Gєηco
Altın Üye
Solcu olduğum için haddinden fazla kötümser, Ertuğrul Özkök’ün tabiriyle de “kara gözlüklü” olduğumu söyleyen ailem ve arkadaşlarım haklı mıydı? Sırf muhalefet edeyim diye gerçek hayata kara çalmak için sorunlar mı uyduruyordum? Okuduğum kitaplarla, o da nasıl oluyorsa, kendi kendime beynimi yıkamış ve kafayı çizmiştim de gaipten sesler mi duymaya başlamıştım? Uzun süredir nereye gitsem “Sen gelme ulan fakir! Sen gelme!” sesleri işitmekteydim. Kemal Sunal’ın Kibar Feyzo filminin pek şahane “Sen gelme ulan ayı” repliğiyle aynı tonlamada. Ama bu komik değil, korku filmi gibi. Sanki, bir ezan vakti İstanbul Beyazıt civarındaymışım da yüz bilmem kaç küsur minareden çıkan sesler art arda, biri bitince biri başlayarak kulaklarımda yankılanıyormuş gibi: “Sen gelme ulan fakir! Sen gelme!”
Üzülerek söylüyorum; “üşütük” olduğumu iddia eden bazı yakınlarım ve de çoğu uzaklarım haksız, ben haklıymışım. Sesler gaipten değil; gerçek hayatın içinden, okullardan, hastanelerden, lokantalardan, barlardan, eş dost şenliklerinden, bankalardan, BEDAŞ’tan, belediye otobüsünden, ev sahibinden ve henüz eşiğine varmadığım için suratıma çarpılmayan diğer kapılardan geliyormuş. Ben de dahil milyonlarca insanın yüzüne karşı, “Sen gelme ulan fakir! Sen gelme!”…
En taze “Sen gelme ulan fakir! Sen gelme!” vakası üniversitelerde yaşanıyor. Tam da Marmara Üniversitesi’ndeki bazı tanıdıklarım dahil binlerce öğrencinin dönem harçlarını yatıramadıkları için kayıtlarının silinmesine üzülüyordum ki, bu dönem harcını yatıramamış bir İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencisi olarak, 5 Mart gecesinde İTÜ öğrenci işlerinin internet sitesinde aşağıdaki duyuruyu okudum (Yazım yanlışları İTÜ’ye, köşeli parantez içleri bize aittir).
“HARÇ PARASINI YATIRMAYAN ÖĞRENCİLERE DUYURULUR
“2005-2006 eğitim-öğretim yılı bahar yarıyılında parasını yatırmayan [o parayı keyfimizden değil olmadığı için yatıramadık. Yani doğrusu ne olacakmış? “Yatırmayan” değil “yatıramayan”] öğrenciler [öğrenci: okul içinde para ödeyen kişi; okula para yetirmek için attığı taklalarla fezaya erişmesi işten bile olmayan kişi] için son ödeme tarihinin cezalı [işte duyurunun bu kısmında gözleri yaşarıyor insanın. O kadar masum, o kadar mahcuplar ki, utandıklarından ceza oranını yazamıyorlar] ve yasal faiz alınmak suretiyle 06 Mart 2006 Pazartesi günü mesai bitimine kadar uzatılmasına karar verilmiştir.
“(Bu öğrenciler harçlarını 6 Mart 2006 Tarihine kadar yatırmazlar ise ders kayıtları silinecektir.)
“24 Şubat 2006 Tarihi İtibarı ile Ders kaydı yaptırıp, harç yatırmayan Öğrencilerin Listesi”: yüzlerce kişinin isimleri sıralanıyor…
Harç ya da gecikme cezası yeni değil. Diğer üniversitelerde geçtiğimiz yıllarda yavaş yavaş uygulamaya geçen ve MÜ'de de ilk olarak bu dönem yaşanan şey, harcını yatıramayan öğrencilerin kayıtlarının, kayıt yenileme işlemlerinin üzerinden bir ay bile geçmeden çarçabuk siliniyor olması. Önceki yıllarda İTÜ’de bir dönem, MÜ’de ise daha esnek ve uzun bir zaman dilimi için, harcını yatıramayan öğrencilerin ders kaydı silinmiyordu. Rivayete göre, Maliye Bakanlığı bazı üniversite yönetimlerini etkin bir harç toplama sistemine sahip olmadıkları için uyarmış ve onlardan harçları daha iyi toplayabilmek için ek önlemler almalarını istemiş. Neo-liberalizm gereği mantıklı ve insanlık icabı iğrenç… ama gerçek durum o kadar bile masum değil. Çünkü bilim “insan”larının oluşturduğu üniversite yönetimlerinin aldığı önlemlere bakıldığında, niyetin harç toplamanın da ötesinde yoksulları üniversiteden defetmek olduğu anlaşılıyor. Nasıl mı?
biraz mantık dersi
veri 1:
Bakanlar Kurulu bu yılki üniversite harçlarını 55 YTL ile 458 YTL arasında değişen fiyatlarla belirlemiştir. Harçların iki taksitle alınacağı ve üniversite yönetimlerinin arzu ederlerse bu miktarı %20 oranında artırabileceği belirtilmiştir. Lisansta ilk uzatma senesi için %50, ikinci ve üçüncü uzatma seneleri için %100 yasal ceza uygulanmaktadır. Ayrıca harcını vaktinde ödeyemeyenler için üniversite yönetimleri türlü gecikme cezaları uygulayabilmektedir.
veri 2:
Selim’in okulunda ortalama harç 300 milyondur. Selim’in okulunun yönetimi Bakanlar Kurulunun tanıdığı %20 zam yetkisini sonuna kadar kullanıp bu harcı 360 milyona yükseltmiştir. Harç miktarı, birinci uzatma senesindeki öğrenci için 540, ikinci ve üçüncü uzatma senesinde bulunanlar için de 720 milyondur. Öğrenci harcını geç ödediğinde, bu gecikme bir gün bile olsa, ödenmesi gereken miktar %100 ceza uygulanarak iki katına çıkmaktadır.
veri 3:
Selim ve yüzlerce arkadaşı harcını ödeyememiştir.
I. ‘Öğrenciler harçlarını ödeyememiş’ ise ‘belirlenen harç miktarı bu öğrencilerin ödeyemeyecekleri kadar yüksektir.’
II. ‘Bu öğrencilerden, daha fazlasını (mesela iki katını) ödemeleri istenir’ ise ‘hiç ödeyemezler/ödemezler.’
III. ‘Ödemeyenlerin kaydı silinecektir’ ise ‘bu öğrenciler okula gelemezler’.
IV. ‘Bu harç ödeme sistemini düzenleyenler bilim “insanı”’ ise ‘bu kadar basit bir mantık yürütmeyi yapabilirler’ ise ‘üniversitelerin bilim “insanı” sıfatlı yöneticileri harç ödeyemeyen öğrenciye açıkça “Sen gelme ulan fakir!” demektedir.’ (Sonuç)
Yarın sabah fakülte yönetimime bu mantık dersini –kibarca- verdiğimde alacağım cevap, içinde “hayatın gerçekleri” geçen bir karşı savunma olacak. Önceki mantık derslerinden biliyorum.
O zaman “hayatın gerçekleri” meselesine biraz eğilelim. Dersimiz, “hayatın gerçekleri”. Konumuz, “insan hayatı”nın gerçekleri.
İlkokulda kompozisyonlar hep şöyle başlardı: İnsan doğar, büyür ve ölür. Yalan, hem de üç kere yalan. Her insan doğmaz. Ana rahmine düşen her yeni bebek adayı, öyle her babayiğidin sorumluluğunu alamayacağı, yüklü bir masraf tehdididir. Neo-liberal dünya doğmamış yoksul çocuklarına seslenir: “Sen gelme ulan fakir!” Onlar da dünyaya gelmez, çöpe gider. Eğer uluslararası cüzdan-vicdan kuruluşlarının aile planlaması kampanyaları işe yaramazsa; dünyaya gelmeyesi bu fakir ceninleri tıbbi bakımdan mahrum bırakılarak analarıyla birlikte defedilir, pardon defnedilir. Bir örnek; İstanbul Ümraniyeli sigortasız bir ana-babanın ikiz bebekleri, tüm “Sen gelme ulan fakir!” uyarılarını ihlal ederek ana karnında büyümüş ancak hükümetin sağlık politikaları uyarınca kamusal/koruyucu sağlık hizmetlerinden mahrum bırakılarak ölüm tehdidiyle karşı karşıya getirilip bir kez daha uyarılmış, sonrasında çocuklarını aldırmak isteyen anne Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne gitmiş, “bugün gelme” denerek geri çevrilmiş; ölmek üzere gittiği özel hastanede istenen ücreti ödeyemeyecek kadar fakir olduğu öğrenilince de bir kez daha “Sen gelme” denmiş; dördüncü hastane kapısından iki cenin bir ananın cesetleri çıkmış; son söz “Ben sana gelme dememiş miydim ulan fakir” olmuştu. İnat edip de doğanlar oldu; işte bunlardan on yedisi de, geçen yıl, herhalde cümle aleme ibret olsun diye, yeni doğan ünitelerinde hayata veda etti. Bu, bir.
Her insan büyümez. Gelecek mutlu günler; açlık, hastalık ve savaş engellerini aşamayan milyonlarca yoksul çocuğuna kapıları kapatır. Büyüyenlerin de canı burnundan getirilir. Hastalanan yoksulun vay haline. Hastaneye mi gitmek istiyorsunuz. Önce paralılar. Ege Üniversitesi tarafından çıkarılan bir iç genelgeye göre hastalar içinde, “Önce paralı hastalara ardından Emekli Sandığı ve Bağkurlu’lara bakılacak”tır. Aynı, çıkarılan yasayla artık SSK ve Emekli Sandığına bağlı hastalardan da faydalanabilen pek çok özel hastanenin yaptığı gibi. Ama AKP hükümeti sağlıkta dönüşüm yapıyor değil mi; “siz gelmeyin” diyor “biz hekimi ayağınıza gönderiyoruz.” “Her eve doktor gelecek” yalanlarıyla üstümüze salınacak olan Aile Hekimleri, hastaneye gitmek isteyenlerimize soracak, “Genel Sağlık Sigortası primini ödedin mi?” Cevabımız “hayır ama hastaneye gitmek istiyorum” olursa, Aile Hekimi bize “Sen gelme ulan fakir!” deyip gidecek. Aile Hekimliği yasası böyle diyor. Böylece onca hükümetin başaramadığını AKP başaracak ve yoksullardan temizlenmiş hastane önlerinde kuyruk derdi son bulacak. Bu, iki.
Her insan ölür, ama orda da işler karışık. Toprak her insanı kabul etmiyormuş. Sermayenin yasaları yer çekimi yasasını bile çiğneyebiliyormuş; kötü espri ama Güney Afrika ülkelerinde hayatın gerçeği olan yasa bu. Tanzanya, Botswana ve Mozambik’te ölü defin masrafı kişi başı ortalama yıllık gelirin üçte biriymiş. Bedavadan mezara sokulmak isteyen ölüler çıkarsa muhterem cemaate para cezası kesiliyormuş. Mezar çukurlarında neo-liberal çığlıklar: “Sen gelme ulan fakir! Sen gelme!” Mezar başında imam soruyor: “Fakiri nasıl bilirdiniz?”, muhterem cemaat cezayı yemiş, içli içli: “Bilmez olaydık!” Bu da, üç.
Kabus mu? Değil! Üstelik dahası var. Elektrik, su, doğalgaz, telefon, yol, ev kirası… sermayenin bayrağı burçlara bir bir dikildikçe, ses kabarıyor: “Sen gelme ulan fakir! Sen gelme!”
İşte o sırada nasıl oluyorsa, “Ofer, Koç, Sabancı, Çalık, Zorlu, Albayraklar, Ülker; Siz gelin! …Sen? Sen gelme ulan fakir!” diyen hükümetin Başbakanı Erdoğan, “bırakın gelsin” diyerek, fakir çiftçiyi çağırıyor yanına. Çiftçi anasının gözü çıkınca, aslına dönüyor Başbakan: “Ananı da al git!” Gidecek bir yer olsa emin ol durmayacak ama onu toprak bile kabul etmiyor. Çiftçiyi tarla, işçiyi fabrika, aç’ı lokanta, hastayı hastane, öğrenciyi okul, ölüyü toprak, bebeği kundak kabul etmiyor. Gidecek bir yerleri olsa emin ol durmayacaklar ama başka dünya yok.
Bizim dememizle icat olunmayan ve biz istemesek de içine düştüğümüz bu kavganın ortasında, yeni bir dünya kurmak için mücadele etmekten başka özgürlüğümüz var mı?
Selim Demir
Üzülerek söylüyorum; “üşütük” olduğumu iddia eden bazı yakınlarım ve de çoğu uzaklarım haksız, ben haklıymışım. Sesler gaipten değil; gerçek hayatın içinden, okullardan, hastanelerden, lokantalardan, barlardan, eş dost şenliklerinden, bankalardan, BEDAŞ’tan, belediye otobüsünden, ev sahibinden ve henüz eşiğine varmadığım için suratıma çarpılmayan diğer kapılardan geliyormuş. Ben de dahil milyonlarca insanın yüzüne karşı, “Sen gelme ulan fakir! Sen gelme!”…
En taze “Sen gelme ulan fakir! Sen gelme!” vakası üniversitelerde yaşanıyor. Tam da Marmara Üniversitesi’ndeki bazı tanıdıklarım dahil binlerce öğrencinin dönem harçlarını yatıramadıkları için kayıtlarının silinmesine üzülüyordum ki, bu dönem harcını yatıramamış bir İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencisi olarak, 5 Mart gecesinde İTÜ öğrenci işlerinin internet sitesinde aşağıdaki duyuruyu okudum (Yazım yanlışları İTÜ’ye, köşeli parantez içleri bize aittir).
“HARÇ PARASINI YATIRMAYAN ÖĞRENCİLERE DUYURULUR
“2005-2006 eğitim-öğretim yılı bahar yarıyılında parasını yatırmayan [o parayı keyfimizden değil olmadığı için yatıramadık. Yani doğrusu ne olacakmış? “Yatırmayan” değil “yatıramayan”] öğrenciler [öğrenci: okul içinde para ödeyen kişi; okula para yetirmek için attığı taklalarla fezaya erişmesi işten bile olmayan kişi] için son ödeme tarihinin cezalı [işte duyurunun bu kısmında gözleri yaşarıyor insanın. O kadar masum, o kadar mahcuplar ki, utandıklarından ceza oranını yazamıyorlar] ve yasal faiz alınmak suretiyle 06 Mart 2006 Pazartesi günü mesai bitimine kadar uzatılmasına karar verilmiştir.
“(Bu öğrenciler harçlarını 6 Mart 2006 Tarihine kadar yatırmazlar ise ders kayıtları silinecektir.)
“24 Şubat 2006 Tarihi İtibarı ile Ders kaydı yaptırıp, harç yatırmayan Öğrencilerin Listesi”: yüzlerce kişinin isimleri sıralanıyor…
Harç ya da gecikme cezası yeni değil. Diğer üniversitelerde geçtiğimiz yıllarda yavaş yavaş uygulamaya geçen ve MÜ'de de ilk olarak bu dönem yaşanan şey, harcını yatıramayan öğrencilerin kayıtlarının, kayıt yenileme işlemlerinin üzerinden bir ay bile geçmeden çarçabuk siliniyor olması. Önceki yıllarda İTÜ’de bir dönem, MÜ’de ise daha esnek ve uzun bir zaman dilimi için, harcını yatıramayan öğrencilerin ders kaydı silinmiyordu. Rivayete göre, Maliye Bakanlığı bazı üniversite yönetimlerini etkin bir harç toplama sistemine sahip olmadıkları için uyarmış ve onlardan harçları daha iyi toplayabilmek için ek önlemler almalarını istemiş. Neo-liberalizm gereği mantıklı ve insanlık icabı iğrenç… ama gerçek durum o kadar bile masum değil. Çünkü bilim “insan”larının oluşturduğu üniversite yönetimlerinin aldığı önlemlere bakıldığında, niyetin harç toplamanın da ötesinde yoksulları üniversiteden defetmek olduğu anlaşılıyor. Nasıl mı?
biraz mantık dersi
veri 1:
Bakanlar Kurulu bu yılki üniversite harçlarını 55 YTL ile 458 YTL arasında değişen fiyatlarla belirlemiştir. Harçların iki taksitle alınacağı ve üniversite yönetimlerinin arzu ederlerse bu miktarı %20 oranında artırabileceği belirtilmiştir. Lisansta ilk uzatma senesi için %50, ikinci ve üçüncü uzatma seneleri için %100 yasal ceza uygulanmaktadır. Ayrıca harcını vaktinde ödeyemeyenler için üniversite yönetimleri türlü gecikme cezaları uygulayabilmektedir.
veri 2:
Selim’in okulunda ortalama harç 300 milyondur. Selim’in okulunun yönetimi Bakanlar Kurulunun tanıdığı %20 zam yetkisini sonuna kadar kullanıp bu harcı 360 milyona yükseltmiştir. Harç miktarı, birinci uzatma senesindeki öğrenci için 540, ikinci ve üçüncü uzatma senesinde bulunanlar için de 720 milyondur. Öğrenci harcını geç ödediğinde, bu gecikme bir gün bile olsa, ödenmesi gereken miktar %100 ceza uygulanarak iki katına çıkmaktadır.
veri 3:
Selim ve yüzlerce arkadaşı harcını ödeyememiştir.
I. ‘Öğrenciler harçlarını ödeyememiş’ ise ‘belirlenen harç miktarı bu öğrencilerin ödeyemeyecekleri kadar yüksektir.’
II. ‘Bu öğrencilerden, daha fazlasını (mesela iki katını) ödemeleri istenir’ ise ‘hiç ödeyemezler/ödemezler.’
III. ‘Ödemeyenlerin kaydı silinecektir’ ise ‘bu öğrenciler okula gelemezler’.
IV. ‘Bu harç ödeme sistemini düzenleyenler bilim “insanı”’ ise ‘bu kadar basit bir mantık yürütmeyi yapabilirler’ ise ‘üniversitelerin bilim “insanı” sıfatlı yöneticileri harç ödeyemeyen öğrenciye açıkça “Sen gelme ulan fakir!” demektedir.’ (Sonuç)
Yarın sabah fakülte yönetimime bu mantık dersini –kibarca- verdiğimde alacağım cevap, içinde “hayatın gerçekleri” geçen bir karşı savunma olacak. Önceki mantık derslerinden biliyorum.
O zaman “hayatın gerçekleri” meselesine biraz eğilelim. Dersimiz, “hayatın gerçekleri”. Konumuz, “insan hayatı”nın gerçekleri.
İlkokulda kompozisyonlar hep şöyle başlardı: İnsan doğar, büyür ve ölür. Yalan, hem de üç kere yalan. Her insan doğmaz. Ana rahmine düşen her yeni bebek adayı, öyle her babayiğidin sorumluluğunu alamayacağı, yüklü bir masraf tehdididir. Neo-liberal dünya doğmamış yoksul çocuklarına seslenir: “Sen gelme ulan fakir!” Onlar da dünyaya gelmez, çöpe gider. Eğer uluslararası cüzdan-vicdan kuruluşlarının aile planlaması kampanyaları işe yaramazsa; dünyaya gelmeyesi bu fakir ceninleri tıbbi bakımdan mahrum bırakılarak analarıyla birlikte defedilir, pardon defnedilir. Bir örnek; İstanbul Ümraniyeli sigortasız bir ana-babanın ikiz bebekleri, tüm “Sen gelme ulan fakir!” uyarılarını ihlal ederek ana karnında büyümüş ancak hükümetin sağlık politikaları uyarınca kamusal/koruyucu sağlık hizmetlerinden mahrum bırakılarak ölüm tehdidiyle karşı karşıya getirilip bir kez daha uyarılmış, sonrasında çocuklarını aldırmak isteyen anne Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne gitmiş, “bugün gelme” denerek geri çevrilmiş; ölmek üzere gittiği özel hastanede istenen ücreti ödeyemeyecek kadar fakir olduğu öğrenilince de bir kez daha “Sen gelme” denmiş; dördüncü hastane kapısından iki cenin bir ananın cesetleri çıkmış; son söz “Ben sana gelme dememiş miydim ulan fakir” olmuştu. İnat edip de doğanlar oldu; işte bunlardan on yedisi de, geçen yıl, herhalde cümle aleme ibret olsun diye, yeni doğan ünitelerinde hayata veda etti. Bu, bir.
Her insan büyümez. Gelecek mutlu günler; açlık, hastalık ve savaş engellerini aşamayan milyonlarca yoksul çocuğuna kapıları kapatır. Büyüyenlerin de canı burnundan getirilir. Hastalanan yoksulun vay haline. Hastaneye mi gitmek istiyorsunuz. Önce paralılar. Ege Üniversitesi tarafından çıkarılan bir iç genelgeye göre hastalar içinde, “Önce paralı hastalara ardından Emekli Sandığı ve Bağkurlu’lara bakılacak”tır. Aynı, çıkarılan yasayla artık SSK ve Emekli Sandığına bağlı hastalardan da faydalanabilen pek çok özel hastanenin yaptığı gibi. Ama AKP hükümeti sağlıkta dönüşüm yapıyor değil mi; “siz gelmeyin” diyor “biz hekimi ayağınıza gönderiyoruz.” “Her eve doktor gelecek” yalanlarıyla üstümüze salınacak olan Aile Hekimleri, hastaneye gitmek isteyenlerimize soracak, “Genel Sağlık Sigortası primini ödedin mi?” Cevabımız “hayır ama hastaneye gitmek istiyorum” olursa, Aile Hekimi bize “Sen gelme ulan fakir!” deyip gidecek. Aile Hekimliği yasası böyle diyor. Böylece onca hükümetin başaramadığını AKP başaracak ve yoksullardan temizlenmiş hastane önlerinde kuyruk derdi son bulacak. Bu, iki.
Her insan ölür, ama orda da işler karışık. Toprak her insanı kabul etmiyormuş. Sermayenin yasaları yer çekimi yasasını bile çiğneyebiliyormuş; kötü espri ama Güney Afrika ülkelerinde hayatın gerçeği olan yasa bu. Tanzanya, Botswana ve Mozambik’te ölü defin masrafı kişi başı ortalama yıllık gelirin üçte biriymiş. Bedavadan mezara sokulmak isteyen ölüler çıkarsa muhterem cemaate para cezası kesiliyormuş. Mezar çukurlarında neo-liberal çığlıklar: “Sen gelme ulan fakir! Sen gelme!” Mezar başında imam soruyor: “Fakiri nasıl bilirdiniz?”, muhterem cemaat cezayı yemiş, içli içli: “Bilmez olaydık!” Bu da, üç.
Kabus mu? Değil! Üstelik dahası var. Elektrik, su, doğalgaz, telefon, yol, ev kirası… sermayenin bayrağı burçlara bir bir dikildikçe, ses kabarıyor: “Sen gelme ulan fakir! Sen gelme!”
İşte o sırada nasıl oluyorsa, “Ofer, Koç, Sabancı, Çalık, Zorlu, Albayraklar, Ülker; Siz gelin! …Sen? Sen gelme ulan fakir!” diyen hükümetin Başbakanı Erdoğan, “bırakın gelsin” diyerek, fakir çiftçiyi çağırıyor yanına. Çiftçi anasının gözü çıkınca, aslına dönüyor Başbakan: “Ananı da al git!” Gidecek bir yer olsa emin ol durmayacak ama onu toprak bile kabul etmiyor. Çiftçiyi tarla, işçiyi fabrika, aç’ı lokanta, hastayı hastane, öğrenciyi okul, ölüyü toprak, bebeği kundak kabul etmiyor. Gidecek bir yerleri olsa emin ol durmayacaklar ama başka dünya yok.
Bizim dememizle icat olunmayan ve biz istemesek de içine düştüğümüz bu kavganın ortasında, yeni bir dünya kurmak için mücadele etmekten başka özgürlüğümüz var mı?
Selim Demir