Silahlar sussun" cümlesine itiraz etmek biraz ayıp kaçacağından olsa gerek, çözüm sürecine karşı ne kadar kin ve nefret besleyen varsa hıncını "akil insanlar" listesinden çıkarıyor. Ben de o heyetteyim ama "Böyle bir heyete gerek var mıydı yok muydu" meselesini samimi olarak tartışan herkese hak verebilirim. Ama abasının altına sakladığı sopayı dışarı çıkarmak için dakika sayanların ürettikleri "hıyanet çetesi" gibi ifadelerin asıl hedefinin başlı başına "çözüm fikri" olduğunu anlamak için "akil" olmaya gerek yok.
Mamafih "Bu iş başarılacaksa bile bunu yapan AK Parti olmamalıydı, kahretsin!" korosunun şekil verdiği "devlet propagandisti" yaftasına ise gerçekten kırıldım(!). Devletin on yıllardır sürdürdüğü hatayı onyıllar boyunca destekleyenlerinki propagandistlik değildi, ama devletin hatasını telafi etmek için attığı adımlara eşlik etmek "propagandistlik" öyle mi? (Yoo dostum, yooo...)
Ne diyelim, canları sağolsun, hem bütün bunların amacı sahiden sadece bu değil mi? Canlar sağolsun.
Biz meselemize gelelim. Bu yazı yazıldığı anlarda henüz büyük Dolmabahçe toplantısı yapılmış değildi. Her üyenin kafasında yapabileceği katkıya dair farklı bir çerçeve var. Elbette benim de neden bu listede yer aldığım sorusuna dair kendime göre cevaplarım...
Çünkü insanım ve itiraf eden/edemeyen herkes gibi, siyasetin silahtan arındırılmasını içeren bir plan oldu mu, soru işaretlerime rağmen heyecanlanmadan edemiyorum.
Çünkü Müslüman'ım ve İslam ırkla övünmeyi de ırk yüzünden gocunmayı da yasaklayan bir müktesebatı aşılıyor. Milli duyarlılık ile milliyetçilik arasındaki farkı daha çabuk kavramayı da sağlıyor.
Çünkü bu ülkede ırklarıyla övünmeye azmettirilmiş ve bu konforu terk etmek istemeyenlerin ürettiği bir dezenformasyon var. Irkından ileri gelen bir gocunmayı, zerre kadar meşruiyet zemini kalmamış silahlı mücadeleye tahvil edenler ve tek sermayesi nefret olup şimdi onu bırakmaya direnenler olduğu gibi. Bu direncin etki alanını genişletmesine olabildiğince engel olmak gerekiyor.
Çünkü anneyim. Daha altı yaşında iken tanık olduğu bir TV programından etkilenip ağlayarak gelmiş ve bana şu soruyu sormuş bir oğlum var: "Anne bu ülkede savaş var. Ölmek istemiyorum. Öldürmeyi de istemiyorum. Sen köşe yazarısın. Bu konuda bir şey yaparsın değil mi, buna izin vermezsin?"
Çocuklar annelerinin ne kadar çaresiz olduklarını bilmezler, her şeyi yapabileceklerini düşünürler. Altı yaşındaki bir çocuğu teskin edebilmek kolay. Şu sözler dökülmüştü ağzımdan: "Korkma, gerekirse senin yerine ben giderim."
Ama çocuklar büyüyor. O gün oğluma verdiğim söz ise baki. Akdeniz'de konuşlandırılmış çözüm komitesinde alacağım görev, oğluma, onun yerine yapmayı vaat ettiğim askerliğin duruma uyarlanmış halinden başkası değil. Oğlum nezdinde, başka çocukların "ölmeyebilme" imkânlarına bakmak, başka annelerin "kahrolmayabilme" ihtimalleri başında nöbet tutmak.
"Ben evlat acısı çekmeyeyim de ondan sonrası ne olursa olsun" diyen, milleti bir arada tutan değerlerin aşınmaya uğraması ihtimalini umursamayan bir mikro duyarlılıktan ibaret olsaydım, işim daha kolay olurdu. Ama pek tabii öyle değil. Söz konusu çözüm iradesinin milli bir orijini olduğuna inansam da, sürecin uzun vadede neden olabileceği çeşitli olasılıklara karşı pek çok kişi gibi ben de endişeyle bakıyorum. Ama endişelerimizi sıraya koymak zorunda olduğumuzu da düşünüyorum.
Bütün ilgimizi ve enerjimizi şu basit, çıplak, yalın gerçekliğe odaklamak zorundayız: Generallerin bile "Kürt kardeşim" diyebildiği, asimilasyonun son bulduğu mevcut zeminde, kimliklerin demokratik siyaset yolları kullanılarak savunamayacağı tek bir mesele kalmadı. O halde silahın, şiddetin, devrimci şiddet romantizminin siyasetteki yeri ebedi ve nihai olarak son bulmalı. Ve Türkler de, silahlı Kürt militanlarının "Tamam, biz varız" dediği bir imkânı ıskalamamalı.
Bugünden yarına en hayati mesele, bu cümlenin altının bıkmadan usanmadan çizilmesidir.
Nihal Bengisu Karaca