Polonyalı oyun geliştiricisi CD Projekt RED’in Andrzej Sapkowski’nin aynı isimli kısa hikaye ve beş kitaplık roman serisinden uyarladığı The Witcher, yalnızca 2007’nin değil tüm zamanların en akılda kalıcı RPG deneyimlerinden biriydi şüphesiz. Özellikle de karanlık ve gizemli hikayesi, ahlaki yönden problemli enteresan karakterleri ve keşfedecek ilginç mekanlarla dolu “gri”, “cesur” ve politik açıdan yozlaşmış oyun dünyasıyla... Hatta vahşi bir saldırının ardından hafızasını yitirmiş bir witcher olan Rivialı Geralt’ın çarpık etik değerleri, büyük felaketlerle sonuçlanabilen anlık kararları ve şehvete olan zayıflığıyla PlaneScape: Torment’taki Nameless One’dan bu yana bir rol yapma oyununda kontrol ettiğimiz en etkileyici ve inandırıcı oyun karakteri olduğunu iddia etsek hiç de abartmış olmayız.
Ne var ki, The Witcher’ın akıllara kazınan başka yanları da yok değildi. Stratejik olmasına rağmen asla akıcı ve tatmin edici olmayı başaramayan dövüş mekanikleri, aynı mekanlardan tekrar tekrar geçmemize neden olup oyunun temposunu yerle bir eden görev örgüsü, oyuna yalnızca “genç” oyunculara hitap edebilmek için konduğu kabak gibi belli olan anlamsız seks kartları, hatalarla dolu İngilizce çevirisi ve Doğu Avrupalı geliştiricilerin ortak hastalığı haline gelmiş sinir bozucu teknik problemler gibi... Bununla birlikte The Witcher, raflara çıktığında BioShock, The Orange Box, Call of Duty: Modern Warfare, Crysis ve Gears of War gibi titanlarla çarpışmak durumunda kalmıştı. Bu, bir anlamda kendi ihtirasının altında ezilmekten kurtulamamış bir oyundu.
Ancak CD Projekt RED’in bizleri davet ettiği bu çatışma, nefret ve şiddet dolu dünyanın potansiyeli öylesine derin ve güçlüydü ki; başka bir yapımı rahatlıkla vasatın altına savurabilecek bütün eksik ve hatalı yanları, devam oyunu için duyulan eşsiz bir tutkuya dönüşecekti.