T
Banned
- Katılım
- 8 May 2006
- Mesajlar
- 3,665
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Ertuğrul Özkök, “Ufukta yeni bir darbe mi var” başlıklı dünkü yazısında; “Bir ‘dini diktatörlükten’ korkuyorum. Yani Türkiye’yi İran’dan bile beter hale getirecek bir tehlikeden. Bütün samimiyetimle hepimizi, AKP’lileri de, türbanlı kadınları da bu tehlikeye karşı uyarmak istiyorum” dedikten sonra, dini düşünceyi referans alan despot kaynaklı bireylerin oluşturacağı tehlikeye işaret etmiş ve yazısını şöyle bitirmiş; “Çünkü artık onlara asıl tehdit bu cenahtan gelecek. Demokrasiyi bekleyen asıl darbe tehlikesi artık budur...”
Özkök’ün yazı başlığını okuyanların büyük çoğunluğu ilk bakışta askeri bir darbe ihtimalinden söz ettiğini sanmış. Hatta yazıyı okumadan başlıklara göre yorum yapma saplantısındaki birçok okuyucu, Özkök’ü darbe teşvikçiliğiyle suçlamış.
Doğrusunu isterseniz, Özkök endişelerinde bir yere kadar haklı. Ama bunun da bir çaresi var. Sabrederseniz, aktaracağım.
Din savaşçıları her yerde…
Sadece ülkemizde değil, rejimi ne olursa olsun hemen her ülkede, dini referans alarak durumdan vazife çıkarmak isteyen marjinal gruplar bulunmaktadır. Nitekim geçtiğimiz hafta CNN Türk’te, CNN International Dünya Haberleri baş muhabiri Chrisitiane Amanpour tarafından hazırlanan ‘Din Savaşçıları’ adında çok güzel hazırlanmış bir belgesel vardı. Kökten dinciliğin, Musevilik, Müslümanlık ve Hıristiyanlık başta olmak üzere siyasi bir güç olarak yükselişi anlatılıyor ve her dinden çarpıcı örnekler veriliyordu.
Muhabir Amanpour belgeselde, din savaşçılarının; materyalizm, açgözlülük ve cinsel yozlaşmadan dünyayı kurtarmak için yürüttükleri siyasi ve kültürel mücadelenin nasıl öfke, bölünme ve korkuya yol açtığını anlatıyor ve ‘Tanrı’yı yeniden günlük hayatın içine sokma kararlılığı gibi ortak paydalarda buluşanların, nasıl önemli bir siyasi güce dönüştüğünü aktarıyordu.
Küresel medyanın İslam karşıtlığı nedeniyle İslam dünyasındaki marjinal gruplar her ne kadar dünya gündeminde ilk sıralara otursa da, programı izlerken görüyoruz ki, diğer din mensupları içindeki radikal grupların çokluğu ve içlerinde besledikleri öfke, dünyayı bir kan çanağı haline getirmeye çoktan aday. İzlerken bir korku filmi gibi içi ürperiyor insanın. Örneğin, Tanrı adına, Filistinli çocukları öldürmekle kalmayıp kanını içmeye talip Yahudi gruplar bile var.
Yobazların saltanat dönemleri?
Yobaz kelimesi sözlükte; dini taassubunu başkalarını rahatsız edecek şekilde ileri götüren, sataşkan kimse olarak tarif edilmektedir.
Yobazlar, dini cehaletin cirit attığı ortamda ürerler ve toplumun dini konulardaki bilgisizliğini istismar ederek beslenirler.
Peygamber Efendimize; “Müslümanların hangisi daha hayırlıdır?” diye sorulduğunda, “Elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8)
Din adına iş yaptığını zanneden yobazla, Müslüman arasındaki farkı görüyor musunuz? Kendini dindar zanneden bir Müslüman etrafındaki insanlarda bir güvensizlik ve huzursuzluk oluşturmaya başlamışsa ve çevresindekiler ondan emin değillerse, derhal Müslümanlığını gözden geçirmeli ve nerde hata yaptığını sorgulamalıdır.
Avrupa’da demokrasi, insan hak ve özgürlükleri ne zaman gelişmeye başladı?
Dinde reform hareketleriyle…
Pekâlâ, bu nasıl oldu?
Avrupa topraklarının üçte ikisi kilisenin elindeydi. Avrupa insanı cahildi. Dini konuları okumak, araştırmak kilisenin tekelindeydi. Papazlar da dini keyiflerine göre yorumluyor ve muazzam bir dünya saltanatı sürüyorlardı. Ne zamanki coğrafi keşiflerden sonra elde edilen transfer zenginlikle giderek servet tabana da yayıldı… Üstelik matbaanın da kullanılmaya başlanmasıyla okuryazar oranı arttı, Avrupa insanının gözü açıldı. Vatandaş bilinçlendikçe kilisenin otoritesi sarsıldı, işin saçmalığı anlaşıldı.
Neden çöktük?
Osmanlı Devleti’nde yobazların en çok türediği dönem çöküş yılları oldu. Okuma yazma oranı yüzde 10’lara kadar düşmüştü. İşte bu ortamda dini konulardaki bilgisizlikten kaynaklanan yobazlık zirve yaptı. Toplumdaki dini cehaleti istismar eden güçlü bir piyasa oluştu. Biraz mürekkep yalayan kendini şeyh, hoca gibi lanse etti. İşin çivisi çıktı. Toplum da ondan çöktü.
Atatürk bu ülkeye en büyük iyiliklerinden birini artık iyice yozlaşan tekke ve zaviyeleri kökten kaldırarak yapmıştır. Bu kurumların elle tutulacak hiçbir yanı kalmamıştı. Müesseseler yobaz kaynıyordu. Dini konulardaki cehaletin farkına varan Atatürk, bu girişimin hemen ardından, Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an-ı Kerim’i tefsir etme, Milli Şairimiz Mehmet Akif’e de o nefis Türkçesiyle Kur’an Meali hazırlama görevi verdi. Ahmet Hamdi Akseki Hoca’dan da, “Askere Din Kitabı” hazırlamasını istedi. Kitap 1925’te basıldı ve tüm ordu birliklerine dağıtıldı. Atatürk dinin sağlam kaynaklardan öğrenilmesi arzusundaydı. Bazı çevrelerin sandığının aksine farklı bir niyeti olsaydı, bu önemli görevleri, günümüzde de örnekleri bulunan türden ilahiyatçı geçinen o günün din soytarılarına da verebilirdi. Ama işi ehline verdi.
28 Şubatın o netameli günlerinde, sürecin üzerine bina edildiği, etrafına çok sayıda cahil Müslüman toplamayı başarmış din soytarılarından birinin kardeşiyle karşılaştım basına açık bir toplantıda. Abisinin, “Kur’an okumasını bilip bilmediğini…” sordum. “Bilmiyor…” dedi. Kur’an dahi okumasını bilmeyen bir kişiye, hoca ve şeyh sıfatı yakıştırılması ve arkasından binlerce kişinin gitmesi ne acı… Hâlbuki onun din adına yaptığı sahtekârlıklar kullanılarak samimi dindarların önüne ne zorluklar çıkarılmıştı.
Yobazlar ne zaman tehdit olmaktan çıkar?
Satırlarımı şu şekilde bağlamak istiyorum. Ertuğrul Özkök endişelerinde haklıdır. Ama bu endişeleri izale etmenin yolu, yobaz üremesine neden olan zeminlerin oluşmasına fırsat verilmemesinden geçmektedir.
Özkök’e sormak lazım. Ramazanın ilk günü iftar saatinde, kendisinin dinci olarak itham ettiği kanalların dışındaki tüm kanallar nereden canlı yayın yaptılar? Hurafeleri din sayarak, ellerinde sirke şişeleri ile yollara düşen ve mevtadan dünyalık istemek için bir mezar başında toplanan on binlerce kişi arasından. Hem yobazlıktan şikâyetçi olup hem de yobazlığın reklâmını yapmak, üstelik ekranlarını toplumun saygı duyduğu ilahiyatçılara değil de, din şarlatanı şovmenlere açmak birer çelişki değil mi?
Atatürk, “Herkes dinini diyanetini öğrenmeye mecburdur ve bunun yolu da mekteptir” der. Nitekim bir önceki yazımızda, toplumun sağlıklı bir din eğitimine ihtiyaç duyduğunu vurgulamış ve Anayasada din öğretimi konusunda muhakkak bağlayıcı bir hüküm olmasının yararına işaret etmiştik. Aksi durumun ortaya çıkardığı tehlikeler ortada çünkü…
Bugün samimi dindarları baskı altına almak için olur olmadık malzemelerle toplumun huzurunu kaçıranlar… halkın sağlıklı dini bilgi alma konusundaki yollarını irtica yaftasıyla karalayanlar, yarın bugünleri gerçekten arayabilirler.
Tekrar ediyorum, yobazlığın panzehiri, toplumu aydınlatmak ve sağlam bilgilerle donatmaktır.
Osmanlı gibi yıkılmaz denilen bir devleti silip süpüren ve tarihe gömen son dönemdeki dini ve fenni konulardaki cehalet, inanın, hele şu toplumda çok daha derin yaralar açar.
Herkes aklını başına toplasın ve geri dönüşü olmayan yola girmeden toplumu ilim irfanla abat etmenin çaresine baksın. Her şey daha fazla berbat olmadan…
Yoksa darbenin nereden geldiğini anlamaya fırsatınız bile olmaz.
Cehalet her kötülüğün kaynağıdır.
Özkök’ün yazı başlığını okuyanların büyük çoğunluğu ilk bakışta askeri bir darbe ihtimalinden söz ettiğini sanmış. Hatta yazıyı okumadan başlıklara göre yorum yapma saplantısındaki birçok okuyucu, Özkök’ü darbe teşvikçiliğiyle suçlamış.
Doğrusunu isterseniz, Özkök endişelerinde bir yere kadar haklı. Ama bunun da bir çaresi var. Sabrederseniz, aktaracağım.
Din savaşçıları her yerde…
Sadece ülkemizde değil, rejimi ne olursa olsun hemen her ülkede, dini referans alarak durumdan vazife çıkarmak isteyen marjinal gruplar bulunmaktadır. Nitekim geçtiğimiz hafta CNN Türk’te, CNN International Dünya Haberleri baş muhabiri Chrisitiane Amanpour tarafından hazırlanan ‘Din Savaşçıları’ adında çok güzel hazırlanmış bir belgesel vardı. Kökten dinciliğin, Musevilik, Müslümanlık ve Hıristiyanlık başta olmak üzere siyasi bir güç olarak yükselişi anlatılıyor ve her dinden çarpıcı örnekler veriliyordu.
Muhabir Amanpour belgeselde, din savaşçılarının; materyalizm, açgözlülük ve cinsel yozlaşmadan dünyayı kurtarmak için yürüttükleri siyasi ve kültürel mücadelenin nasıl öfke, bölünme ve korkuya yol açtığını anlatıyor ve ‘Tanrı’yı yeniden günlük hayatın içine sokma kararlılığı gibi ortak paydalarda buluşanların, nasıl önemli bir siyasi güce dönüştüğünü aktarıyordu.
Küresel medyanın İslam karşıtlığı nedeniyle İslam dünyasındaki marjinal gruplar her ne kadar dünya gündeminde ilk sıralara otursa da, programı izlerken görüyoruz ki, diğer din mensupları içindeki radikal grupların çokluğu ve içlerinde besledikleri öfke, dünyayı bir kan çanağı haline getirmeye çoktan aday. İzlerken bir korku filmi gibi içi ürperiyor insanın. Örneğin, Tanrı adına, Filistinli çocukları öldürmekle kalmayıp kanını içmeye talip Yahudi gruplar bile var.
Yobazların saltanat dönemleri?
Yobaz kelimesi sözlükte; dini taassubunu başkalarını rahatsız edecek şekilde ileri götüren, sataşkan kimse olarak tarif edilmektedir.
Yobazlar, dini cehaletin cirit attığı ortamda ürerler ve toplumun dini konulardaki bilgisizliğini istismar ederek beslenirler.
Peygamber Efendimize; “Müslümanların hangisi daha hayırlıdır?” diye sorulduğunda, “Elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8)
Din adına iş yaptığını zanneden yobazla, Müslüman arasındaki farkı görüyor musunuz? Kendini dindar zanneden bir Müslüman etrafındaki insanlarda bir güvensizlik ve huzursuzluk oluşturmaya başlamışsa ve çevresindekiler ondan emin değillerse, derhal Müslümanlığını gözden geçirmeli ve nerde hata yaptığını sorgulamalıdır.
Avrupa’da demokrasi, insan hak ve özgürlükleri ne zaman gelişmeye başladı?
Dinde reform hareketleriyle…
Pekâlâ, bu nasıl oldu?
Avrupa topraklarının üçte ikisi kilisenin elindeydi. Avrupa insanı cahildi. Dini konuları okumak, araştırmak kilisenin tekelindeydi. Papazlar da dini keyiflerine göre yorumluyor ve muazzam bir dünya saltanatı sürüyorlardı. Ne zamanki coğrafi keşiflerden sonra elde edilen transfer zenginlikle giderek servet tabana da yayıldı… Üstelik matbaanın da kullanılmaya başlanmasıyla okuryazar oranı arttı, Avrupa insanının gözü açıldı. Vatandaş bilinçlendikçe kilisenin otoritesi sarsıldı, işin saçmalığı anlaşıldı.
Neden çöktük?
Osmanlı Devleti’nde yobazların en çok türediği dönem çöküş yılları oldu. Okuma yazma oranı yüzde 10’lara kadar düşmüştü. İşte bu ortamda dini konulardaki bilgisizlikten kaynaklanan yobazlık zirve yaptı. Toplumdaki dini cehaleti istismar eden güçlü bir piyasa oluştu. Biraz mürekkep yalayan kendini şeyh, hoca gibi lanse etti. İşin çivisi çıktı. Toplum da ondan çöktü.
Atatürk bu ülkeye en büyük iyiliklerinden birini artık iyice yozlaşan tekke ve zaviyeleri kökten kaldırarak yapmıştır. Bu kurumların elle tutulacak hiçbir yanı kalmamıştı. Müesseseler yobaz kaynıyordu. Dini konulardaki cehaletin farkına varan Atatürk, bu girişimin hemen ardından, Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an-ı Kerim’i tefsir etme, Milli Şairimiz Mehmet Akif’e de o nefis Türkçesiyle Kur’an Meali hazırlama görevi verdi. Ahmet Hamdi Akseki Hoca’dan da, “Askere Din Kitabı” hazırlamasını istedi. Kitap 1925’te basıldı ve tüm ordu birliklerine dağıtıldı. Atatürk dinin sağlam kaynaklardan öğrenilmesi arzusundaydı. Bazı çevrelerin sandığının aksine farklı bir niyeti olsaydı, bu önemli görevleri, günümüzde de örnekleri bulunan türden ilahiyatçı geçinen o günün din soytarılarına da verebilirdi. Ama işi ehline verdi.
28 Şubatın o netameli günlerinde, sürecin üzerine bina edildiği, etrafına çok sayıda cahil Müslüman toplamayı başarmış din soytarılarından birinin kardeşiyle karşılaştım basına açık bir toplantıda. Abisinin, “Kur’an okumasını bilip bilmediğini…” sordum. “Bilmiyor…” dedi. Kur’an dahi okumasını bilmeyen bir kişiye, hoca ve şeyh sıfatı yakıştırılması ve arkasından binlerce kişinin gitmesi ne acı… Hâlbuki onun din adına yaptığı sahtekârlıklar kullanılarak samimi dindarların önüne ne zorluklar çıkarılmıştı.
Yobazlar ne zaman tehdit olmaktan çıkar?
Satırlarımı şu şekilde bağlamak istiyorum. Ertuğrul Özkök endişelerinde haklıdır. Ama bu endişeleri izale etmenin yolu, yobaz üremesine neden olan zeminlerin oluşmasına fırsat verilmemesinden geçmektedir.
Özkök’e sormak lazım. Ramazanın ilk günü iftar saatinde, kendisinin dinci olarak itham ettiği kanalların dışındaki tüm kanallar nereden canlı yayın yaptılar? Hurafeleri din sayarak, ellerinde sirke şişeleri ile yollara düşen ve mevtadan dünyalık istemek için bir mezar başında toplanan on binlerce kişi arasından. Hem yobazlıktan şikâyetçi olup hem de yobazlığın reklâmını yapmak, üstelik ekranlarını toplumun saygı duyduğu ilahiyatçılara değil de, din şarlatanı şovmenlere açmak birer çelişki değil mi?
Atatürk, “Herkes dinini diyanetini öğrenmeye mecburdur ve bunun yolu da mekteptir” der. Nitekim bir önceki yazımızda, toplumun sağlıklı bir din eğitimine ihtiyaç duyduğunu vurgulamış ve Anayasada din öğretimi konusunda muhakkak bağlayıcı bir hüküm olmasının yararına işaret etmiştik. Aksi durumun ortaya çıkardığı tehlikeler ortada çünkü…
Bugün samimi dindarları baskı altına almak için olur olmadık malzemelerle toplumun huzurunu kaçıranlar… halkın sağlıklı dini bilgi alma konusundaki yollarını irtica yaftasıyla karalayanlar, yarın bugünleri gerçekten arayabilirler.
Tekrar ediyorum, yobazlığın panzehiri, toplumu aydınlatmak ve sağlam bilgilerle donatmaktır.
Osmanlı gibi yıkılmaz denilen bir devleti silip süpüren ve tarihe gömen son dönemdeki dini ve fenni konulardaki cehalet, inanın, hele şu toplumda çok daha derin yaralar açar.
Herkes aklını başına toplasın ve geri dönüşü olmayan yola girmeden toplumu ilim irfanla abat etmenin çaresine baksın. Her şey daha fazla berbat olmadan…
Yoksa darbenin nereden geldiğini anlamaya fırsatınız bile olmaz.
Cehalet her kötülüğün kaynağıdır.