Mevlevî mûsikîsi ve semâ’daki semboller

matrix_27

New member
Katılım
4 Nis 2007
Mesajlar
993
Reaction score
0
Puanları
0
[VIDEO]74FoQs4eu8Q&mode=related&search=[/VIDEO]

Mevlevî semâ ayini, mûsikîsinden kıyafetine kadar her alanda, pek çok sembolleri taşır. Benliğinden ölü olan Mevlevî dervişinin, başındaki sikkesi mezar taşı, giydiği tennuresi kefeni, sırtındaki hırkası kabridir. Semahane kâinattır; sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mânâ âlemidir. Posttan sağa doğru hareket, yücelikten düşüklüğe gidiş (ulvîden süflîye) hatt-ı istivanın sonundan posta doğru hareket düşüklükten yüceliğe varıştır ki, “seyr-i sülük” denen manevî olgunluğa erişme yolculuğunu anlatır. Kudümün ilk vuruşu “Ol” emrinin, anlatımıdır. Ney, “İnsân-ı kâmil”dir. Neyin üflenmesi, İsrafil’in “sûr”u üflemesidir. Kalkarken yere el vurmak hem “Ol”manın, hem Sûr’u işitince kabirden kalkmanın sembolüdür. Sultan Veled devrindeki üç tur, “İlm-el yakîn, ayne’l yakîn, hakke’l yakîn” denen bilme, görme ve olma mertebelerine işarettir.

Tecelli rengi olan kırmızı renkli post, üstündeki Şeyh Hz. Mevlânâ’yı temsil eder. Hakikate varan yolu o bilir; ve bunun için hakikate varan en kısa yolu temsil eden hatt-ı istivâ’ya yalnızca o basabilir. ‘Sûr’un üflenmesiyle kabirlerinden canlanarak kalkanların şaşkın şaşkın nereye gideceklerini aramak yerine, insân-ı kâmilin peşine takılıp, onun gittiği yoldan, adımlarını onun gibi atarak kurtuluşa eren yolu bulmayı, Sultan Veled devrindeki yürüyüş temsil eder. Semâdaki selâmlar zât, sıfat, fiil, vahdet gibi tasavvuf anlamlarını taşırlar. Dört selâm, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet kademelerini anlatmaktadır. Dördüncü selâmda; Allah’ın tek ve gerçek varlığı ile varoluş olan, vahdet durağından kıpırdamadan, ayak direyerek duruş, anlatılmaktadır. Ve sonunda, “Bütün mânâ mertebelerini bilsen de, ulaşsan da, asla kulluktan vazgeçme, en yüce makam ve mertebe kulluktur, fakat, bilenle bilmeyen bir değildir.” denilir.

Tarih 17 Aralık 1273; Mevlânâ Hakk’a yürümüş; yani, can’ı asıl mekâna uçarken, bedeni de aslı olan toprağa geri verilmek üzere götürülüyor. Bu sırada Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler arasında bir tartışma başgösteriyor. Müslümanlar, ‘O bizim dinimizin imamı, sizi ne ilgilendirir?’ demelerine karşı; İsa’yı, Musa’yı Mevlânâ’nın fikirleriyle daha iyi anladıklarını söyleyen gayrimüslimler bütün engellemelere rağmen cenaze törenine katılıyorlar.

Yıl 1952; Mevlânâ’nın doğum yıldönümü nedeniyle UNESCO tarafından Paris’teki Gime Oriental Museum’da bir anma toplantısı düzenleniyor. Törene Türkiye delegeleriyle birlikte Mısır, Afganistan, İran ve Pakistan’dan da üyeler katılmakta. Törenin başlamasından önce verilen resepsiyonda bu delegeler Mevlânâ’nın milliyeti konusunda bir tartışma içerisine giriyor.

Mısırlı delege; Mevlânâ’nın ceddinin Hz. Ebubekir’e dayandığını, bu yüzden de onun Arap olduğunu ileri sürüyor, İranlı delege; ‘Mevlânâ İranlıdır, çünkü bütün eserlerini Farsça yazmıştır.’ diyor. Afganlı delege ise; ‘Mevlânâ Belh’te doğmuştur. Belh de Afgan topraklarındadır. O halde Mevlânâ Afganistanlıdır’, tezini savunmaya çalışıyor, Türk delege de Mevlâna’nın “Aslem Türkest, egerçi Hindu gûyem” (Her ne kadar Farsça-Hintçe söylesem de aslım Türk’tür benim) beyitlerini söyleyerek Mevlânâ’nın kendisini Türk ilân ettiğini belirtiyor. Bu tartışmalar üzerine kongrenin havası bir hayli gerginleşiyor. Pakistan delegasyonunda bulunan fıkıh âlimi Prof. Hamidullah Han ise tartışmalara müdahale ederek, “Mevlânâ hiçbir milletin değil bütün insanlığın malıdır.” diyerek son noktayı koymak ister. İranlı temsilcinin karşı çıktığı bu görüş, diğer ülke delegasyonu tarafından kabul görür.

İki gün süren ve 5 bin kişilik salonun tıka basa dolduğu törende, Mevlânâ ve Mevleviliğin önemi hakkında yapılan konuşmalar, mûsikî ve semâ gösterileri âdeta insanları büyüler. Tören süresince birçok devlet başkanından ve diğer din temsilcilerinden gelen kutlama telgrafları da salonda büyük bir alkışla karşılanır.

O anma toplantısından bu güne 53 yıl geçti. Bu süre zarfında buna benzer ulusal ve uluslararası platformlarda, bazılarına bizim de şahit olduğumuz birçok tartışmalar yaşandı. Hattâ Mevlânâ’nın mensup olduğu din konusunda bile varsayımlarla görüşler öne sürüldü, makaleler yazıldı. Hâlâ da bu tartışmalar devam edip gitmede. Günümüzde neler yapılıyor… Tespit edebildiğimiz kadarıyla çok sayıda Türkçe ve Farsça, 200’ü aşkın İngilizce, 50’ye yakın Almanca, 20’yi aşkın Fransızca eser başta olmak üzere İspanyolca, İtalyanca, İsveççe, Norveççe, Danca, İskoçça, Çekçe, Boşnakça, Arnavutça, Hintçe, Arapça, Urduca, Sindce, Bengalce, Peştuca, Endonezyaca, Azerice, Tacikçe, Özbekçe, Rusça, Yunanca, İbranice, Çince ve Japonca yazılmış eserlerle Mevlânâ ve Mevlevilik tüm dünya insanlarına tanıtılmakta; ama Mevlânâ’nın Mesnevî’de dediği gibi: “Herkes kendi görüşüne göre onun dostu olup; içindeki gerçek sırları kimse aramamaktadır.”

Mevlânâ’yı yeterince tanıtamıyoruz

Özellikle Amerika’da yayınlanan İngilizce eserlerde ise Mevlânâ’nın İran’ın tanınmış mistik şairi olarak nitelendirilmesi bizi hayli üzmekle birlikte, bizim de eksikliğimizi göstermektedir. Türklerin yoğun olarak yaşadığı Belh’te doğup Selçukluların başkenti Konya’da, Türk-İslâm kültür ve an’anesiyle yetişen Mevlânâ ile ilgili bilimsel çalışmalar en fazla bizde yapılmıştır. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama bunların tanıtımını ve uluslararası literatürde kullanılmasını becerememiş; sadece semâ gösterileri ve Şeb-i Arûs kutlamalarını ön plâna çıkarmış; maalesef, bugün dünyanın hemen her tarafında okuyucu bulabilen İngilizce ile kayda değer Mevlânâ’yı, fikirlerini ve Mevleviliği doğru dürüst anlatan eserler yayınlayamamışız. Hâl böyle olunca da özellikle Batılılar yazdıkları eserlerle, Mevlânâ’yı istedikleri gibi anlamış ve anlatmışlardır. Biz ise Mevlânâ’yı doğru olarak anlamak şöyle dursun, eserlerini Farsça yazdığı için, değil modern edebiyatımıza, divan edebiyatımıza bile dahil etmeyerek Mevlânâ’yı sahiplenmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüşüz ve hâlâ da sürmekteyiz. Bazıları, daha da ileri gidip Mevlânâ’yı İran kültürünün bir temsilcisi sayma gibi bir cehaletin içine düşmüştür. Artık Konya olarak, Selçuk Üniversitesi bünyesinde 50 yıllık bir arzunun semeresi olan Mevlânâ Araştırma ve Uygulama Merkezi’ni (SÜMAM) kurmuş, Mevlânâ Kültür Merkezi’ni tamamlamış ve Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün de daha tecrübe kazanmış haliyle, Mevlânâ’nın da dediği gibi “birlik olup” üzerimize düşen bu tarihî görevi yerine getirmeliyiz.

Aslında Mevlânâ’nın bizim sahiplenmemize de ihtiyacı yoktur. O, zaten modern fikirleriyle her dönemde, her milletten insana hitap edebilmiş, muhatap bulabilmiştir. Ama; ülke olarak, ülkemizin tanıtımına katkı olarak; ve hattâ kısırdöngülü iç çekişmelerimize cevap bulabilmek için onun fikirlerine ve yardımına hayli ihtiyacımız var. Eğer bu değerimizin farkında olamazsak, farkında olanlardan da şikâyetçi olmaya hakkımız yoktur. Yine; Fransız bilgin Pasteur’un “İlmin vatanı yoktur, fakat âlimin bir vatanı olmalıdır.” sözü ne kadar doğru ise; Mevlânâ’nın “Ey güneş! Başka bir âlemi aydınlatmak için bu gül bahçesini terk edip gidiyorum.” beyti de o kadar manidârdır. Sözün özü; 1952 yılında yapılan yukarıdaki anma töreninin benzeri şimdi yapılsa şüphesiz bütün dünya devletleri -özellikle Amerikalılar- bir yolunu bularak Mevlânâ’yı sahiplenirse hiç şaşmamak gerekir…

Alıntıdır...
 
Geri
Üst