana Kimdir?

türk ocağı

serdengeçti
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
1,813
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Taceddin Dergahı
Mevlana Örneğinde Anadolu İslamı


Hicri 7. ve onu takip eden yüzyıllar, bir anlamda Kültür İslâmı`nın oluşumunun büyük oranda tamamlandığı yıllardır. Artık bu yüzyılda müslümanların siyasi ve askeri gücü epey kırılmıştır. İslam coğrafyasında birçok irili-ufaklı güçsüz devlet vardır. Başta Türkler olmak üzere Asyadaki birçok kavmin kitleler halinde İslâm`a geçişi ve bunların müslüman halk arasında çoğunluk teşkil edişi, Vahiy İslam`ından çok farklı bir İslâm anlayış ve yaşantısının oluşmasına yol açar. Bu, Kültür İslâmı dediğimiz, vahiyle pek örtüşmeyen bir din anlayışıdır. Bize tarihçiler müslümanların topluca müslüman olduklarını söylüyorlarsa da bu sosyolojik olarak mümkün değildir. Hiçbir millet bir günde değişemez.

Doğudan Moğol, batıdan Haçlı ordularınca sıkıştırılıp ezilen insanlar tam anlamıyla bir kaos ortamına itilir. Bu, siyasî ve askeri alanda olduğu kadar, inançta da açığa çıkan bir kaostur. Önceki yüzyıllarda etkin olan kelâmın, fıkhın güç kaybetmesi, ulema sınıfının otoritesinin azalması, eski şaman yeni keramet sahibi evliyalar karşısında ikinci plana itilmesi hicri 6. yüzyılda sistemleşmiş, tarikat kurumlarını oluşturmuş tasavvufa büyük imkanlar sunar.

Artık tasavvuf bir kaç meczup, cerbezeli konuşan adamın felsefesi olmaktan çıkıp, şeyhlerin toplumun önüne bir mehdi gibi, bir kurtarıcı gibi çıktığı, toplumu yönlendirdiği dönemdir. Tekke, zaviye, hankâh ve benzeri mekanlar tarikatların idari ve yönetim üssü olur. Bu birimlerde faaliyet gösteren şeyh, derviş, velî vs. ünvanlı şahsiyetler halkın sadece inançlarını yönetip kontrol etmekle kalmayıp, büyük oranda siyasî bir güç de elde ederler.

Yeni müslüman eski şaman Türkler fakihlerden, müftülerden ve kelamcılardan pek hazzetmezler. Türkler geçiş döneminin kolaylaştırıcı özellikleri, ondan da öte eski inanç ve alışkanlıklarının devamını meşrulaştırıcı özellikleri nedeniyle tasavvufa eğilim gösterir ve onu tutarlar. Tasavvuf onlar için bir sığınak olur. Çünkü böylelikle fakihlerin sorgusundan kurtulurlar. Dine uymayan davranışlarını, bâtınî yorumlar maskesi altında devam ettirme fırsatı bulmuş olurlar. Şeriatın sert ve acımasız kuralları, sosyal ve bireysel hayatı düzenleyen şeriat kuralları yerine her türlü inanca ve mensubuna kucak açan, onlara sınırsız hoşgörü ile muamele eden, namazsız-niyazsız ama keramet sahibi(!) şeyh, derviş, abdal ve babalar etraflarında büyük halk kitlelerini toplamayı başarırlar.

Onlar elde etmeye başladıkları siyasi ve ekonomik gücün her türlü inanca ve mensubuna sınırsız hoşgörüden kaynaklandığını farketmeleri uzun sürmez. Onların hoşgörüsü arttıkca, kitleler kendilerine daha çok bağlanır, kitleler kendilerine daha çok bağlandıkca onların hoşgörüsü daha da artar. Onlar “mana aleminin sultanları” olurlar ve madde aleminin sultanlarına kafa tutacak kadar siyasi ve dini bir güç kazanırlar.

Onların vahiy İslâmı`nı sosyal alanda hakim kılmak gibi bir amaçları yoktur.
Celaleddin Rûmi kadar büyük amaçları olmasa da aynı dönemde diğer birçok şeyh, derviş , abdal ve baba`nın aynı amaçlar peşinde koştururlar. Kişisel çıkarlarına hizmet ettiği kadar, -sırf “İnsanî” nedenlerle de olabilir- “birlik – beraberlik ve hoşgörü bayrağı” dalgalandırırlar. Yunus Emre`nin dediği gibi;
“Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan
Şer`in evliyasıysa, hakikatte asidir”
“Gel ne olursan ol, gel” diyenler, kendi dindaşlarını katledenlerle çok samimi olabilmişler, hatta kendi çocuklarını gözden çıkarabilmişlerdir. Bugünlerde de “diyalog ve hoşgörü” adı altında faaliyet gösterenler, kendi kardeşlerine hasmâne, batılılarla ve papazlarla gayet dostâne ilişkiler geliştirebilmektedirler.

7. yüzyılda İslam`a yeni girmiş Türkler tasavvuf ve tarikatlarla destek sağlarlar. Bu arada Şamanist karakterli, İslâmi kimlikli şeyhler de çıkar. Tasavvufa bir çok yeni şamanist unsurlar katarlar.[1] Bu yeni ucubenin içinde İran zerdüştlüğü, anadolu sır dinleri gibi pek çok gayri islami felsefenin söylemlerini bulabilirsiniz. Müslümanlar islamı araplardan değil, iranlılardan öğrendiler. Onlar kitabi islamı değil, şifahi islamı öğrendiler. Dünün şamanları, bugünün abdalları, alperenleri olan Yeseviye tarikatının pirlerinden dini öğrendiler. Temsil ettikleri kitlelerden daha fazla İslamı bilmeyen bir çok eren, derviş, veli, Abdal, baba, Yesevi tarikatından aldıkları icazet ile Anadoluya akın ettiler. Hristiyanların yer aldığı, İslam`a yeni girmiş fakat İslam`ı bilmeyen Türk kitlelerinin bulunduğu bu “Rum diyarı” onlar için kaçırılmaz fırsat olur ve anlattıkları menkıbelerle, gösterdikleri söylenen kerametlerle bu göçebe cahil halkı kontrollerine alırlar.
Büyük Türk kitlelerin İslama topluca geçmesinde Yesevilik; Bektaşilik, Mevlevilik, Kalenderilik vs. gibi tarikatların büyük payı vardır. Şamanist inanç ve ayinlerin tasavvufa intikal etmesinde bu tarikatların rolü vardır.

Celaleddin Rumi, Türk/İslam dünyasının, Türkçe konuşmayan, İran asıllı en büyük şairlerinden biridir. O İran’ın Belh kentinde doğmuştur. Mevlânâ’nın babası Bahaeddin Veled’te Belh’in hem âlimlerinden, hem de sufilerindendir. Akli düşüncenin en önemli temsilcisi Fahreddin Razi’de Belh’lidir.
Fahreddin Razi ile anlaşamıyan Bahaaddin Veled burasını terk eder. Bahaeddin Veled Anadoluya göçerken Bağdat’ta Kadirilerin tekkesinde kalmıştır. Bahaeddin Veled Maarif adlı eserin sahibidir ve bildiğimiz ulema sınıfıyla pek anlaşamaz. Karaman’da 7 sene ikamet etti. Konya emiri Alâeddin Keykubat’ta akliyecidir. 1225 yılında Konya’ya gelmiştir. 1228 de vefat etti.

Kalenderilerin Moğollarla arasında sıcak bir ilişki vardır Moğollar Şamanist idiler. Moğolların bu din adamları Şamanlar hem doktorluk yaparlar, hem sihirbazlık yaparlar. Bunlar Moğollar tarafından kutsal kişiler olarak görürler. Kalenderiler de göçebedirler. Köy köy dolaşarak, dilenerek geçinirler. Kalenderiler dilenebilmek için köylerde görsel şovlar yaparlar, karınlarına şiş batırırlar, ateş yutmak gibi numaralar yaparlar ve geçimlerini böyle sağlarlar. Örneğin Mevlânâ’nın şeyhi olan Şems’in lakabı da “Şems-i Parende” dir. Yani; uçar gibi takla atan, parende atan Şems! Bu kalenderi dervişler de Moğol şamanları gibi sihirbazlık numaraları yapıyorlardı. Moğollar bu kalender dervişleri orduya alıp, asker olarak çalıştırdılar. Mesela Kösedağ’da Selçuklulara karşı, savaşta Moğollar için en önde çarpıştılar. 1243 yılında Moğollar Kösedağ zaferini kazandıktan sonra Anadolu'yu istila ettiler. Hatta Erzurum'da, Erzincan'da, Tokat'ta, Sivas'ta, Kayseri'de büyük katliamlar yaptılar, bu şehirleri yağmaladılar ve özellikle Tokat'ta, Moğol Ordu Komutanı Baycu Noyan Kayseri'yi muhasara ettiği zaman, Kayseri çevresinde toplanmış olan Moğol askerleri arasında Mevlânâ'nın hocası Şems-i Tebrizî'nin Kalenderî müritleri de mevcut idi. Hatta bu Kalenderiler, Moğollarla birlikte şehre girdikten sonra büyük bir katliam yaptılar. On binlerle ifade edilen Ahi ve Türkmen burada katliama tâbi tutuldu. Ahiler ve Türkmenler burada katliama tâbi tutulurlarken, Mevlânâ'nın hocası olan Kayseri'deki Seyyid Burhaneddin'in, eteğine paralar, altınlar saçtılar. Nitekim bu olaydan iki sene sonra Seyyid Burhaneddin vefat ettiğinde, Seyyid Burhaneddin'in türbesini de Moğollar inşa edecektir.
Babası Bahaeddin Veled öldükten sonra Seyyid Burhaneddin halife oldu. Mevlânâ bir müddet bu zatın terbiyesinde yetişti. Seyyid Burhaneddin, Bahaeddin Veled’ten ne aldıysa Mevlânâ’ya aktardı.

Moğolların Anadolu’ya girerek cinayetler işlediği zamanda Seyyid Burhaneddin Kayseri’deydi. Ortalığı kan gölüne çeviren Moğollar ne hikmetledir ki onun dergâhına girince baş eğip teslim olmuşlar, Seyyid’in ayaklarına altın saçmışlardır.

“Seyyid Hazretleri Kayseri’nin hendeği yanında ilahi şarapla mest olmuş oturuyordu. Moğol askeri de şehri yağma ediyordu. Birden bire heybetli bir Moğol kılıcını çekerek Seyyid’in hücresine geldi. Ona: "Ey! deme, çünkü sen her ne kadar Moğol kıyafetine bürünmüşsen de bizce malumsun. Çünkü ben senin kim olduğunu biliyorum." buyurdu. Moğol derhal atından indi, baş koydu, biraz oturup gitti. Seyyid’in yanında bulunan arkadaşlar o adam hakkında sorguda bulundular. Seyyid "Hırka içinde saklı olan bu adam, tanrı kubbeleriyle örtülü olanlardandır." dedi. Bir an sonra bu adam döndü Seyyid’in ayağına birkaç dinar saçıp başını açtı, mürid olup gitti.”

Yani; Kalenderi dervişler ve Mevlânâ'nın hocaları olan kişiler çok daha önceden Moğollarla irtibat hâlindeydiler ve Moğollarla teşriki mesai ediyorlardı ve özellikle de Şems-i Tebrizî ve bunun gibi olan bazı kişileri de Moğollar ajan olarak istihdam ediyorlardı.
Şems-i Tebrizî, kendi eseri, Makalât'ının birçok yerinde, Moğolların aleyhinde konuşanları susturur, onlara ağır hakaretlerde bulunur. Moğollara alt yapı yapmaya çalışır, Anadolu insanını Moğollara itaat etmeye çağırır. Mevlânâ da bunu daha sonra yazacağı eserlerde yapacaktır.

Mevlânâ "Fihi Mâ Fih, s.100-3" adlı eserinde, Moğolların Reisi Cengiz Han için diyor ki; “Cengiz Han, Allah'tan mesaj aldı ve Allah'tan aldığı mesajla Cenabı Allah Cengiz Hana; "Halkını, kavmini topla, şu zalim Harzemşahlar ülkesine yürü, onları kahret" demiş.
Bahaeddin Veled’in Harizmşah’a duyduğu bu kin dolayısıyla kendisi ve Mevlânâ Moğolları Allah’ın askerleri olarak tanımlayacaktır.

“Bahaeddin Veled Belhlilerden incindi; o zevalsiz saltanat sahibinin gönlü kırıldı Hemencecik tanrıdan, ey kutupların padişahlar padişahı tek er diye hitap geldi. Dendi ki: bu topluluk seni incitti; senin tertemiz gönlünü kırdı ya. Sen de çık bu düşmanların içinden de onlara azap göndereyim, belalarını vereyim... O daha yoldayken haber geldi; o sırrın eseri belirdi. Tatar, o bölgelere hücum etmiş İslam askeri bozguna uğramıştı. Belh’i almışlar, o topluluktan hadsiz hesapsız birçok kişiyi ağlata inlete öldürmüşlerdi. Büyük şehirleri yakıp yıkmışlardı. Tanrının bin türlü azabı vardır .”

Müslüman kardeşlerini katleden ve bunun için zalimlere müteşekkir bir Mana sultanı(!)
Moğol Hükümdarı, Hulagu Han Bağdat'ı fethettikten sonra, Bağdat'ta son Halifenin oğlu Ez-Zahir Billah Mısır'a kaçtı ve Baybars ile birlikte Mısır'da halifeliğini ilân etti. Mevlânâ Mesnevî'sinde "Mısır Halifesinin Hikâyesi" diye bir hikâye anlatır ve orada Sultan Baybars'ı ve Mısır'a kaçan Ez-Zahir Billah'ı tahkir eder, rezil etmeye çalışır ve böylece Hulagu Hanı desteklemeye çalışır.
Menakıb’ull Arifin’de anlatıldığına göre; "Hulagu Han Bağdat'ı muhasara ettiği zaman askerlerine emir verdi, üç gün üç gece atlarına ve askerlere yemek yedirmediler, atlara su ve ot yedirmediler, yem vermediler. Atların tutmuş olduğu bu oruç hürmetine Cenabı Allah Bağdat'ın fethini Hulagu Hana müyesser kıldı." şeklinde Mevlânâ Moğolları alkışlamaktadır ki, Tarihçi İbn-i Esir’in belirttiğine göre bu Hz.Adem’den bu yana insanlığın gördüğü en büyük felakettir.

Hümanizmin devasa şairi olarak lanse edilen Mevlânâ’mız bu azılı katilleri tebrik ve tebşir etmektedir.

Moğollar Kayseri’de büyük bir katliam yaptılar. Ahiler bu Moğollar’a karşı direnmişlerdi. Yani Ahiler ile Kalenderiler arasında bir rekabet vardı. Mevlânâ zamanında Anadolu'da bir grup insanlar, bir grup aydınlar Moğolları destekliyorlardı. Bir kısım insanlar da Moğol emperyalizmine karşı isyan ediyorlar, genellikle Ahiler ve Türkmenler Moğol iktidarına karşı isyan durumundaydılar. Dolayısıyla, Mevlânâ o dönemde Moğolların yanında yer alarak Türkmenlerle mücadele etmiştir. Hacı Bektaş'a ağır hakaretlerde bulunmuştur, Bütün bunları yaparken hedefi, Moğollara hizmet etmektir. Moğollar da kendisine para veriyorlar. Bakın, bir defasında Moğol Veziri Tacettin bir defasında Mevlânâ'ya 700 dinar para gönderdi ve bu gönderdiği paralar da, Türkmenlerin el konulan mallarındandır. Bu 700 dinar, o zamanlar 70 deveyi satın alabilecek kadar değeri vardır.

İşte müritleriyle birlikte Kayseri’de katliama katılan bu Şems-i Tebrîzî, bu olaydan üç ay kadar sonra 1244 yılında Konya’ya gelir, 39 yaşında olan Mevlânâ ile tanışır. Ona önce şiir sanatını öğretti, sonra da şiir malzemesi olacak doneler verdi ki bunlar kadim İran kültürüne ait malzemelerdi. Şems-i Tebrîzî, Bir Mecusi çocuğudur. Babası aslen Hassan Sabbah’ın hemşerisidir. Mesnevî’nin birinci cildini birlikte yazdılar. Mevlânâ, 15 yaşında, güzelliği dillere destan Kimya Hatun adlı cariyesini bu sırada 65 yaşında olan Şems-i Tebrîzî’ye nikahladı. Oysa bu Kimya Hatun Mevlânâ’nın oğlu Alâeddin Çelebi’yi seviyordu. Bu kızcağız sık sık evi terkediyordu. Yine böyle bir terk olayından sonra Şems-i Tebrîzî Kimya Hatun’u öyle bir döver ki, boynunu kırar ve bu kızcağız birkaç gün içinde ölür. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Şam’a kaçar. Mevlânâ Alâeddin Çelebi ile bu yüzden araları açıktır. Diğer oğlu Sultan Veled’ Şam’ a gönderdi ve 1245 yılında Şems-i Tebrîzî’yi tekrar Konya’ya geldi. Şems-i Tebrîzî Kayseri katliamına katıldığı için, Moğol ajanı olduğu için ve bazı Mecusi söylemlerinden dolayı Ahiler ondan hiç hoşlanmıyorlardı. Bir fırsatını bulup, ona bir süikast düzenlediler ve öldürüp cesedini bir kuyuya attılar.

Bu olaydan sonra Moğollar ile Selçuklular, Ahiler arasında şiddetli bir düşmanlık baş gösterdi. Ahilerin lideri Ahi Evran, Mevlânâ’nın oğlu Alaeddin Çelebi’yi yanına alıp Kırşehir‘e gitti. Mevlânâ bundan sonra şiirle düşmanlarıyla mücadele ettiğini söyleyecektir. Düşmanlarının Firavun olduğunu, Mesnevi’nin ise Asa’yı Musa olduğunu, bununla düşmanlarını yendiğini söyler. 1264 te Mesnevi’yi bitirmiştir.

Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan kişidir. Şems-i Tebrîzî Kalenderi şeyhidir. Bu kişinin tam olarak kim olduğu, hangi mezhebe ve tarikata bağlı olduğu tartışmalıdır. Kimilerine göre bir İsmailî dâî/propagandist’tir. Kimilerine göre Cevlekî şeyhi, kimilerine göre o devirde Kalenderîliğin Anadolu’daki temsilcisidir.

Bu Cevlekiler’in helal ve mübah saymadıkları hiçbir haram yoktur. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, şarap içer, hiçbir küfürden de sakınmazlardı. Dilencilikle geçinirlerdi.

Şems’in Kalenderîler gibi çardarb yaptığı (saçı-sakalı, bıyığı, kaşı kestiği) şaraba düşkün olduğu birçok kaynakta zikredilir. Kalenderîler, insan yüzünü Allah’ın mazharı kabul ettiklerinden, o güzelliğin tam olarak görülmesi için üzerindeki tüm kılların ustura ile alınması fikrindedirler. Bunu, Budist rahiplerden almışlardır. Bazı sufiler ‘Allah’ı tüyü bitmemiş toy bir delikanlı’ olarak tasavvur etmişlerdir. Bu Kalenderîler, dünyaya ve dünyevi değerlere umursamazlar. Toplumun inanç ve geleneklerine karşı çıkarlar, kılık-kıyafet ve davranışlarıyla da bunu göstermeye çalışırlardı.

Bazı tarihçilere göre bu Kalenderîler; haramları mübah sayarlar, namaz kılmazlar, eşkare oruç bozarlar, içki içerler, her türlü küfrü yaparlar. Abdalan-ı Rum olarak isimlendirilen bu Anadolu Dervişleri, Kalenderîler, Haydarîler ve Yesevîler’dir. Yine abdal kelimesi çoğu kere kalenderî için kullanılır. Yine kalenderî şeyhlerine ‘Baba ve Abdal’ denilir. Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal Osmanlıya isyan etmiş ve devleti epey uğraştırmış Kalenderi şeyhleridir. Bunlar daha sonraları Bektaşiler içinde kaybolup gitmişlerdir. Bunlar mescid ile kiliseyi, cennet ile cehennemi bir gören, güzellere meftun kimseler olup, Sünnilerden başka Şiilerin bile mülhid kabul ettiği kimselerdir. [2]

Şems de çardarb yapan, şaraba düşkün, davul ve alemlerle toplu gezen bir kalenderi şeyhi olduğunu kaynaklar zikrederler. Mevalana Şems ile tanışmadan önce, babasındaki gibi ilim, zühd ve takva yönü ağır basan bir sufidir.

Mevlânâ; "tasavvufi manada âşık" olduğu Şems’le altı ay bir hücrede halvette kalmışlar ve ona ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Şems ile tanıştıktan sonra aşk sarhoşu olarak semaya başlamış. Mevlânâ Şems öncesi de sema yaptığı, fakat bu semada sadece el çırpıp, sallayarak yaparmış. Şems ona bugünkü şekliyle dönerek sema yapmayı öğrenmiştir. Mevlânâ özellikle Şems Konya’dan kaçıp Şam’a gittiğinde kendisini büsbütün semaya vermiştir. Kitabî İlimlere düşman olan Şems, Mevlânâ’ya Adem'den beri Cihan'da "evliya-yı kâmil" bulunduğunu, bu "evliya" makamının üstünde bir de "maşuk" makamı olduğunu ve kendisinin de o makamın sahibi olduğunu söyleyerek Mevlânâ’yı kendinse bağlamıştır. Celaleddin Rumî 25.700 beyitlik Mesnevisini en fazla Hüsameddin Çelebi adındaki yakın müridi ve dostunun teşvik etmesiyle yazmıştır. Celaleddin söylemiş, Hüsameddin yazmıştır.

Celaleddin Rumî, şeyhi ve maşuku Şems'in telkinleriyle batini ilim dedikleri sapkınlıklara kendini o kadar kaptırmış ki, tamamen kendi zihninin ürünü olan ve Hüsameddin Çelebî'nin kaleme aldığı şiirlerini, Kur'an-ı Kerim'le boy ölçüştürmüştür. Tasavvuf dîni ulularının kendilerini peygamberden üstün görmeleri yadırganacak bir inanış değildir. Çünkü onlar Tanrı’da fani olup, onunla ittihad edip, Allah’ta onlara hulul ederek Tanrılaşırlar(!) Dolayısıyla Mesnevi'nin Kuran’la eşdeğer, hatta ondan da üstün görmesinde şaşılacak bir şey de yoktur.

Mevlânâ; 9.yüzyıldan itibaren Belh şehri gibi ünlü mutasavvıflar yetiştiren büyük bir kültür ve bilim merkezinde doğmuş olmakla beraber esas tasavvufi şahsiyeti ve fikirleri Anadolu’da gelişmiştir. Muhyiddin Arabî ve Vahdeti Vücut mektebi, Mevlânâ’nın tasavvuf anlayışını çok etkilemiştir. Sadrettin Konevi sayesinde anlaşılabilir hale gelen vahdeti vücut felsefesi Anadolu’da gerek elit tabaka tasavvufunu, gerekse popüler tasavvufu derinden etkiledi. Mevlânâ, cenaze namazını Sadrettin Konevi’nin kıldırmasını vasiyet edecek kadar onun hayranlarındandır.
Mevlânâ’yı etkileyen bir diğer akım ise Kübreviliktir. Temsilcilerinin başında bizzat Mevlânâ’nın babası Bahaedin Veled ve Necmeddin Daye geliyordu. Bu tarikat, züht anlayışı kuvvetli bir tasavvuf telakkisine dayanmaktadır.
Mevlânâ’yı etkileyen başka bir tarikat Melamemîlik ve Kalenderîliktir. Mevlânâ, Şemsi Tebrizi’deki dünyaya değer vermeme ve dünyanın peşinden kendini harap edercesine koşan insanlara karşı takındığı tavra hayrandır.

Mevlânâ’yı en çok etkileyen bilinenin aksine, Şemsi Tebrizi değil, babasıdır. Mevlânâ’nın ölünceye kadar babasının kitabı olan “Maarifi” elinden düşürmediğini Mevlevi kaynakları kaydederler. Mevlânâ bizzat kendisi “Eğer Bahaeddin Veled birkaç yıl daha yaşasaydı ben Şemsi Tebrizi’ye muhtaç olmayacaktım.” dediğini Eflakî belirtir. Bundan dolayı Mevlânâ’nın hayatını ifade ederken yalnız Şemsi Tebrizi’yi hesaba katmak yanlış olur.
Mevlânâ’daki Şems’e duyduğu aşkın bir benzerini, Şems’in katledilmesinden sonra bir kuyumcu olan Selahaddin Zerkûb’a gösterir. Onu şeyhi ilan eder. On yıl sonra Zerkûb ölünce yerine, Mesnevi’yi kendisine yazdırdığı Hüsameddin Çelebi’yi posta oturtur.
Moğolların hâkimiyeti altındaki Selçuklu devleti 1262 yılında bir ferman yayınlayarak, Türkmenlerin ve Ahilerin ellerindeki tüm zaviyeleri, tekkeleri, mülkleri, vakıfları müsadere yoluyla el konulur. Bu fermanda “Mevlânâ’yı şeyh olarak tanıyanlar hariç” ilavesi vardır. Yani Moğollar bu mana sultanının hakimiyetini perçinleştirdiler. Mevlânâ'ya intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler.

Putpereste ve Mecusi’ye kucak açan Mevlânâ Hacı Bektaş’tan da pek hoşlanmaz.
“Emir Nureddin bir gün Mevlânâ Hazretleri’nin hizmetinde Hacı Bektaş’ın kerametlerinden bahsediyordu: Bir gün Hacı Bektaş’ın hizmetine gittim. O dış görünüşe hiç saygı göstermiyor, şeriata uymuyor ve namaz kılmıyordu. Ona namaz kılmanın mutlaka gerekli olduğunu söyledim. O: git su getir de abdest alayım ve taharet edeyim, diye buyurdu. Testiyi kendi elimle çeşmeden doldurup önüne getirdim. Maşrapayı alıp bana verdi ve: Dök dedi. Onun eline su döktüğüm vakit berrak suyun kan olduğunu gördüm ve şaştım kaldım. Bunun üzerine Mevlânâ: Keşke kanı su yapsaydı çünkü temiz suyu kirletmek o kadar büyük bir hüner değildir. Hemen o anda Nureddin baş koyup Hacı Bektaş’a gösterdiği rağbetten vazgeçti.”

Moğollar Mevlânâ ve adamlarını paraya gark ediyordu. Mevlânâ ve çevresi bu dönemde Moğolların resmi memurları konumundadırlar. Moğollarla halk arasında Mevlânâ aracılık yapmaktadır. Mevlânâ, Moğollar’dan bir isteği olan kimselerin ricalarını birazcık dünyalık karşılığı, bu istilacılara iletmektedir.
Mevlânâ kendisiyle tartışan ve bu yüzden kendisinden hoşlanmadığı zengin bir tüccar olan, Tacettin-i Kâşî’nin evine birkaç rind Mevlevî dervişi/kabadayısı ve Moğol askeri ile baskın düzenletir. Bu çapulcular da bu zengin tüccarı katleder ve evini yağmalarlar. Mevlânâ ölünceye kadar Moğollarla sıkı ve sıcak ilişkileri devam etmiştir.

Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddin’den sonra mutlak hakimiyet Mevlânâ’dadır. Mevlânâ bu dönemde Selçuklu yönetimine hakimdir ve vezir Pervane Muiniddin’le olan diyaloğu onu her alanda söz sahibi yapmaktadır.
Pervane Muiniddin ise yıllarca siyasi alanda kazandığı deneyimlerle sultanları iktidara getiren ya da alaşağı eden birisidir. Öncelikle Mevlânâ’nın vezir Pervane Muiniddin’e olan hakimiyetini görelim.
Borçlular borçlarının bağışlanmasını ya da mühlet verilmesi için Mevlânâ’ya gelip, ondan Pervane’ye mektup yazmasını isterler.
Mevlânâ, cinayet işleyen ve bir arkadaşının evinde gizlenen bir şahsa şefaat etmesi için Pervane’ye bir mektup gönderir. Katili serbest bıraktırır. Mevalna’nın çeşitli devlet adamlarına ve yakınlarına yazdığı bu mektuplar “Mektubat” adlı eserinde toplanmıştır.
Anlaşılan Mevlânâ vezir Muiniddin Pervane’yi o kadar kontrol altına almıştır ki kendisine yalvaranların isteklerini hallettirmekte; borçlunun borcunu sildirmekte, katilleri bağışlatmaktadır.
Moğollar’a boyun eğen, Selçuklu padişahı, Dördüncü Kılıçarslan’ı bu Pervane bir tertiple Moğollar’a katlettirecektir. Rivayete göre; Sultan boğdurulduğu sırada Mevlânâ Mevlânâ diye bağırıyordu. Mevlânâ o sırada mübarek medresesinde semaya gark olmuştu. İki şehadet parmağını kulaklarına sokarak zurna ve beşaret getirmelerini emretti. Zurna ve beşareti kulaklarına koyup naralar attı ve şu gazeli okudu:
“Sana, senin bildiğin benim oraya gitme demedim mi? Bu yokluk serabı içinde hayat çeşmesi benim.”
Mevlânâ’nın zurna peşreviyle kapadığı bu cinayet Mevlânâ-Muiniddin Pervane ve Moğol işbirliği içinde gerçekleşmiştir.

Muiniddin Pervane Moğol hanına öyle nüfuz etti ki Hülagu, on beş yıllık bir devir esnasında Türkiye’de yegâne siyasi şahsiyet haline geldi ve Moğollara dayanarak hâkimiyetini kurdu. Moğollar Anadolu’daki uzun süreli hâkimiyetlerini Mevlânâ ve ailesine borçludurlar. İşgalcilerin ve anlayışlarının ele geçirdikleri topraklarda tutunabilmeleri için gerekli olan en önemli unsurlardan birisi de orada ağırlığı olan kişiler veya kurumlarla işbirliği yapabilmeleridir.

Mevlânâ’daki makam ve hükmetme hırsı erişilmez derecededir. O arkasına aldığı Moğol desteği ile Anadolu’nun mutlak manevi lideri pozisyonuna gelmiştir. Mevlânâ’ya göre padişahlık gönül sultanlığıdır, ama kendisine muhalefet edenlere de hiç merhameti yoktur. Yine Eflaki’den bir rivayetle:
Bir gün İslam sultanı İzzeddin Keykavus Mevlânâ Hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlânâ ona gereği gibi iltifat etmeyip bilgiler saçmakla ve nasihatlarla meşgul oldu. İslam sultanı kul gibi tezellül gösterip: Mevlânâ Hazretleri bana bir nasihat versin, dedi. Mevlânâ:
“Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık vermişler sen kurtluk ediyorsun, sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun, tanrı seni sultan yaptı sen şeytanın sözünü dinliyorsun buyurdu.”

Mevlânâ’nın bu sözlerinde ikinci İzzeddin Keykavus’a karşı olan tavrı ortadadır. Şüphesiz bu sözlerin arkasında İzzeddin Keykavus’un veziri olan Kadı İzzeddin’nin Ahilere başvurarak Moğollara karşı cihad hareketi başlatması saklıdır. Zaten bu hareket Moğol galibiyeti ile sonuçlanmış, Kadı İzzeddin ve Ahilerden pek çok ileri gelen şahıs, Moğol komutanı Baycu Noyan tarafından idam edilmiştir.[3]

Bu örnekler çoğaltılabilir. Mevlânâ’nın hayatı dergâhın içine gizlenmiş hırslarla doludur. Ne yazık ki babasından kendisine geçen bu anlayış daha sonra peşinden gelenlere miras kalmıştır. Mevlânâ’nın ve neslinin manevi iktidarları boyunca Moğollar da siyasi iktidarlarını Anadolu’da korumuşlardır. Mevlânâ’nın torunu olan Ulu Arif Çelebi de bu sadakatini devam ettirmiş, Moğolların istilasını Allah’ın takdiri görmüş, Bahaeddin Veled’i ilk defa Anadolu’ya geldiklerinde Karaman’da ağırlayan Karamanlılar yerine Moğolları tercih etmiştir.
Onlardan dağdan gelip bağdakini kovan kimselere benzerler. Kendilerine kucak açan vefalı Anadolu halkına ihanet etmekten sakınmamışlardır. Onlar buranın göçmen kuşlarıdır. Buralarda kendilerini yabancı gibi, gurbette gibi hissetmeleri gayet doğaldır. "Ülkem bu benim, yerim bu, yurdum işte, geldim nicedir kök saldım memlekete. Düşman gibi görseniz de düşman değilim, ben Hintçe konuşsam bile Türküm yine de" diye şiir düzmesi içindeki topluma yabancı olmasındandır.

Eski Yunan, Roma kralları yarı tanrı kabul edilirdi. Fars /İran kralları tanrının oğlu, “zıllullah/ Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak görülürdü. Bu tanrı krallar dönemi sona erdikten sonra “madde ve mana sultanları” halkı kendilerine kul ve bende yapmak için işbirliğine gittiler ve görev taksimi yaptılar. Arada sırada post/pasta kavgası yapsalar da birbirlerine örtülü destekleri hep devam etmiştir. Mevlânâ örneğinde görüldüğü üzere bazen bu mana sultanları, madde sultanlarını parmaklarında bile oynatmışlardır.
Mesnevi sadece ilahi aşk kitabı değildir. Mesnevi’de Ahi Evran’a hakaret eder. Yılancı hikayesinde anlattığı kişi Ahi Evran’dır. Zira Ahi Evran’ın mesleği gereği, kışın dağlarda zehirli yılan toplayıp, bunlardan panzehir, serum imal ettiği bilinmektedir.

Moğollar’ın önünden kaçan son halife ve Mısır Kralı Baybars’a ağır hakaretlerde bulunur.
Moğollar, bu maaşlı memuruna “Şeyh’ul-Şuyûh’ul-Rumî” ünvanını verdiler. Ve böylece Anadolu’daki tüm şeyhlerin bu Mevlânâ’ya biat etmeleri istendi. Biat etmeyen pek çok şeyh öldürüldü. Hatta Mevlânâ’ya biat etmeyen oğlu Alâeddin Çelebi ve Ahi Evran Nasreddin Mahmud’u Moğol Nureddin Caca’ya öldürttü. Ki; bu adam Mevlânâ’nın mürididir. Oğlunun cesedi Konya’ya getirildiğinde, Moğollara itaat etmediği için Mevlânâ oğlunun cenaze namazını dahi kılmamıştır. Bunu bütün Mevlevî kaynakları yazmaktadır.

Bunun üzerine diğer tarikat mensupları Anadolu’dan göç ettiler. Mesela; Tokat tarafında bulunan Rufâî olan Sarı Saltuk ve 3000 kadar müridi Bizans’a sığındı ve Çanakkale’de Ezine tarafına yerleştiler. Yine, Karasiler (Kara İsa) Çanakkale’ye, Malatyalı Germiyanlar’ da batıya göç ettiler. Bunlar arasında Ahlat ve Konya Ereğli’deki Kayılar da bu göç edenler arasındadır.
Eşek ve kadının sapık ilişkisi, hamamda düzülen adamın hikayesi, kadınlar vaazına çarşaf giyerek giden adamın sarkıntılıkları gibi bir çok pisliği ayrıntılı olarak Mesnevi’de görebiliriz.
Bundan daha kötüsü de içinde binlerce gayri İslami unsur bulunan bu kitabını, Allah katından inmiş gibi sunmasıdır. Bu ağzı küfürle dolu sahte peygamber asırlardır insanlığa aşk peygamberi olan tanıtılmıştır.

Mevlânâ’daki müstehcen hikayelerde amaç pornoğrafi değildir. Amaç bazı insanlar hicvederek, aşağılamaktır.
Yine Şems ve Mevlânâ antifeminist’tirler. Kadın düşmanlığı onlarda son derece kuvvetlidir. Bu düşüncenin temeli eski İran kültüründen kaynaklanır. Mecusilere göre kadın çok aşağılık bir varlıktır. Ona göre tüm kadınlar fahişedir. Hatta sahabe hanımlarını bile böyle görür. Onlara da dil uzatır. Fihimâfih’te şöyle bir hikaye anlatır; Güya Peygamberimiz Tebük seferinden dönen sahabenin geceleyin, evlerine gitmelerine izin vermemiştir. Askerler bir aydan fazla bir süredir evlerinden uzak kalmışlar, hanımlarını özlemişlerdir. Resulullah’tan bunun sebebini sorarlar. Bunun üzerine güya Peygamberimiz demiş ki; şu an geceleyin evlerinize giderseniz, hanımlarınızı başka erkeklerin altında olduğunu göreceksiniz, bunları görmemek için sabahleyin evlerinize gidin demiş. Yani Mevlânâ’ya göre tüm sahabe hanımları da fahişedir. Tüm sahabe içinden sadece bir kişi itiraz etmiş, o da evine gittiğinde ne görsün, hanımı bir başka erkekle oynaşmakta imiş ve orada gürültü-patırdı olmuş. Güya peygamber doğru söylemişmiş!

Peygambere ve onun sahabesi hanımlarına iftira etmekten çekinmeyen bu alçaklar, Allah’ı koyunlarına alıp, onunla cima etmekten de utanmazlar;
Şems-i Tebrizi’ye, karısı Kimya Hatun’u bazen Allah olarak, daha doğrusu ona, Allah, karısı şeklinde görünürdü. Mevlânâ; bir çadırda Şems-i Tebrizi’yi Kimya Hatun ile oynaşırken gördü. Mevlânâ oynaşmaları için biraz dışarıda dolaşıp, sonra hocasının yanına geldiğinde Şems; ‘O Kimya Hatun değildi. Yüce Tanrı beni o kadar sever ki, sevdiğim kimse suretinde yanıma gelir. Az önce senin beni halvet halinde gördüğün kadında Kimya Hatun değildi, Allah Kimya Hatun şeklinde gelmişti’ der. [4]

“Gel ne olursan ol, yine gel” diye bilinen şiir onun değildir. Bu şiir ondan 150 sene önce yaşamış, İranlı şair Ebu Said ebu’l-Hayr’ın bir rübaisidir. Üstelik bu şiir yanlış da tercüme edilmiştir. Anlamı; “tövbe et, tövbe et, ne olursan, hangi durumda olursan ol yine tövbe et şeklindedir.

Yine, Divan-ı Kebir denilen eserinin tamamı kendisine ait bir eser değildir. Divanı Kebir'de Mevlânâ'ya ait olan şiirlerin miktarı yüzde 30 veya yüzde 40 civarındadır. Divan-ı Kebir aslında bir antolojidir. Divan-ı Kebir'de 18 ayrı şairin şiirleri bulunmaktadır.
Mevlânâ, Moğollar, Kalenderilerin öldürttüğü Ahiler[5] sanatçı insanlardır. Bunlar 32 çeşit meslek icra ediyor, Anadolu’nun ekonomik kalkınmasına ve insanların meslek edinmesine yardım ediyorlardı. Hatta bu sanatkar Ahilerin hanımları ve kızları da çalışıyorlardı. Bunların büyük bir kısmı Yesevî olan Türkmenlerdir. Ahi Evran, Fahreddin Razi’nin de talebesidir. Yine Selçuklular da bu Fahreddin Razi’nin temsil ettiği akliyeci ekolü destekliyorlardı. Yani Ahi Evran Mevlânâ’nın aksine, akliyecidirler. Pozitif ilimlerde derinleşmişlerdi.

Bu sürülen Karasi Oğulları danişmend, yani; sülale boyu ilme önem veren içlerinden pek çok hocanın çıktığı bilgili kimselerdir. Bunlar; Hanefi ve mutezili idiler. Bunlar Osmanlılar zamanında da bu dini yapılarını muhafaza etmeye çalıştılar.
Mesnevî’yi Kuran’dan üstün tutan Mevlânâ diğer taraf da “ben Kuran’ın kölesiyim de der. Mevlânâ da çok güzel hikayeler, öğütler ve Ayet tefsirleri de vardır.

Şimdi ise Mevlânâ’nın İslami yönünü biraz mercek altına alalım.
Mevlânâ kendini bir peygamber gibi görür. Bunu sebebi bağlı olduğu inançlarından kaynaklanır. Zira o Hululiyye mezhebindendir. Bu da ona Mecusilerden, özellikle Şems’ten geçmiştir. Mevlânâ’nın doğduğu Belh şehri Mecusiliğin kurucusu Zerdüşt’ün ikinci memleketidir. Burası Mecusiliğin kutsal kitabı Avesta’nın fikirlerinin hakim olduğu bir yerdir. Burası İran Gnostizm’inin, irfancılığının merkezidir. Yine burada Budist düşüncenin iyi bilindiği bir yerdir. Yine burası daha 2.hicri yüzyılda tasavvuf düşüncesinin buralarda geliştiği bir yerdir. İbrahim Ethem, Şakik-i Belhî Belh’lidir. Mevlânâ, Mansur Hallaç, Bayezdid-i Bistami , Ebul Hasan Harakani, Şakîk-i Belhî gibi İranlı, İran kültürünün temsilcisi bir mutasavvıftır ve bu mutasavvıflar Hulûliye mezhebindendir, Mevlânâ da Hulûliye mezhebindendir. Hulûl felsefesine göre, Allah insanlara hulûl eder. Bu Hıristiyanlıkta da olan bir inançtır. Bazı Hıristiyan mezhepleri derler ki, "Hazreti İsa bir beşer olarak dünyaya geldi, fakat sonra Cenabı Allah Hazreti İsa'ya hulûl etti ve Hazreti İsa'nın şahsiyeti ilâhlaştı, tanrı oluverdi." İşte bu anlayışın İslâm dünyasındaki uzantıları da Hulûliyecilerdir.

Bu Mecusi itikadına göre; kişi riyazet yaparak, bir takım çilelerle, zikirlerle Allah’la bütünleşir. Devamında Allah insanın benliğine hulul eder ve kişi artık ilah kesilir, artık konuştuğu her şey Allah’tan olur. Zerdüşt Avesta’da, insanın üstün insan olması için bu tür riyazetler tavsiye etmiştir. Bu Allah’ın insana hulul etmesi eski birer Zerdüşt olan Hallaç ve Bayezid’da da görülmektedir. [6]
Hatta Mevlana’nın felsefesinde sadece “Allah aşkı” yoktur. Bu felsefede “Allah da kullarına aşıktır”

Mevlânâ, Sezgici bir filozoftur, akla muhaliftir. Mevlânâ, "aklı Mustafa'nın yoluna hayran et" dediği zaman esas maksadı,akliyeciliği yermektir. Mesnevî'indeki kel papağan hikâyesinde akliyecileri yermektedir. Mevlânâ Mesnevî'sinde, ismini de vererek Fahreddin-i Razi'ye hakaret etmektedir. Bunun nedeni Razi’nin akliyeci olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla, Anadolu'nun fikren, ilmen geri kalmasında, Ahiliğin dağılmasında bu akıl karşıtı tasavvuf düşüncesinin rolü vardır.[7]

Mevlânâ kadim İran şiir malzemelerini alıp, yeniden daha güzel ifade etmişlerdir. Şems, ona bu malzemeyi vermiştir. Türkçe bilmez. Kendisi Türkçe bilmediği gibi oğulları da, Türkçe bilmez. Özetle; Mevlânâ bir Türk sufisi değildir. İranlıdır, İrancıdır, İran tasavvufunun Anadolu'daki temsilcisidir. Mevlevîlik, daha sonraları, Osmanlılar devrinde bir Türk tarikatı hâline dönüşmüştür. Mevlevî tarikatına giren Türkler, Mevlevî tarikatının yolunu, yöntemini değiştirip, Nakşibendiliğe yaklaştırdılar.

Mevlânâ, Mesnevî’sini kitabının başında, dibacesinde şöyle över;
“Bu kitap Mesnevi kitabıdır, mesnevi, hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının, asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı (Fıkh-ı Ekber, hem şeriat hem de akaid kitabıdır), Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’nın en açık bürhanıdır. Mesnevi, Mısır'daki Nil'e benzer. Sabırlılara içilecek sudur. Firavun'un soyuna sopuna ve kafirlere hasret(hüsran/kayıp). Nitekim Tanrı da, Hak onunla çoğunu azıtır, çoğunun da yolunu doğrultur demiştir. Şüphe yok ki Mesnevi, gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, Kur'an'ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı katiplerin elleriyle yazılmıştır. Temiz kişilerden başkasının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevi, Âlemlerin Rabbinden inmedir: Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır. Mesnevi’nin bundan başka lakapları da var (Mesnevi Manevî, Mesnevi Şerif, Saykalü’l-ervah/ Ruhların cilası), o lakapları veren de Tanrı’dır.”[8]

Mevlânâ; Mesnevisine verdiği sıfatlar Kuran’ın sıfatlarıdır. “Mesnevi Âlemlerin Rabb’inden inmedir: Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir.” Derken aklınca, Kur’an’a nazire yapmaktadır, zira Kuran’da şöyle denmiştir. “O Kuran, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan indirilmiştir. [Fussilet/ 41-2] “Şüphesiz bu ayetler değerli ve güvenilir katiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış…” [Abese/11-6], “Ona ancak temiz olanlar dokunabilir” [Vakıa/79]

Mesnevi şarihlerinden Tahirul Mevlevi, Şeyhi Mevlânâ’nın bu sözlerinin Kuran’a nazîre olduğunu kabul eder ve şöyle der; "Cânib-i ilahî'den vahy-i münzel olan Kur'an-ı Kerim nasıl avn-i Samedanî'de ise, onun evvelinden de, sonundan da bâtıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa Mesnevi de öyledir. İlham-ı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkân yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir."
Sultan Veled anlatır; bir dostları “Baban neden Mesnevi’ye Allah kelamı diyor, böyle demese daha iyi olacak, başkalarına izah etmekte zorlanıyoruz” der. Bunu duyan Mevlânâ şöyle çıkışır;
“Ey eşek; niye Kuran değildir?
Ey köpek, neden Kuran değildir?
Ey kahpenin dölü, niye Kuran değildir?
Sonra da şöyle ilave eder, Bizim Mesnevî’miz Kuran’dan daha yücedir der. Onu Kuran görmeyen eşektir” der.
Onu sadece Kuran’a rakip görmez, onu Tevrat’tan da üstün görür. Yahudiler ona “Mişna” derler. Yine bu Mişna ikili beyitlerden oluştuğu için ona “mişnevî” derler. Mesnevî ismi ile Mişnevî arasında benzerlik kurar. Bu Mişna’nın bazı bölümlerine “sifr” ismi vermişlerdir. O da bu yüzden, Mesnevî’nin bazı bölümlerine “sifr” ismini koymuş olmalıdır. Yine o Mesnevî’sini Mecusilerin kitabı olan Zerdüştün Avesta’sı ile yarıştırır.[9]

Mevlânâ, ''Fihi Ma Fih'' adlı eserinde örtünmekle ilgili görüşleri de islama aykırıdır;

''İnsanlar, men edildikleri şey konusunda aç gözlü olurlar. Sen ne kadar kadına 'kendini sakla, örtün' diye emredersen, onda kendini gösterme arzusu o kadar fazlalaşır. Erkeklerde de örtünüp kendini gizlediği için, o kadını görme isteği artar. Şu halde, sen 'örtün' demekle her iki tarafın da görmek ve görünmek arzusunu kamçılamış oluyorsun ve bununla da kadını yola getirdiğini sanıyorsun. Bu yaptığın şey, bozgunculuğun ta kendisidir.''
Mevlânâ ve sema;
Mevlâna döneminde yaşamış olan Ahmet Eflâki’nin Menâkıbu'l-Ârifin’de bildirdiğine göre; Semâ'ı ibadet haline getiren Mevlâna, Şems-i Tebrizî ile buluştuktan sonra semâ' etmeye başlamıştır. Mevlâna’nın yanında kırk yıla yakın bir süre bulunan Ahmed b. Feridun Sipahsalar, Mevlânâ'nın Şems-i Tebrizî ile karşılaşmadan önce semâ' etmediğini, Şems'in talebi üzerine semâ' etmeye başladığını ve bunu ölünceye kadar bırakmadığını, onu tarîk ve âyin haline getirdiğini nakleder. Oğlu Sultan Veled ise; babasının Şems ile tanıştıktan ve ayrıldıktan sonra, gece gündüz bağırıp çağırarak semâ' ettiğini, yerlerde dönerek raksettiğini, ney çalanlara altın ve gümüş verdiğini, ney çalmaktan kavalcılarda takat kalmadığını nakletmektedir.

Mevlânâ semâ' esnasında büyük bir vecd içinde, her şeyde Allah'ı gördüğünü söylüyor, şevkinden, neşesinden sabahtan gece yarılarına kadar semâ' ediyor, bazen bu süre bir haftayı aşıyordu. Bir defasında Ilgın'da kırk gün semâ'a devam etmiştir. Bazen ise uzun müddet semâ'da kaldığında mürîdleri durması için ricada bulunmuşlardır. Mevlânâ uzun süre yemek yemeden semâ' etmiş, "el-cû', el-cû' sümme rucû"' (açlık, açlık, sonra Allah'a dönüş) diyerek semâ'a devam etmiştir. Nadirde olsa bazı kereler Mevlânâ, semâ' esnasında kendini kaybetmiş, üzerinde ne varsa çıkarıp ney çalanlara vermiş, etrafında bulunanlar Mevlânâ'nın üzerine kendi elbiselerini atmışlardır. Mevlânâ bazen devrin ileri gelenlerinin hanımlarının semâ' davetlerine icabet etmiş, gûyende, defçi ve neyzenlerin çalgı ve şarkıları refakatinde semâ' etmiştir. Eflâkî'nin naklettiği bu rivayetler içinde en meşhur olanı ise; Mevlânâ’nın Selahaddin Zerkûbî'nin dükkanından gelen çekiç seslerine ayak uydurarak semâ' etmesidir. Bir başka nakilde ise; bir meyhanenin önünden geçerken içeriden gelen rebab seslerine ayak uydurarak da Mevlâna semâ' etmiştir.
İnsan tüm bunlara baktığında hayretler içinde kalmaktadır. Mevlânâ sanki bir balerin gibi ha bire raksediyor. Bir rakkase gibi dönüyor. Üstelik böyle bir şeyin İslami hiçbir yanı da yoktur. Memleket ateşler içinde iken, Müslüman devletler putperest Moğolların istilası altında iken Mevlana aç susuz kendini sema ayinlerine kaptırmış, çalgıcılara, müritlerine paralar dağıtıyor. Kimi sokak ortasında bir demircinin çekiç sesiyle, kimi bir meyhaneden gelen çalgı sesiyle danslar yapmakta!
Yine Mevlana; Hallaç, Bayezid gibi, kimselerin Müslüman saymadığı Karmatiler gibi Hac ile şu şekilde alay etmeye kalkışır:
“Pir ‘Ey Bayezid nereye gidiyorsun, gurbet pılı, Pırtısını nereye kadar çekip süreceksin?’ dedi.”
“Bayezid, ‘Hac mevsimi.. Kâbe’ye gidiyorum’ diye cevap verdi. Pir dedi ki : ‘Yol masrafı olarak yanında ne var?” “Bayezid, ‘İki yüz dirhem gümüşüm var. Ridamın ucuna sımsıkı bağladım işte’ deyince,” “Pir (şeyh), ‘Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac tavafından daha makbul bil.” “O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver. Bil ki hac ettin, muradın hâsıl oldu.” “Umre ettin, ebedi ömre nail oldun, sâf bir hale geldin, Safa’ya koştun, Sa’y erkânını yerine getirdin.”[10] (Mesnevi, C.2, 2238-43.beyitler)

Bununla da yetinmeyerek, peygamberden üstün olduğunu şu sözlerle ifade ediyor :

“Bugün Ahmed benim :Ama dünkü Ahmed değil. Bugün anka benim; Ama yemle beslenen kuşcağız değil” [11]

Ve devamla, Allah olduğunu söylüyor:
“Enelhak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı Tanrılık şarabından Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım, ben, sultanların aradığı sultan.”
“Ben hacetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben. Ben Cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben.” [12]

“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. “A aptal, ya söyleyen kim?”
Fakat bu Tanrılığı kendisine hasretmiyor. Ona göre; herkes Tanrı’dır ve insan insanlığını anlayınca O, olur.”[13]

“Sabah oldu, ey sabahın penahı Tanrı ! (Ben özür serdedemiyorum), bize hizmet eden Husâmeddin’den sen özür dile!” “Akl-Küll’ün ve canın özür diliyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.”
“Sabahın nuru parladı, bize de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.”[14]

Mevlâna bu sözleriyle, Allah’a “Sen Husameddin’den özür dile” demek suretiyle Allah’a minnet etmektedir.
“Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte, kadında söze ve vasfa sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin. Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonun da sevgiliye mustağrak olurlar. [15]

Burada da, dediğine göre, Allah, kendi kendisiyle oyun oymak için, kedisinden bir parça olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş. Böylece iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye bir şey olmadığını, oynanan oyunun -karşı rakipler olmadığından- ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söylemektedir.
Hatta Firavun’a, Musa demekle, Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söylüyor. Şöyle ki:
“Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü. Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.”[16]

Hatta oynanan bu oyunda taraf tutulmak istenirse, Firavunun tarafının tutulması gerektiğini, zira haksız olanın Musa olduğunu söylüyor. Şöyle ki :
“Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavun’un Musa’dan nefretini, sen Musa’dan bil!” [17]

Mevlânâ için cehennem bir ceza yeri değil, ârızi kötülükleri temizleyen, insana hiçbir zarar vermeden olgunlaşma kazandıran bir yerdir; Ateşi ise kırmızı şarap gibidir.
“Cehennem ateşi, ancak kabuğu yakar. Ateşin içle hiçbir işi yoktur. Ateşi içe yayılım verirse mutlaka bil ki onu pişirmek içindir, yakmak için değil. Tanrı, hüküm ve hikmet sahibi oldukça bu kaide daimidir. Geçmiş zamanda da böyledir, gelecek zamanda da. Lâtif iç, hatta kabuklar bile onun tarafından yarlıganırken artık nasıl olur da içi yakar? Uzaktır ondan bu. Hatta inayet eder de bu inayeti yüzünden başına vurursa bile ona iştah verir, o kırmızı şarabı içirir.”[18]

Mevlânâ, kendisinin hakikatler ve dinler konusundaki görüşünü anlatırken, kendisinin böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği gibi, böyle şeylerden kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle gündüz birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakikat diye bir şey yoktur. Kesin hakikat kabul etmemekle de, bütün dinler ve bütün şeriatların aynı olduğunu söyler.
“Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim (onlar, beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şeyde bulaşmadı )”
“Ondan dolayı bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.” [19]

“Vezir Ziyaeddin’in hanında tavus adında harp çalan bir hanım vardı. Sesi de çok tatlı ve gönül okşayıcıydı. Gönül kapıcı ve benzeri az bulunur bir kadındı. Saz çalmasındaki maharetinden ötürü bütün aşıklar onun esiri olmuşlardı. Tesadüfen bir gün Mevlânâ hazretleri o hana girip tavus hanımın odasının karşısına oturdu. O sırada tavus-ı çengi cilve yaparak Mevlânâ’nın huzuruna gelip baş koydu, sazını Mevlânâ’nın eteğine vurup onu kendi hücresine davet etti. Mevlânâ Hazretleri icabet buyurup sabahın erken saatlerinden ta akşam namazına kadar onun odasında namaz ve niyazla meşgul oldu. Mübarek sarığından bir gez miktarı kesip tavus hanıma verdi. Cariyelerine de kırmızı dinarlar bağışlayarak oradan hareket etti.”

Görülüyor ki Mevlânâ ne yaparsa yapsın hikmet olarak kabul edilmekte, insanları eğlendirmekle meşhur olan bir kadının odasında geçirdiği saatler te’vil edilerek fuhuştan keramet çıkarılmaktadır.
Mevlânâ, ne kadar büyük evliyadır bilemeyiz ama, şeyhinin içki içtiği herkesin malumudur. Hatta onun içki içmesi ile ilgili takılanlara çok ağır küfürler etmektedir.
Mevlânâ’ya bir gün fakihler, şarap helal mi, yoksa haram mı? diye takılırlar. Maksatları Şems-i Tebriz’e laf sokmaktı. Mevlânâ kinaye yollu şöyle dedi;
İçse ne çıkar? Bir fıçı şarabı denize dökseler denizi bozmaz. Böyle tuzlu denize düşen her şey tuz hükmüne girer. Bu denizin suyuyla abdest almak caizdir. Eğer Şems-i Tebriz içiyorsa ona her şey mübahtır. Çünkü o deniz gibidir. Eğer bunu senin gibi bir kahpenin kardeşi yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.[20]
Mevlâna, nihayet halka haram olan şarabın Kalenderilere helâl olduğunu söyler ve derki:
“Zevk veren her şey, şu aşağılık kişiler, bir delil elde edip dadanmasınlar diye nehyedilmiştir. Yoksa şarab, çeng, güzel sevmek ve semâ, haslara helâldir, aşağılık kişilere haram.” [21]

Mevlâna’da fatalizmin/kaderciliğin en katmerlisini görebilirsiniz.
“Kimin haddi vardır ki kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin! Çünkü Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir. O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur. Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!”[22]

Görüldüğü gibi, onlara göre iyilik ve kötülük mukadderatın eseri olup, iyi ve kötü, suç ve suçlu yoktur.
Mevlânâ dini ilimleri öğrenmeye de karşıdır; İlim dediğin, hocadan, kitaptan öğrenilmez, direk Allah’tan alınır(!)
“Tanrı’dan vasıtasız verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz uçup gider.” (Mesnevi, C.I, 3449.beyit)
“Şeyh, Tanrı gibi aletsiz işler görür, Müridlere sözsüz dersler verir.” ( Mesnevi, C.2, 3323.beyit)
Ledün ilmini öğrenmek için kitaplardan uzaklaşmayı şart görür;
“Kardeş, sözden el çek ki bizzat Tanrı, senden Ledün ilmini meydana çıkarsın.” (Mesnevi, C. 1, 3642.beyit)[23]
Mevlânâ’ya göre, ilahi hakikatler akılla kavranamaz. Ona göre aşk ve vecdle anlaşılan ilahi gerçek karşısında akıl, çamura batmış eşek gibidir. Ona göre akıl, körün elindeki değnek gibidir.[24]
Aklı kullanan, onunla kıyas yapan kişileri İblis’e benzetir ve der ki, “İlk kıyas yapan İblis olmuştur”
Şems, şer’i ilimlere “kıl-ü kâl /dedi kodu” der. Güya Şems, Mevlânâ’nın tüm kitaplarını havuza atar.
Mevlânâ; “Biz Kuran’ın özünü ve ruhunu aldık, postunu köpeklerin önüne attık” diyerek Kuran’ın bir kısmını gereksiz olduğunu söyleyebilir.
Ebussuud Efendi’nin bu konudaki fetvası çok nettir; “Bir kimse Mevlânâ’nın Mesnevisini okumak, Kuran’ı okumaktan daha faziletlidir, zira Mesnevi Kuran’ın özüdür dese” kafir olur ve katli helal olur![25]
Mevlânâ’ya taraftarları “aşk peygamberi” diyebilmişlerdir. Câmî, Mevlânâ için şöyle der; “Ben yüce vasıflara sahip olan o yüce kişi (Mevlânâ) için ne diyebilirim ki, gerçi o peygamber değildir amma Kitab’ı vardır”
Daha düne kadar çok büyük bir İslam büyüğü bildiğiniz nicelerinin tepesine kadar şirk içinde olduğunu görünce şaşırıp kalıyoruz. Allah'ı koynuna alanları, şarabı şeyhine helal görenleri, gaybı bilen ve gezdiği yerlere bereket yağdıran namaz kılmayan velileri, yazdığı şiir kitabı için 'Alemlerin Rabbından indirilmedir' diyenleri tanıdıkça bunların müslümanlıkla uzaktan yakından alakasının olmadığını görmekteyiz.


[1] Şeyhlerin duyular ötesi alemle ilişki kurabilmeleri, gaybtan haber vermesi(!), insan kılığından çıkıp hayvan kılığına girebildiği inancı, uçabilmesi, suda yürümesi, ateşte yanmaması vs. şeyhle ilgili inançlardan olan şamanist unsurlardır. Özellikle Bektaşi kültürü, şamanist çizgiler taşımaktadır. Vecd haline geçerek duyular ötesi alemle irtibat kurmak, vecd haline geçmek için müzik aletleri çalmak, sema, raks, vucud hareketleri, müzik (ilahi) gibi şeylerden yararlanmak, muskalarla kötülüklerden korunmak, Kitabî bilgiye sahip olanları aşağılamak, şeyhe kayıtsız şartsız itaatin gerekliliği gibi inanç ve uygulamalar da şamanizmin tasavvuftaki etkileri arasında yer alır.

Saadettin Merdin

Kaynaklar:

[2] Nihat Azamat, Kalenderiyye md., DİA, Kalenderiyye md. S.353-6

[3] Cemal Çağlak, http://www.tevhidnesli.

[4]Eflâkî, Menakıb’ul-Arifin, C.2, s.72

[5] Araştırmacılar Ahiliğin fütüvvetle ilişkisini kabul etmişlerdir. Şayet İslam dünyasında fütüvvet kurumunun tarihi gelişimi kaynaklara dayanılarak takip edilirse görülecektir ki; Ahiliğin orjininin öz be öz Türk kurumu olmadığı ve ahiliğin yapısal olarak fütüvvet teşkilatıyla yakından ilişkisi olduğu anlaşılır. Özellikle İran ve Azerbaycan’da Türklerin Anadolu’da gelişinden çok önceleri yaşamış ahilerin olduğunu biliyoruz. Ahiliğin kurucusu Kırşehirli Ahi Evran bilinmesine rağmen bu bilgi de doğru değildir. Araştırmacılar onun, Anadolu ahiliğini sağlam bir teşkilata kavuşturan şahsiyet olarak görülebilineceğini söylerler. Ahiliğin mahiyet ve niteliği de ithaldir. Ahi zaviyelerinde yazılan fütüvvetnâmelere bakıldığında, bunlarda Şii motiflerin yoğun olarak işlendiği görülür.

[6] Mikail Bayram, Anadolu İslam Algısının Oluşumunda Celaleddin-i Rumi-1, 2 Prof. Dr. Mikail BAYRAM Anadolu İslam Algısının Oluşumunda Celaleddin-i Rumi-1 - YouTube

[7] Mikail Bayram, Tevhid Nesli geliyor.... - MEVLANA CELALEDDIN RUMİ MOGOL AJANIMI ?

[8] Mevlânâ, Mesnevi C.I, Önsöz, Çev;Veled İzbulak MEB, 1991/İst.

[9] Mikail Bayram, Anadolu İslam Algısının Oluşumunda Celaleddin-i Rumi, 1-2 Prof. Dr. Mikail BAYRAM Anadolu İslam Algısının Oluşumunda Celaleddin-i Rumi-1 - YouTube

[10]Hikmet Ertürk, Mevlânâ Haftası, İktibas Dergisi, iktibasdergisi.com / Hikmet Ertürk

[11] Mevlânâ Celâleddin, A. Gölpınarlı, İnkılâb Kitabevi, İst/1985, 4.basım, s.203

[12] A.g.e, s.292

[13] A.g.e, s. 196

[14] Mesnevi, C.1, 1807-9.beyitler.

[15]Mesnevi, C. 1,1785-8 beyitler

[16] Mesnevi, C.1, 2467-8.beyitler

[17] Mesnevi, C.1, 2481.beyitler

[18] Mesnevi, C. 6, 3928-32. beyitler

[19] Mesnevi, C. I, 3503–3504. beyitler

[20] Ali Akın, Hurafeler ve Gerçekler, s.418

[21] Mevlânâ Celâleddin, A. Gölpınarlı, İnkılâb Kitabevi, İst/1985, 4.basım. s. 198-200

[22] Mesnevi C. 1, 3889-92.beyitler

[23] Hikmet Ertürk,Mevlânâ Haftası, İktibas Dergisi, iktibasdergisi.com / Hikmet Ertürk

[24] Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, s.157-8

[25] Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, s.141-2


Yazı Sahibi: Yazar Saadettin Merdin
 
Allah, kendi kendisiyle oyun oymak için, kedisinden bir parça olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş. Böylece iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye bir şey olmadığını, oynanan oyunun -karşı rakipler olmadığından- ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söylemektedir.
Hatta Firavun’a, Musa demekle, Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söylüyor. Şöyle ki:
“Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü. Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.”[16]

Hatta oynanan bu oyunda taraf tutulmak istenirse, Firavunun tarafının tutulması gerektiğini, zira haksız olanın Musa olduğunu söylüyor. Şöyle ki :
“Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavun’un Musa’dan nefretini, sen Musa’dan bil!” [17]

Mevlânâ için cehennem bir ceza yeri değil, ârızi kötülükleri temizleyen, insana hiçbir zarar vermeden olgunlaşma kazandıran bir yerdir; Ateşi ise kırmızı şarap gibidir.
“Cehennem ateşi, ancak kabuğu yakar. Ateşin içle hiçbir işi yoktur. Ateşi içe yayılım verirse mutlaka bil ki onu pişirmek içindir, yakmak için değil. Tanrı, hüküm ve hikmet sahibi oldukça bu kaide daimidir. Geçmiş zamanda da böyledir, gelecek zamanda da. Lâtif iç, hatta kabuklar bile onun tarafından yarlıganırken artık nasıl olur da içi yakar? Uzaktır ondan bu. Hatta inayet eder de bu inayeti yüzünden başına vurursa bile ona iştah verir, o kırmızı şarabı içirir.”[18]



EZBER BOZMAYA DEVAM, BÜYÜK DİN MUTASAVVIFI(!) MEVLANA CELALEDDİNİ RUMİ'DEN İSLAMA TERS DÜŞEN FİKİRLER...
 
Bu verdigin ugrasin yarisini da asil islam dusmani, onu bolmus olan, bolmek isteyen kisilere de vermen dilegiyle =)... En azindan binlerce din alimini asmamis mevlana =). Bu kadar kuran sunnetci isek kuran kendine has bir duzenden bahseder belirtmek gerekir.
 
crazyboy değerli kardeşim. Yıllardır o saydıklarınla fikri ve aksiyoner mücadele içerisindeyim zaten. Forumdaki eski mesaj ve başlıklarım ortadadır. Din düşmanları ile mücadele münafıklarla mücadeleden daha mı önemlidir diye sorulabilir.

Bu ülkede bir Nazım Hikmeti tartışmak basittir. Adam zaten tarafını belli eden birisidir, keza Aziz Nesin mesela iyi bir örnektir. Ve bu kişiler kafirliklerini kimseden çekinmeden söyleyebilmiş, kendi doğrularını davalarına sadık kalarak haykırabilmişlerdir.

İmdi.. Yıllardır komünist sol tandanslı tebaya karşı cihat ilan eden sünni kesim, müslümanım diyen kimseyi, araştırma soruşturma gereği duymamış her Allah diyeni başının üstüne koymuştur. Tabi bu tavrın gelişmesinde mevcut düzenin katı İslam karşıtı poltiikaları etken bir sebeptir.

Bugün İslam aleminin içine düştüğü durumun muhasebesini yapmak hiç bir mukaddesatçının aklına gelmemiştir malesef. Bugüne kadar bir Allahın kulu çıkıpta mevlana diye yere göğe sığdıramadığınız adam moğol işbirklikçisi bir haindir, İslama bakış açısıda sapmıştır diyememiştir. Koca bir toplum mevlanayı okuyarak, dön baba dönelim dervişlere dönmüştür, haliyle böyle bir kitledir yedi kere nurlu süleymanı başına lider seçen kitle...

Oysa ki Anadoluda, mevlanaya verdiği kıymetin onda birini, Ahi Evran'a vermiş olsaydı, yıllardır anadolu türklerinin en büyük esnaf loncasını oluşturan ahileri tanımış olsaydı, bugün dürüst esnafı müslüman toplumu içerisinde parmakla göstermek zorunda kalmazdık.

Bidat ve hurafeye batmış anadolu müslümanları, mevlanacılık bektaşilik v.s gibi tasavvufla zehirlenen bozuk itikadları İslam diye başının tacı etmiştir. Manzara ortadadır... Sizce tatmin edicimi? Şeyhinin, imamının, cemaat liderinin her emrini tartışmasız doğru telakki eden beynini kiraya vermiş ahmaklık en fazla mücadele edilmesi gereken düşmanımızdır. Bugün ülkenin en büyük dini cemaati abd projelerine hizmet ederken kendini en önemli islam hizmetkarı olarak görüyorsa yanlış giden bir şeyler var demektir.

Yıllardır İslam ve İnsan sayfasını takip ederim, suya tirit yazılardan başka bir şeye rastlamadım, tipik bir takvim yaprağı arkası bilgilerle ezber bozmayan, araştırmayan, statükonun güdümünde bir anlayışla hangi putu devirebiliriz? Emperyalizme esir olmuş bir toplumda hangi düzeni değiştirmeyi hayal ediyorsunuz?

Yukarıda yazılan bilgiler malesef doğrudur. Sonradan çıkartılmadı ise eğer "mesnevi" de rastlanabilir.
 
Bir islam devleti sarttir. Islamda cemaatlesme de vardir. Cunku namaz kilmak icin bile, Islam`a hizmet etmek icin bile cemaat gerekir. Kafir dedigimiz ABD bile Nato dedigimiz ve bizim de malesef bulundugumuz kurulus altinda cemaatlesmisken, muslumanlarin birlik olmamasi (cemaatlesmemesi) sacma olur. Atasozunun de dedigi gibi birlikten kuvvet dogar veya bir elin nesi var iki elin sesi var. Cemaatlesme Peygamberimiz (sav) zamaninda bile vardi ve Hz Isa (as)`nin bile yardimcilarim kimlerdir? diye cemaat yani yardimci mumin arayisi icerisinde oldugunu Allah kuranda bildirmistir.

Cemaat vardir da cemaatin tavizsiz olmasi, emperyaliste yani kafire yardimci degil savasan olmasi beklenen ozelliktir. Beyyine Suresinin (98. Sure) 6. ayetinde acikca ehli kitap denilen musevi ve hristiyan olarak olenlerin ebedi cehennemlik oldugunun yazmasina, hatta peygamberimizin "beni duyup da bana iman etmeden olen cehennemdeki yerini hazirlasin" seklindeki acik hadis-i seriflerine ragmen birilerinin cemaat adi altinda cikarak dinler arasi diyalog diye papanin hizmetinde oldugunu soylemesi, papanin elini opturmesi, onlarinda cennete girecegini soylemesi Kuran ve sunnetle kisaca Islam`la celisir. Su da var ki Allah da kainati yaratip bir kenara cekilmemistir. Kurana gore dusen yaprak bile bilgisi altinda duser, ucan kus o izin verirse ucar, her canliyi perceminden tuttugu (deyimsel anlatim) kisaca kainata aslinda hukmettigi kuranda yazar ve kafirler istemeseler bile, munafiklar gizli is cevirse bile Allah nurunu tamamlayacaktir der...

Velhasil kuranin dedigi gibi okumak da uzerimize dusen bir farz. Kafirin muslumanlari parca parca ettikleri boyle bir donemde tamamen kendileriyle fikir ayriligi icinde oldugumuz insanlarla bile ortak payda bulup birlesmek zorundayiz. Her cemaat icerisinde iyi niyetli ama cahil kisiler de vardir bunu da unutmamak gerekir. Bizim misyonumuz kotulemek degil uyarmak olmali...

Su yukaridaki insanlar sinavlarini tamamlayip terkettiler dunyayi. Sira bizde... Her koyun kendi bacagindan asilacak. Gerisi hikayedir.
 
Kendini islam ümmetinden soyutlayıp kimliğinin önüne başka isimler alarak fırkalaşanlar kimlerdir? Sadece "müslüman" olarak tanımlanmak neden yeterli gelmezde süleymancı, fethullahcı, ışıkcı, ismailağa, iskenderpaşa, nakşibendi, kadiri, v.s ve bunlarında başka başka kolları olarak ayrışmak gereği duyarlar? Sadece bizim ülkemizdeki tezahüründen bahsediyorum. Cemaatten kastım islamdaki toplumculuk değildir. Malum holdingten bahsediyorum.
 
Burada cemaatlerin hatasi var. Yapilmasi gereken sey sadece Allah`in rizasini kazanacak isler yapmaktir. Olay butun bu gruplar icerisindeki gercekten iyi niyetli insanlarin tek cati altinda toplanmasi olmali. Bunun icin de once okumak, koru korune onaylamamak sart abi baska kurtulus yok. Daha buyuk olunmasi gerekir. Kafir devletlesmis hatta birliklesmis (avrupa birligi, nato) iken bizim tek ortadoguda 50 tane devlet her devlette 1000er cemaat olmasi elbette metodu yanlis yapiyor. Aslinda kuran ve sunnete gore namaz kilan oruc tutan hicbir cematte digerine gore fark yoktur (ayni sekilde namaz kilar oruc tutarlar). Fark hizmet anlayisi, patron olma, milletvekili olma veya cidden hizmet etmek istese bile hareket metodundaki yanlisliklardan ortaya cikiyor (cemaat yoluyla patron olma dunyevi bir istegin daha agir bastigi sonucunu herkese dusunduruyor). Tek bir hareket metodu varsa o da tevhidi haykirarak ise baslamak, dunyevi kaygilarla patronlasmayarak gelen paralari kendine degil de Islam`a ve gercekten aydin ve alim kisiler yetistirmeye aktarmak olmali. Her yerde sahtekar vardir. Peygamber doneminde bile tonla munafik oldugu kuranda surekli belirtilir. Muhim olan gercekten Allah icin mucadele edenler arasindan Hz Omerler cikarabilmek... Bu birgun mutlaka cikacak. Bir dunya ahir zaman hadisi var yeni bir islam devleti kurulmasi ve Israilin ortadan kalkisi ve tum hristiyanlarin musluman olmasi ile ilgili.

Once icsel degisim, sonra grupsal degisim ve birlesim, devletsel birlesim ve butun dunyada birlesim... Is zor ama hangi is kolay ki =)...
 
yazıda moğol derken sanki başka bir milletten bahsediyormuş gibi bir havada bahsetmiş, yazının ayakları yere basmıyor bu yazıyı yazan azerileride başka bir millet sanıyor olabilir. bahsettiği şeylerin çoğu çarpıtılarak anlatılmış, islamı mezhebi bir kalıba sokarak mevzuları çarpıtmış, islamın kendisi allahın rahmetidir allahın rahmeti ise geniştir, ne olursan ol gel ister hz.hamzayı şehit eden kafir ol fark etmez yani islamda olan genişlik tasavuftan değil allahın rahmetindendir.
 
Cinsel Aşk Ve İlişkinin Her Türü 13. Yüzyılın Mesnevi'sinde

Mesnevi'den Erotik Hikâyeler…





Ateş ile pamuk

Zengin bir adam, zühre yanaklı, ay yüzlü, gümüş bedenli kızını, artık evlilik çağı geldiği için kocaya verir. Koca, kızın dengi değildir, ama babası kızının baştan çıkmasından da korkmuştur. O yüzden kızının çocuk yapmasını istemez: "Kocan ansızın her şeyi bırakıp, kaçıp gider. Çocuğu başına dert kalır." Kız da babasına söz verir, ama işler söylendiği gitmez, gebe kalır.

3725-3735: Babası dedi ki: Bu ne, ben sana ondan kendini koru demedim mi? Öğütlerim, yel miydi ki hiç sana tesir etmedi? / Kız, baba dedi, nasıl tahammül edeyim? / Erkekle kadın, şüphe yok ki ateşle pamuk. / Pamuk ateşten nasıl çekinebilir? / Yahut da ateş nasıl olur da pamuğu yakmaz, çekinir? / Babası dedi ki: A kızım, ben sana onun yanına gitme demedim. / Yalnız menisinden kendini koru dedim. / Tam zevk anında onun beli gelirken kendini çekmeliydin. / Kız, peki beli ne vakit gelecek, ben ne bileyim? / Bu, pek gizli bir şey, anlaşılmaz ki dedi. / Babası gözleri süzüldü mü anla ki beli geliyor deyince, Kız dedi: Onun gözü süzülünceye kadar benim bu iki gözüm de kör oluyor a baba!..
Mevlana'ya göre bu hikâyenin kıssadan hissesi; Erkekle kadın ateşle pamuğa benzer, ateşle pamuk birarada durmaz.

Kadın yüzlü tellak

Nasuh'un yüzü kadın yüzüne, sesi kadın sesine benzerdi. Tüyü tüsü yoktu. Erkekliğini daima gizlerdi. Kötülükte, hilede pek çevikti; şehvetli ve azgın bir gençti. Çarşaf giyer, peçe takardı. Hamamda natır gibi çalışırdı. Kadınları ovar, kil sürer, yıkar böylece onları avlardı. Padişahın kızı bile onu isterdi. Nasuh bazen yaptıkları için Tanrı'ya tövbe eder, ama yine de tellaklığı sürdürürdü. Bir gün sultanın kızı hamamda yıkanırken değerli incilerinden biri kayboldu. Kızın hizmetçileri hamamın kapısını kapattı, herkesin eşyasını aradı, ama inci bulunamadı. Sonra hizmetçiler herkesin çırılçıplak kalmasını istedi. 2250: ... Herkesin ağzını, kulağını, vücudundaki bütün delikleri, adamakıllı aramaya koyuldular. / O sedefi güzel inciyi altta, üstte her yanda araştırmaya başladılar... / Nasuh korkusundan başka yere çekildi. / Yüzü, korkusundan sapsarı olmuştu, dudakları gövermişti. 2255: Ölümünü gözünün önünde görüyor, gazel yaprağı gibi tir tir titriyordu. / Dedi ki: Yarabbi, nice defalar tövbeler ettim; ahdlar ettim, sonra onları bozdum. Ben, bana layık olanları yaptım. / Sonunda da işte bu kara sel, gelip çattı. / Arama nöbeti bana gelirse eyvah bana!... 2270: Kendine ağlayıp duruyor, Azrail'i gözünün önünde görüyordu. / Yarabbi, yarabbi diye o kadar söylendi ki kapı ve duvar da onunla beraber yarabbi, yarabbi demeye başladı. / O yarabbi derken birden inciyi arayanların sesi duyuldu: Herkesi aradık, ey Nasuh, sen gel. / Bu sesi duyar duymaz, Nasuh kendinden geçti, adeta bedeninden ruhu uçtu. Harap duvar gibi çöküverdi. / Aklı fikri gitti, cansız bir hal aldı. 2275: Bedeninden amansız bir halde aklı gidince sırrı, derhal Tanrı'ya ulaştı... / Tanrı, bir doğan kuşuna benzeyen canını, huzuruna çağırdı. Muratsız gemisi kırılınca rahmet denizinin kıyısına düştü. / Akılsız, fikirsiz bir hale gelince canı, Hakk'a ulaştı. / İşte o zaman rahmet denizi coştu...

Müjdeli haber geliyor

2285: Canı helak eden o korkudan sonra "Kaybolan inci, işte buracıkta" diye müjdeler geldi. / Ansızın ses geldi: Korku gitti, o değeri bulunmaz eşsiz inci bulundu. / İnci bulundu, biz de neşelere daldık. Müjde verin inci bulundu. 2290: Hamam, halkın bağrışmasıyla, hüzün gitti feryadıyla, el çırpmasıyla doldu. / Kendinden geçen Nasuh, tekrar kendine geldi. / Gözü, yüzlerce aydın gün gördüHizmetçiler önce Nasuh'u aramak istemişler, ancak sultana çok yakın olduğu için hürmetten sona bırakmışlar, inciyi aldıysa bir yere atsın fikrine düşmüşlerdi. 2295: için ondan helallik diliyorlardı, mazeret getirip duruyorlardı. / Senden şüphe ettik, hakkını helal et. / Dedikoduda bulunduk, adeta etini yedik diyorlardı.

"Beterin beteriyim ben"

2300: Nasuh, "Bu bana Tanrı'nın lûtfu, ihsanı. / Yoksa dediğinizden beterim ben. / Benden helallik dilemeye hacet yok. / Çünkü ben, zamane halkının en suçlusuyum. / Bana söylediğiniz kötülükler, bendeki kötülüğün yüzde biridir... 2305: Önce iblis bana hocalık etti ama sonradan o bile gözümde bir yelden ibaret oldu. / Yaptıklarımın hepsini Tanrı gördü de göstermedi, bu suretle kötülükle yüzümü sarartmadı... Ne yaptıysam yapmadım saydı, bulunmadığım ibadetleri yapmışım farzetti. / Beni selvi ve süsen gibi azad etti / Bahtım, devletim gibi gönlüm de açıldı. 2310: Adımı temizler defterine yazdı. / Cehennemliktim, bana cenneti bağışladı... Kuyunun dibinde zebun bir haldeydim, şimdi bütün âleme sığmıyorum. Şükürler olsun sana yarabbi. / Beni ansızın kurtardınNasuh, daha sonraları padişahın kızının kendini yıkaması talebini reddeder, artık bu işi yapmaz.
Kıssadan hisse: Tanrı tövbe edeni, pişmanlık duyanı, kendine yalvaranı affeder, kötülüğü iyiliğe çevirir, geçmişteki suçlar ibadet olur.

Mısır halifesinin aşkı

Musul padişahının güzeller güzeli cariyesinin ünü Mısır halifesine ulaşır. Bir adam halifeye cariyeyi över, resmini gösterir. Halife, resme tutulur, onu alması için Musul'a güçlü bir ordu gönderir. Ordu Musul'u yerle bir eder, taş kale mum gibi erirken Musul padişahı cariyesinin istendiğini öğrenir. Cariyesini Mısır halifesine bağışlar. Halifenin ordusu Mısır'a doğru yola çıkar. Ama bir er cariyeye âşık olur. 3875: ... Aşk ateşi öyle parlamıştı ki yerle göğü fark etmiyordu. / Çadır içinde o ay parçasını kastetti. / Akıl nerede, halifeden korkma nerede?... 3880: O kadına tapan er şalvarını çıkarıp cariyenin ayak ucuna oturdu. / Aleti, dosdoğru gideceği yere giderken orduda bir gürültü, bir kızılca kıyamettir koptu. / Er sıçradı, g.tü başı açık bir halde ateş gibi Zülfikâr elinde dışarı çıktı. / Bir de ne görsün, ormandan kara bir erkek aslan, kendisini ordunun içine kapmış koyuvermiş... 3885: ... Er, pek yiğitti, aldırış bile etmeden sarhoş bir erkek aslan gibi aslanın önünü kesti. / Kılıçla vurdu, başını ikiye böldü. / Derhal o ay yüzlü dilberin bulunduğu çadıra koştu. / O hurinin yanına gelince aleti hâlâ dimdikti... 3890: O tatlı ve ay yüzlü güzel, onun erliğine şaşıp kaldı. / İstekle ona kendini teslim etti. / O anda o iki can, birleştiler
Birkaç gün murat alıp verirler. O yiğit er cariyeyi Mısır halifesine teslim eder. Ama yaptığına pişmandır. Cariyeden halifeye bir şey söylememesini ister. Halife cariyeyi görünce sarhoş olur, "tası damdan düşer." 3940: Halife buluşmayı diledi, bu maksatla o cariyenin yanına gitti. / Onu andı, aletini kaldırdı. / O cana canlar katan, o sevgisini gittikçe artıran güzelle buluşmaya niyetlendi. / Kadının ayakları arasına oturdu. / Oturdu ama takdir, zevkinin yolunu bağladı. / 3945: Farenin çatırtısı kulağına değdi./ Aleti indi, uyudu, şehveti tamamıyla kaçtı...

Cariye halifenin gevşekliği karşısında kahkahalarla güler, o erin aslanı öldürüp geldiğinde hâlâ aletinin inmediğini hatırlar. Kendini tutmaya çalışır ama kahkahadan ağzını kapatamaz. Halife uyanır kılıcı çeker. 3955: ... Habis dedi, neden gülüyorsun? Söyle... Yalanla beni kandırmaya kalkışırsan, yahut boş bir bahane icat edersen, ben bunu anlarım, gönlümde bunu anlayan bir nur vardır...
Cariye o yiğit erle yoldaki gerdeğini anlatır, "aslanı öldürdükten sonra bile aletinin hâlâ gergedan boynuzu gibi ayakta olduğunu", oysa fare çıtırtısının kendisinin aletini indirmesine dayanamayıp güldüğünü söylerSonra halife cariyeyi Musul padişahından almakla hata yaptığını anlar. Güvendiği er de emanete hıyanette bulunmuşturZamanla kin güderek yapacağı zulmün, yine başına kötülük olarak geleceğini fark eder. 3995: Başkalarına yaptığım şeyler, ceza haline geldi, bana çattıBu kasıt bana döndü, kuyuya düştüm. 4000: ... Kin gütme, öç alma zamanı değil. / Ben kendi kendime bir ham iştir, yaptım... Sonra cariyeden olanları kimseye söylememesini ister ve onu yiğit er kişiyle evlendirir.
Kıssadan hisse: Kim kötülük ederse, kendine eder. Zulmeden cezasını çeker. Sınanmışı tekrar sınama.

Hanımın zayıflayan eşeği

Bir hanımın eşeği giderek zayıflıyordu. Nalbantlara bu illeti sordu. Kimse bunun cevabını veremedi. Kadın bu işin aslını adamakıllı araştırmaya başladı... Evde bir de halayık vardı. Ayıya türlü türlü oyun bellettikleri gibi o halayık da hanımının eşeğine kadına yakınlaşmasını öğretmişti, onunla nefsini köreltirdi. Yalnız, hayvan içinde ileri gitmesin diye aletine bir kabak geçirirdi. Bir gün evin hanımı ahır kapısı aralığından ne görsün? Halayık bir sekinin üzerinde eşekle işi bitiriyor! Görmezden gelip ahırın kapısını vurdu. 1350: ... Halayık bütün fesat aletlerini gizleyip kapıyı açtı. / Yüzünü ekşitip gözlerini yaşartarak dudaklarını oynatmaya başladı, güya oruçluyum demek istiyordu. Eline sapı yıpranmış süpürge aldı, develerin yatması için ahırı süpürüyor göründü... 1355: Yüzünü ekşittin, eline süpürgeyi aldın, iyi. / Fakat yemeden içmeden kesilmiş eşeğin hali ne? / İşi yarıda kalmış, öfkeli aleti oynayıp durmada. / Gözleri kapıda seni beklemede... Hanım, halayığı bir bahaneyle başka yere gönderdi.
1360: ... Zaten şehvetten sarhoş olmuştu, hemen kapıyı kapadı, oh dedi. / Yalnız kaldım, bağıra bağıra şükredeyim. Artık erkeklerin gâh tam, gâh yarım yamalak yakınlaşmasından kurtuldum. Kadının keçileri sanki bini bulmuştu, öyle neşelendi. / Eşeğin şehvet ateşiyle kararsız bir hale düştü... 1365: Şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı eşeği bile Yusuf gibi nurdan meydana gelmiş bir ateş parçası gösterir...
Halayık gidince kadın kapıyı kapar, sevine sevine eşeği kendisine çeker, o halayığın yattığı sekiye yatar.....................

----------------------------------------------------------------

Daha bunun gibi nice sapık hikayeler ülkemizde büyük din alimi, mutasavvıf, Allah dostu, evliya diye nitelenen Mevlananın mesnevisinde bulunmaktadır.

Bu yüz kızartıcı bir sürü pisliğin yer aldığı kitabı utanmadan Kuran-ı Kerimle eş tutmaya ne demeli peki?

Manzara ortada, aklını kullanan müslümanlar için yapılacak en sağlam iş mevlana putunu devirip tarihin derinliklerine gömmektir.
 
Bu makale senin için tartak45

…Efendim Bayram Gazetesini mecburen alıyor ve mecburen bu yazıları okuyorum. Halk Partisi klasik mührünü taşıyan bir yazar bir yazı kaleme almış. Tutturdukları ve hiç bırakmadıkları konu:

1) Karamanoğlu Mehmed Beğ'in Türkçeciliği; bininci defa olmak üzere tekrar tekrar yazıyor. Ne oluyor yani? Karamanoğlu Mehmed Beğ Türkçeci olacak da Selanikli Dönme ve Giritliler tarafından maskarası mı çıkarılacak?

2) Malum, yine Cenabı Pir Hazreti Mevlana’nın Farsça yazması konusu. Hazretin Farsça yazması kerametlerinin en büyüğü Allah vermesin ya Türkçe yazmış olsaydı Mesnevi ve Divan Kebir ne hale gelirdi?

Herhalde 13. Asırda yazıldığı gibi kalmaz, Dil Kurumu onu sadeleştireceğim diye didik didik ederdi ve bu iş Sadi ırmak, Behçet Kemal ve Faruk Güventürk’le kadar düşerdi. Hazreti Mevlana'nın Farsça yazması bütün şarka hitap ettiği gibi bütün müsteşrikler vasıtasıyla Garba hitab ediyor demektir. Karamanoğlu Mehmed Beğ'in Türkçeciliğini küçük görmek ve Mevlana'ya "Cenabı Pir Hazreti Mevlana" gibi şatafatlı unvanlar yakıştırarak onun Farsça yazmasının en büyük keramet olduğunu ileri sürmek Yirminci Asrın müspet kafası karşısında insanı güldürecek ve acındıracak bir zavallılıktan başka bir şey değildir.

Bu sayın bayan, Selanik Dönmeleriyle Giritliler Türkçeyi maskara edecek diye Türkçe yazılmamasını mı daha doğru buluyor? Bu düşüncenin, kaza oluyor diye otomobilleri yasaklamayı düşünmekten ne farkı var? Ya Farsça metin bir kale midir ki onunla yazılan eser her türlü taarruzdan korunmuş oluyor? Artık kitaplarda kalan Farsça ile bugünün kürtçeye benzeyen çirkin Farsçası ayın mıdır? Mevlana keramet yerine mucize göstererek şu Mesneviyi İngilizce yazsaydı herhalde bugün daha çok kimse tarafından anlaşılır, şöhreti daha büyük, itibarı daha fazla olurdu…”

“…Mevlana gelmeseydi Türklük hiçbir şey kaybetmezdi. Fakat Kılıç Arslan'la Fatih gelmeseydi çok kaybeder, belki de bugün var olmazdı. "Evliya, Farsça yazdığı için keramet sahibidir" dediğiniz sözde Müslüman Mevlana, Allah'ın celali ve kudreti onlarda tecelli etmiştir diye Şamanı Moğollar'a, dalkavukluk etmiştir ve onun büyük Fars şairliğinin ötesinde hiçbir değeri yoktur.

Mezarı bilinmeyen Kılıç Arslan ise 20–30 bin atlısıyla Avrupa'nın zırhlı şövalye ordularına karşı can pazarında Anadolu'yu savunmuştur. Onun şanlı savunmaları olmasaydı bugün hiçbirimiz olmayacaktık ve siz de Hacı Bayan ya Marika, ya da Fotika olarak yaşayan bir insan olacaktınız. Demek sizin Piriniz insanlığı irşad etmek istiyordu da onun için Farsça yazdı

. On Üçüncü Asrın başında Farslık ezilip siyası olarak yeryüzünden kalkmış ve cihanın büyük bölümünde Türk hâkimiyeti, Türk kültürü ve Türk dili yürürlüğe girmişti. Cenabı pir bu büyük ve hâkim ırkın diliyle yazsaydı kerameti daha büyük olmaz mıydı? Mademki keramet sahibiydi, kendisinden iki asır sonra gelecek olan Nevayi'nin "Muhakemetü'l-Lugateyn" (= İki Dilin Ölçüştürülmesi) adlı bir eser yazacağını, bu eserde Türkçenin Farsçaya üstünlüğünü ispat edeceğini bilirdi. Cenabı Pir herhalde zühul buyurmuş olacaklar. Şemsi Tebriz’i Hazretleriyle halvet âleminden mest olmak yüzünden bu gibi konularla uğraşacak vakitleri yoktu. İnsanlar garip yaratıklardır. Kafa olgunluğu biraz eksik oldu mu ölçüyü hemen kaçırır ve kendisine ait olanın daima en iyi ve en üstün olduğunu sanır. Kendi benliğini şişirip büyütür. Habbeyi kubbe yapar. Cenabı Pir de böyle şişirilmiştir. O sadece büyük bir şairdir. Evliyalığı, mürşitliği yalandır. Ney ve dümbelekle raks eden evliya görülmemiştir. Evliya denen adamlar ağır başlı olurlar. Mevlana ise zevk ve keyif ehli olarak musiki âlemleri yapmış, dans etmiş, kuvvetli olan her kimse ona boyun eğerek gününü gün etmiş, yaşamıştır. Tasavvuf fikirlerini kendisinden önce Anadolu'da yaşayan ve birçok din bilginleri tarafından tekfir edilen Muhyiddin-i Arabî’den almıştır. Tasavvuf, Doğunun, Batının bütün din ve felsefelerinin karmasıdır. Biraz eşelerseniz tasavvufun İslam aleyhtarı noktalarını da yakalarsınız. Yunan felsefesinden, Budizm’den vesaireden gelen unsurlarla Tanrılık iddiasına kadar kalkan mutasavvıflar malumdur. "Mansur" bu çılgınların en tanınmışıdır…” “…Karamanoğlu'nun Türkçeciliği, Ziya Gökalp'ın Türkçülüğü onu ilgilendirmiyormuş. Olabilir. Hakarete kalkmamasını ihtar ediyoruz. Aklının ermediği bu konuları bırakarak bizi karanlıktaki bazı meseleler üzerinde, bu meselelerdeki yüksek bilgisiyle aydınlatmasını rica ederiz. Mesela Cenabı Mevlana'nın, Şemsi Tebrizi ile şu bir türlü izah olunmayan halvet âlemlerinin ilmi ve tasavvufi manasını, bununla beşeriyetin nasıl irşad olunduğunu, Şemsi Tebrizi Hazretlerinin nasıl ve neden kaybolduğunu, şimdi göğün kaçıncı katında ikamet buyurduğunu anlatıp bizi aydınlatsalar meslek-i kavim-i tasavvufa çok büyük bir hizmette bulunmuş olurlar. Bundan başka Cenabı Mevlana'nın Şemsi Tebrizi Hazretlerine, tıpkı sevilen bir kadına hitap eder tarzda şiirler yazmasının yüksek tasavvufi manasını ve hele Türkçe bir şiirinde: Kiçkinen oğlan hey bize gelgil Dağdanan dağnan hey geze gelgil! Ay bigi sensin, gün bigi sensin! Bi-meze gelme, ba meze gelgil…” demesinin hikmetini ve küçük oğlanı mezesiyle birlikte çağırmanın ne demek olduğunu anlatsalar, Türkçe ve edebiyat öğretmeni olduğumuz halde, kemal-i cehlimizden gerçek manasını bir türlü idrak edemediğimiz bu beyitlerdeki tasavvuf incilerini öğrenerek kendilerine minnettar kalırdık. (Dindar Ve Mutaassıp Hacı Bayanın Türklüğe Hakaretleri - ÖTÜKEN, 1969, Sayı: 64)

Nihal ATSIZ
 
ben mevlanayı Karaman Beyle bir tutmadım, tutmamda zaten, kaldıki Hülagü Hanın "Karamanoğulları olmasa güneşin battığı yere kadar giderdim." sözü vardır. Benim rahatsız olduğum nokta önceki yazıyı yazanın islamı dar çok katı olduğunu zannetmesi ve moğolları sanki başka bir milletten gibi sanmasıdır. mevlananın homosexül olduğuna dair yazılarda vardır fatih sultan mehmetinde homo olduğu bir sürü gılmanı(ib.nesi) olduğu hakkında yazılar vardır, her yazılanı çizileni doğruymuş kabul etmek doğru değildir.

önceki yazıda islamın çok katı sert ve dar olduğunu , bu darlığında tasavufla aşıldığını, ihlal edildiğini savunuyor. bu görüş mezhebi kafadan çıkmış bir görüştür çünkü bütün mezhepler islamı şartlara şurtlara bağlar, kalıplara sıkıştırıp darlaştırırlar. islam allahın rahmetidir , allahın rahmeti ise geniştir , hz. hamzayı şehit eden kafirin müslüman olup peygamberimizle namaz kılabilmesi bu genişliğe basit bir örnektir.

Dinimizi Dilimize çevirttiren Atatürk sayesinde bu gün dini önder saydıklarımızı sorgulayabiliyor olmamız çok güzel, keşke Karaman oğlu Mehmet Bey zamanında başarılabilseydi bu iş Atatürke kadar gelmeseydi ne güzel olurdu. Şimdilerde mevlanayı fazla sallayan yok onun zamanlarında yaşıyor olsaydık tıpkı bu gün gibi bediüzzaman saidi kürdi gibi fetullah hoca gibi mevlanaya sarılırdık herhalde... mevlanayı bırakıp asıl saidi kürdüsüne bak, ona öyle bir tapıyorlarki inanamazsın....
 
Bugünki sapıtanları anlamak için geçmişte ki yansımalarını bilmek zorundayız, sıra onda merak etme..
 
O zaman din düşmanı yaftası yemeye hazır ol :) kolay gelsin zor bir işe başlıyorsun.
 
Başlık dikaktimi çekti, biz büyük islam alimleri ve Allah dostları için Tazim gösteren ön ekler veya son ekler kullanırız. Hazreti Mevlana olması gerekirdi başlığımızın.
 
arkadaş sen bu dine hizmet eden Allah dostlarına nasıl saldırıda bulunursun anlamış değilim görende seni sürekli tevhid yapan biri sanacak

bu insanların neler çektiğini neler ile mücadele ettiğini bilmiyorsunuz

akıllı olun yamulup kalırsınız bu dünyada olmasada ahirette sizi yamulturlar
 
teksas ve seydiali siz Allah dostu değilmisiniz, yoksa düşmanımısınız?

: ) keşke olabilsek ben daha kulluk vazifesini yerine getiremiyorum dost olmak nerde çok büyük bir nimet olur benim için


Allah Dostu olmak büyük bir nimettir bütün dertlere derman olacak bir nimettir

kelime oyunu yaparak ne yapmaya çalışıyorsun anlamadım ama şunu bil Allah Dotuna ilişenlerin sonları pekte iyi olmuyor
 
Seydiali velilik- evliyalık gibi makamlar sonradan uydurmadır. Üstünlük ancak takvadadır takva sahibi olmakta: deli gibi, pervane gibi dönmek demek değildir, erotik hikayeler yazıp doldurduğu saçmalıkları Kurana eş tutmakta değildir. Sen böyle saçmalık içeren bir islamiyet yaşamadığın için mevlanadan fersah fersah üstünsün, eğer mevlana Allah dostuysa, o halde sen nesin?

Ne yaptıda mevlana Allah dostu oldu? Onun yazdığı kabak menkıbelerini kalitesiz porno neşriyatların forum sayfalarında da bol bol var :)
 
Taceddin dergahı Mehmet Akifi'n mekanıdır, Muhsin Başkanında kabrinin olduğu yerdir. Bu iki müstesna şahsiyette sizin Allah dostu dediklerinizle kıyaslanamaz bile...

Ayrıntılara neden takılıyorsunuz arkadaşlar beni boşverin şimdi, şu kabak mevzu ile alakalı yorumunuzu almak istiyorum. Keşke hazret bu hikayeleri yazdığı sayfalara kırmızı nokta koysaydı :) edebimizi bozmasın deyu oraya gelince gözümüzü kapatırdık :) Gaybi bilen bir kutup nasıl olmuşta bu ayrıntıyı düşünememiş hayret...
 
Geri
Üst