σѕ¢αя'ѕ™
[ℓσνє ιѕ ƒєηєявαнçє..]
- Katılım
- 21 Ara 2005
- Mesajlar
- 1,799
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 44
- Konum
- ŞükrüSaracoğlu / Kadıköy
Sevmiyorum Piknikleri
Yazları, ilk baharları çok seviyorum. Yağmur yağmıyor. Bazen yağıyor ama sonra hemen bitiyor. Peki ben ne yapıyorum bu aylar silsilesinde? Serkan’la vakit geçiriyorum. Serkan gerçekten benim için bir yoldaş olmuştu. Sıkıntılı olduğumda sıkıntımı gideriyor, neşeli olduğumda neşeme ortak oluyordu ama bir tek borçlara ortak olmuyordu ****. Evde bütün gün suyu, elektriği kullanıyor, hatta ara sıra eşe dosta, nasıl olsa bedava diye telefon açıyor, “yok arkadaştayım, sorun olmaz” diyor şehirler arası bile konuşuyor, ama bir faturaya ortak olmuyordu.
Bu gibi sebepler beni Serkan’la bu konuları oturup insan gibi konuşmaya, eğer insanlıktan anlamıyorsa dövmeye sevketti. Aldım bir gün Serkan’ı karşıma ve başladım konuşmaya.
“Bak Serkancığım.” dedim. Bakmadı.
“Serkan kardeşim bakar mısın?” dedim. Yine bakmadı.
“Arkadaşım bakar mısın bir saniye?” dedim. Yine bakmadı.
“Belanı ******* Serkan, adam gibi bir şey anlatıyoruz, baksana lan.” dedim. Baktı. İnsan gibi hitaplara alışamamış basit bir toplum bireyi olarak Serkan da sikli soklu bir şeyler dönünce tepki veriyordu. Baştan bunu aklıma getirseydim üç cümle kurmak için uğraşmayacak, daha az enerji harcayacak, yemekten tasarruf edecektim. İşte evde dura dura böyle küçük hesapların adamı olmuştum. Gözümden bir damla yaş aktı, niye böyle oldum yaşlarıydı bunlar, niye böyle oldun amına koyim diye akıyorlardı. Serkan da bir şey oldu sandı hemen sarıldı bana. Bir de öptü “geçti abi geçti sakin ol, tamam ben yanındayım” dedi. Öyle bir baktım ki, kıçının üstüne oturdu hemen.
“Serkancığım. Bu evde kalıyorsun. Etinden sütünden yararlanıyorsun. Elektrik kullanıyorsun, telefonun amına koyuyorsun. Sıçtığın boku temizlemek için de üç kez sifonu çekmek gerekiyor, velhasıl-ı kelam Serkancığım ev ekonomimin içine sıçtın, ben ikinci öğretimde ev ekonomisi okurken senin bu yaptığın açıkçası adilik. Sen de ortak olacaksın masraflara.” dedim. “I-ıh” dedi.
“Nasıl ı-ıh lan, nasıl ı-ıh.”
“Olmaz abi, ben misafirim.”
Hemen ikinci şıkka başvurmalıydım. Ben ayakta olduğum için Serkan’ın kafasına bir tekme attım, tam kulağına geldi. Ama benim de dengem kayboldu ve yere düştüm. Serkan sülaleme küfrettikten sonra üstüme atladı ve kafama kafama vurmaya başladı, vurdukça açılıyordu itoğluit. Beni bir güzel dövdükten sonra benim zihnim daha verimli çalışmaya başladı. Parlak fikirler aklımda bir oraya bir buraya gidiyordu.
“Serkan abi. Seninle pikniğe gidelim mi lan?” diye sordu. Aklım sıra pikniğe götürecektim ama sadece bir şartla, o da masrafları o üstlenirseydi. Böylece bu küçük ama çok küçük hesapla ondan intikam almış, bedavaya doymuş olacaktım. Bu fikrimden dolayı kendimi kutladım, ve sırtıma bir şaplak attım.
Serkan ****si piknik lafını duyunca hemen sapıttı. “Tabii abi, hemen gidelim.” dedi.
“Ama Serkancığım. Tek bir şartla. Masrafları sen üstlenirsen. Aklım sıra senden intikam almış olacam, bedavaya yiyip içecem.”
“Tamam abi, gidelim bendensin.”. Serkan biraz kıt akıllıydı.
Ben Serkan’dan biraz para alıp hemen BİM’e gittim, ucuz tavuklardan aldım biraz, biraz kangal sucuk, biraz kangal olmayan sucuk, le porta falan filan aldım. Hazırladık her şeyi. Çıktık yola.
Karşıda Beykoz taraflarında bir köy varmış, adı şimdi aklıma gelmiyor Güzel bir yer diye bahsettiler. İstikamet orasıydı anlayacağınız. Tramvayla Eminönü’ne geldik. Oradan vapurla Üsküdar’a geçtik. Üsküdar’dan da otobüsle Beykoz’a doğru yol aldık. Yol parası gittikçe götümüze giriyordu. Beykoz merkezi geçtikten sonra inmemiz gerekti. Çünkü oradan o köye zaten araç yokmuş. Taksiye de asla para vermeyeceğim için yürümeye başladık.
Neyse. Baya bir yürüdükten sonra köye vardık. Köy sandığımız yer aslında iki ev ve bir yoldan ibaretmiş. Mına koyim deyip örtüyü yere serip oturduk. Ben gerek kenelerin her an saldırma ihtimalinden gerekse de oturunca kıç çatalımdan içeri girip kıçımdan bağırsaklarıma doğru uzun ve meşakkatli bir yolculuğa girişebilecek olan karıncaların olması ihtimalinden tedirgin bir şekilde oturuyordum.
Karşıları izlemeye başladım. Yüksek yüksek tepelere ev kurmuşlardı. Bu ****ler kesin aşrı aşrı memleketlere de ev kurmuşlardır dedim içimden. Bu fikrimi Serkan’la da paylaşmak için Serkan’a döndüm. Ama o da ne? Serkan yoktu ortalıklarda ve yarım ekmek arası köftesinden bir diş almış, ekmek öylece mahzun mahzun bakıyordu yerden bana. İçim gitti, çok yufka yürekliyim. Dayanamadım o ekmeğin öylece bakmasına, aldım hemen yedim. Üstüne de bir bardak le ponta içip, geğirdim.
Sonra uzanıp yatacaktım ama karnım doyduğu için aklıma Serkan geldi. Nerdeydi bu çocuk şimdi. En mutlu olduğum şu anda beni yalnız bırakmıştı. Şimdi kim bilir neredeydi Serkan çocuk. Bu dağ başında acaba başına ne gelmişti de birden yok olmuştu. Aklıma çok kötü şeyler geliyordu. O değil de benim üstümde bozuk para yoktu, nasıl döncektim eve şimdi. Burada kalsam gece kesin dömeltir birisi.
Konuşlandığımız yerin arkasında bir yol vardı ve yukarı yüksek yüksek tepelere gidiyordu. Yola çıktım. Evet tahmin ettiğim gibi Serkan’ın ayak izleri vardı. Daha yakından bakınca fark ettim ki Serkan hıyarına ayakkabıyı resmen kakalamışlar. Serdar Kundura yazan izde sol ayakta 42 sağ ayakta 43 numara yazıyordu. Aslında bu Serkan denen hıyarı orada bırakıp Mirkelam gibi yüreğimin ya da kıçımın götürdüğü yere gitsem iyi olacaktı benim geleceğim için, kakam da gelmişti çünkü. Ama yapamadım, Serkan çocuğu yalnız bırakamadım.
Ayak izlerini takip etmeye başladım. Ayak izleri yukarı taa yüksek yüksek tepelere gidiyordu. Aklımdaki kötü düşünceler şekilleniyordu. Bu Serkan acaba yüksek yüksek tepelere kocaya mı kaçmıştı. Aşrı aşrı memleketten gelmiştik çünkü, taa Zeytinburnu’ndan. Allah kahretmesin Serkan.
Birden bir köpek havlaması sesi duydum. Buraya doğru geliyordu. Ulan zaten hayatta neden tırssam gelir beni bulur. Saklanacaktım ama nereye. Hemen çalıların arasına saklandım. Yere oturdum. Bir sıcaklık hissettim kıçımda. Elimi götürdüm, yapraklar vardı kıçımın altında. Bu ne lan dedim, yaprakları araladım. Ne gördüm sizce dostlarım, arkadaşlarım. Evet insan boku vardı. Yapraklarla üstü örtülmüş az ilerisine de kıça silinen yapraklar atılmış, insan boku. Ve üstüne oturmuş sürttürmüştüm azıcık. Sonra da ellemiştim. Tekrar oturdum üstüne ama bu sefer, kendime hayatıma ağladım. Ağladıkça açıldım ve Mahsun Kırmızıgül gibi sesler çıkarmaya başladım. Taa ki köpek sesini tekrar duyuncaya kadar.
İbne köpek çok yakınlara gelmişti. Sürekli havlıyordu. Gerçi havlayan köpek ısırmaz derler ama bunun en son sevgilimi bir şey olmaz diye arkama aldığım sırada kıçımdan kopan bir butla hiç de öyle olmadığını anladım. Sonra zaten o da beni terk etti, çünkü çok ağlamıştım o sırada, sevgilim de beni kucağında hastaneye taşımak zorunda kalmıştı. Hem bir şey yokmuş, sadece azıcık sıyrık varmış. Bana pansiyon yapılırken yurt dışına kaçmış sevgilim, benim asla gidemeyeceğim bir yere, Neverland’e.
Neyse lan konu dağılıyor. Köpek sesi gittikçe yaklaşıyordu. Kujo gibi bir şeydi bu galiba. Viraja yaklaştı. Sonra ilk başta köpeğin sesi geldi sonra kendisi göründü. Ama bu değişik bir köpekti. Kırmızı uzun ve yamyassı bir şey çıktı. Sonra iki tekerlek gözüktü. Sonra da kaporta. Lan bu kırmızı Lada Samara’ydı. Geri geri geliyordu da o yüzden köpek sesi çıkarıyordu. Hemen çıktım yola. Selam verdim.
“Hayrola bilader, niye geri geri geliyorsun?”
“Birinci fitesle ikinci fites bozuldu arkadaşım, mecburen geri geri geliyorum, otuz iki kilometredir böyle geliyorum, köpek sesi beynimi sikti.”
“Abi bunların bir de ağlayan bebek sesi çıkaranları var, iyi ki ondan almamışsın, asıl o zaman skerdi senin ırzını.”
“Huopp huoop ırz mırz. Akıllı ol, tanışmıyoruz etmiyoruz…. Sen bok mu kokuyorsun.”
“Yok abi. hehehe. Ama hepimiz bok kokmuyor muyuz? İçi ayrı dışı ayrı, iki yüzlü insanlar. Hepimiz bok kokuyoruz güzel abim hepimiz bok kokuyoruz.”
Ben öyle Socrates gibi konuşunca adam duygulandı, beni arabasına aldı. Ama ben boklu götümle koltuğa oturunca durumu anladı ve beni döverek dışarı attı. Giderken saçımı da çekti. Ama ben pırıl pırıl oldum, gözüm gönlüm açıldı. Serkan’ı da boşverdim. Geri döndüm. Baktım Serkan yatıyor. Geldim ayağımla dürttüm.
“Nerdeydin lan?” dedim.
“Abi” dedi. “Ya köfteli ekmeği yiyince birden kakam geldi, ben de gittim yüksek yüksek tepelere bir çalının arkasına sıçtım geldim, ama üstünü kapattım merak etme.”
“Sürprizlerle dolu birisin Serkancığım” diyebildim sadece, götümdeki boku ve gözümdeki yaşı saklayarak. Sevmiyorum piknikleri.
Yazları, ilk baharları çok seviyorum. Yağmur yağmıyor. Bazen yağıyor ama sonra hemen bitiyor. Peki ben ne yapıyorum bu aylar silsilesinde? Serkan’la vakit geçiriyorum. Serkan gerçekten benim için bir yoldaş olmuştu. Sıkıntılı olduğumda sıkıntımı gideriyor, neşeli olduğumda neşeme ortak oluyordu ama bir tek borçlara ortak olmuyordu ****. Evde bütün gün suyu, elektriği kullanıyor, hatta ara sıra eşe dosta, nasıl olsa bedava diye telefon açıyor, “yok arkadaştayım, sorun olmaz” diyor şehirler arası bile konuşuyor, ama bir faturaya ortak olmuyordu.
Bu gibi sebepler beni Serkan’la bu konuları oturup insan gibi konuşmaya, eğer insanlıktan anlamıyorsa dövmeye sevketti. Aldım bir gün Serkan’ı karşıma ve başladım konuşmaya.
“Bak Serkancığım.” dedim. Bakmadı.
“Serkan kardeşim bakar mısın?” dedim. Yine bakmadı.
“Arkadaşım bakar mısın bir saniye?” dedim. Yine bakmadı.
“Belanı ******* Serkan, adam gibi bir şey anlatıyoruz, baksana lan.” dedim. Baktı. İnsan gibi hitaplara alışamamış basit bir toplum bireyi olarak Serkan da sikli soklu bir şeyler dönünce tepki veriyordu. Baştan bunu aklıma getirseydim üç cümle kurmak için uğraşmayacak, daha az enerji harcayacak, yemekten tasarruf edecektim. İşte evde dura dura böyle küçük hesapların adamı olmuştum. Gözümden bir damla yaş aktı, niye böyle oldum yaşlarıydı bunlar, niye böyle oldun amına koyim diye akıyorlardı. Serkan da bir şey oldu sandı hemen sarıldı bana. Bir de öptü “geçti abi geçti sakin ol, tamam ben yanındayım” dedi. Öyle bir baktım ki, kıçının üstüne oturdu hemen.
“Serkancığım. Bu evde kalıyorsun. Etinden sütünden yararlanıyorsun. Elektrik kullanıyorsun, telefonun amına koyuyorsun. Sıçtığın boku temizlemek için de üç kez sifonu çekmek gerekiyor, velhasıl-ı kelam Serkancığım ev ekonomimin içine sıçtın, ben ikinci öğretimde ev ekonomisi okurken senin bu yaptığın açıkçası adilik. Sen de ortak olacaksın masraflara.” dedim. “I-ıh” dedi.
“Nasıl ı-ıh lan, nasıl ı-ıh.”
“Olmaz abi, ben misafirim.”
Hemen ikinci şıkka başvurmalıydım. Ben ayakta olduğum için Serkan’ın kafasına bir tekme attım, tam kulağına geldi. Ama benim de dengem kayboldu ve yere düştüm. Serkan sülaleme küfrettikten sonra üstüme atladı ve kafama kafama vurmaya başladı, vurdukça açılıyordu itoğluit. Beni bir güzel dövdükten sonra benim zihnim daha verimli çalışmaya başladı. Parlak fikirler aklımda bir oraya bir buraya gidiyordu.
“Serkan abi. Seninle pikniğe gidelim mi lan?” diye sordu. Aklım sıra pikniğe götürecektim ama sadece bir şartla, o da masrafları o üstlenirseydi. Böylece bu küçük ama çok küçük hesapla ondan intikam almış, bedavaya doymuş olacaktım. Bu fikrimden dolayı kendimi kutladım, ve sırtıma bir şaplak attım.
Serkan ****si piknik lafını duyunca hemen sapıttı. “Tabii abi, hemen gidelim.” dedi.
“Ama Serkancığım. Tek bir şartla. Masrafları sen üstlenirsen. Aklım sıra senden intikam almış olacam, bedavaya yiyip içecem.”
“Tamam abi, gidelim bendensin.”. Serkan biraz kıt akıllıydı.
Ben Serkan’dan biraz para alıp hemen BİM’e gittim, ucuz tavuklardan aldım biraz, biraz kangal sucuk, biraz kangal olmayan sucuk, le porta falan filan aldım. Hazırladık her şeyi. Çıktık yola.
Karşıda Beykoz taraflarında bir köy varmış, adı şimdi aklıma gelmiyor Güzel bir yer diye bahsettiler. İstikamet orasıydı anlayacağınız. Tramvayla Eminönü’ne geldik. Oradan vapurla Üsküdar’a geçtik. Üsküdar’dan da otobüsle Beykoz’a doğru yol aldık. Yol parası gittikçe götümüze giriyordu. Beykoz merkezi geçtikten sonra inmemiz gerekti. Çünkü oradan o köye zaten araç yokmuş. Taksiye de asla para vermeyeceğim için yürümeye başladık.
Neyse. Baya bir yürüdükten sonra köye vardık. Köy sandığımız yer aslında iki ev ve bir yoldan ibaretmiş. Mına koyim deyip örtüyü yere serip oturduk. Ben gerek kenelerin her an saldırma ihtimalinden gerekse de oturunca kıç çatalımdan içeri girip kıçımdan bağırsaklarıma doğru uzun ve meşakkatli bir yolculuğa girişebilecek olan karıncaların olması ihtimalinden tedirgin bir şekilde oturuyordum.
Karşıları izlemeye başladım. Yüksek yüksek tepelere ev kurmuşlardı. Bu ****ler kesin aşrı aşrı memleketlere de ev kurmuşlardır dedim içimden. Bu fikrimi Serkan’la da paylaşmak için Serkan’a döndüm. Ama o da ne? Serkan yoktu ortalıklarda ve yarım ekmek arası köftesinden bir diş almış, ekmek öylece mahzun mahzun bakıyordu yerden bana. İçim gitti, çok yufka yürekliyim. Dayanamadım o ekmeğin öylece bakmasına, aldım hemen yedim. Üstüne de bir bardak le ponta içip, geğirdim.
Sonra uzanıp yatacaktım ama karnım doyduğu için aklıma Serkan geldi. Nerdeydi bu çocuk şimdi. En mutlu olduğum şu anda beni yalnız bırakmıştı. Şimdi kim bilir neredeydi Serkan çocuk. Bu dağ başında acaba başına ne gelmişti de birden yok olmuştu. Aklıma çok kötü şeyler geliyordu. O değil de benim üstümde bozuk para yoktu, nasıl döncektim eve şimdi. Burada kalsam gece kesin dömeltir birisi.
Konuşlandığımız yerin arkasında bir yol vardı ve yukarı yüksek yüksek tepelere gidiyordu. Yola çıktım. Evet tahmin ettiğim gibi Serkan’ın ayak izleri vardı. Daha yakından bakınca fark ettim ki Serkan hıyarına ayakkabıyı resmen kakalamışlar. Serdar Kundura yazan izde sol ayakta 42 sağ ayakta 43 numara yazıyordu. Aslında bu Serkan denen hıyarı orada bırakıp Mirkelam gibi yüreğimin ya da kıçımın götürdüğü yere gitsem iyi olacaktı benim geleceğim için, kakam da gelmişti çünkü. Ama yapamadım, Serkan çocuğu yalnız bırakamadım.
Ayak izlerini takip etmeye başladım. Ayak izleri yukarı taa yüksek yüksek tepelere gidiyordu. Aklımdaki kötü düşünceler şekilleniyordu. Bu Serkan acaba yüksek yüksek tepelere kocaya mı kaçmıştı. Aşrı aşrı memleketten gelmiştik çünkü, taa Zeytinburnu’ndan. Allah kahretmesin Serkan.
Birden bir köpek havlaması sesi duydum. Buraya doğru geliyordu. Ulan zaten hayatta neden tırssam gelir beni bulur. Saklanacaktım ama nereye. Hemen çalıların arasına saklandım. Yere oturdum. Bir sıcaklık hissettim kıçımda. Elimi götürdüm, yapraklar vardı kıçımın altında. Bu ne lan dedim, yaprakları araladım. Ne gördüm sizce dostlarım, arkadaşlarım. Evet insan boku vardı. Yapraklarla üstü örtülmüş az ilerisine de kıça silinen yapraklar atılmış, insan boku. Ve üstüne oturmuş sürttürmüştüm azıcık. Sonra da ellemiştim. Tekrar oturdum üstüne ama bu sefer, kendime hayatıma ağladım. Ağladıkça açıldım ve Mahsun Kırmızıgül gibi sesler çıkarmaya başladım. Taa ki köpek sesini tekrar duyuncaya kadar.
İbne köpek çok yakınlara gelmişti. Sürekli havlıyordu. Gerçi havlayan köpek ısırmaz derler ama bunun en son sevgilimi bir şey olmaz diye arkama aldığım sırada kıçımdan kopan bir butla hiç de öyle olmadığını anladım. Sonra zaten o da beni terk etti, çünkü çok ağlamıştım o sırada, sevgilim de beni kucağında hastaneye taşımak zorunda kalmıştı. Hem bir şey yokmuş, sadece azıcık sıyrık varmış. Bana pansiyon yapılırken yurt dışına kaçmış sevgilim, benim asla gidemeyeceğim bir yere, Neverland’e.
Neyse lan konu dağılıyor. Köpek sesi gittikçe yaklaşıyordu. Kujo gibi bir şeydi bu galiba. Viraja yaklaştı. Sonra ilk başta köpeğin sesi geldi sonra kendisi göründü. Ama bu değişik bir köpekti. Kırmızı uzun ve yamyassı bir şey çıktı. Sonra iki tekerlek gözüktü. Sonra da kaporta. Lan bu kırmızı Lada Samara’ydı. Geri geri geliyordu da o yüzden köpek sesi çıkarıyordu. Hemen çıktım yola. Selam verdim.
“Hayrola bilader, niye geri geri geliyorsun?”
“Birinci fitesle ikinci fites bozuldu arkadaşım, mecburen geri geri geliyorum, otuz iki kilometredir böyle geliyorum, köpek sesi beynimi sikti.”
“Abi bunların bir de ağlayan bebek sesi çıkaranları var, iyi ki ondan almamışsın, asıl o zaman skerdi senin ırzını.”
“Huopp huoop ırz mırz. Akıllı ol, tanışmıyoruz etmiyoruz…. Sen bok mu kokuyorsun.”
“Yok abi. hehehe. Ama hepimiz bok kokmuyor muyuz? İçi ayrı dışı ayrı, iki yüzlü insanlar. Hepimiz bok kokuyoruz güzel abim hepimiz bok kokuyoruz.”
Ben öyle Socrates gibi konuşunca adam duygulandı, beni arabasına aldı. Ama ben boklu götümle koltuğa oturunca durumu anladı ve beni döverek dışarı attı. Giderken saçımı da çekti. Ama ben pırıl pırıl oldum, gözüm gönlüm açıldı. Serkan’ı da boşverdim. Geri döndüm. Baktım Serkan yatıyor. Geldim ayağımla dürttüm.
“Nerdeydin lan?” dedim.
“Abi” dedi. “Ya köfteli ekmeği yiyince birden kakam geldi, ben de gittim yüksek yüksek tepelere bir çalının arkasına sıçtım geldim, ama üstünü kapattım merak etme.”
“Sürprizlerle dolu birisin Serkancığım” diyebildim sadece, götümdeki boku ve gözümdeki yaşı saklayarak. Sevmiyorum piknikleri.