iGoogle
New member
- Katılım
- 21 Tem 2008
- Mesajlar
- 172
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
1933 yılında Florya Plajı halka açık hale getirilir ve ertesi gün devletin “yarı resmi” gazetesi şu manşeti atar:
- Halk plaja akın etti, vatandaş denize giremiyor!
Halk ile vatandaş kavramları bundan daha güzel(!) bir şekilde ayrılamazdı galiba..
Peki neydi halk ile vatandaşı birbirinden bu kadar kesin ayıran çizgi. Sosyo-kültürel farklılıklar mı, ekonomik uçurumlar mı, mezun oldukları okullar mı, ya da doğdukları şehirler mi?
Vatandaş; okumuş, kültürlü, soylu bir aileden gelen ,tercihen İstanbul doğumlu- Ankara ya da İzmir de olabilir- her haliyle batılılara benzeyen ve birazcık da maneviyatla arasına mesafe koymuş kimselerdi..
Peki halk kimdi? Halk Bakkal Osman’dı, apartman görevlisi Kemal Efendi’ydi, inşaat işçisi Enver idi, Tesisatçı Ali’ydi. Halk Anadolu’dan gelmişti, vatandaş ise büyük şehirlerin yerlisiydi…
Her ne kadar İstanbul doğumlu da olsa, bu satırların yazarı da halk üyesiydi..
Halk, vatandaşın getir götür işlerini yapardı. Şirketinde çalışırdı. Maaşlı elemanıydı. Vatandaş ise bu memleketin gerçek sahibiydi. Öyle ya bu ülke onların babasının tekelindeydi.
Vatandaşın çocukları vatanı için kolejlerde okuyup yurtdışında mastır yapardı. Halkın çocukları ise yirmisini geçirmeden askerlik yapardı.
Vatandaş, zengin olup tatile giderdi. Halk ise şehit olup, cennete giderdi.. Ama yine de vatan sağ idi ancak cahil halk ısrarla cumhuriyeti tehdit etmekteydi.
Şimdi diyeceksiniz ki, bunlar eski dönemde kalmıştı ve şu an vatandaş ile halk gayet barışıktı. Öyle mi?
Geçtiğimiz yıllarda halk plajı haline getirilen Caddebostan Plajı’nı haber yapan gazetelerin manşetlerine bir göz atalım:
- Caddebostan’ın havası değişti!
- Nerede o eski plajlar!
- Caddebostanlılar denize giremiyor!
Ve olayın en entelleküel ve gerçekçi yorumunu da bir Caddebostanlı hanım kızımız yapıyordu:
- Buranın tarzı falan var yane!
Evet oranın bir tarzı vardı…
Orası İstanbul’u babasının malı sanan elit züppelerinin olmalıydı. Sadece onlar girmeliydi
denize. Onlar sevgilisinin elini tutup gezmeliydi Bostancı sahillerinde. Onlar romantizmi yaşamalıydı Kız Kulesi’nde. Onlar oturup çay içmeliydi Çamlıca tepesinde..
Evet oranın bir tarzı vardı. Tıpkı üniversiteler gibi…
Başörtüsünü gerici bulup türbanı üreten, daha sonra türbanı dışlayıp başörtüsüne yeniden dönen, en sonunda da aslında Kur’an’da başörtüsü yokmuş meğer ecdadımız 1400 yıldır saçmalıyormuş diye ortalıkta gezinen halktan kopuk halkçıların asıl düşünceleri belli oluyordu yavaş yavaş:
- Canım, bu çağda da başörtüsü mü olurmuş??
Evet evet kesinlikle olmazdı. Zaten neyin nerede ne zaman olacağını onlar bilirdi. Dinin yerinin vicdan olduğunu da onlar tespit etmişti. Yoksa cahil halk nereden bilecekti?
Yalnız ortada çok ciddi bir sorun belirmişti. Dahiyane fikirleriyle bilim ve siyaset dünyasını sarsan, manken görünümlü Prof. Dr. Aysun Kayacı ile dağdaki çoban eşit oya sahipti. Zaten memleketin yüzde 47’si(yaklaşık 16,5 milyon kişi) Ağustos’un göbeğinde iki torba kömür karşılığında oyunu satmıştı. Şimdi kalkıp da oylar arasında bir eşitsizlik düzenlense bu da Atatürk ilkelerine uymazdı.
O zaman yapılacak tek bir iş kalmıştı. Top anayasa mahkemelerine atılırdı,olur biterdi.
Öyle oldu. Başörtüsü özgürlüğüne kalkan 411 eli kaos olarak niteleyen “demokrat” medyamız, yasağı savunan 9 eli öpüp de başına koydu.
Evet, başörtüsü üniversitelere girmemeliydi. Çünkü evine gelen yardımcı kadının bile başörtüsünden rahatsız olan sorunlu vatandaşın göz zevki her şeyden önemliydi.
Peki kılık kıyafet ayrımı gözetmeden bu ülkede yaşayan bütün insanların kardeş olabileceği gerçeğini kim savunacaktı?
Muhtıracısına aşık olan demokratlar mı, yoksa laik partilerin fetvacı başkanları mı?
Eğer kimseden ümidiniz yoksa korkmayın. Çünkü bu ülkenin gerçekten özgürlükçü düşünen,demokrasi ve laikliğe sözde değil özde inanan bir gençlik potansiyeli var.
İşin en ilginç yanı da, sosyeteden yetişmiş gençler de bu kez halk çocuklarıyla ayni tarafta…
Gün gelecek bu gençlik yönetimi ele alacak ve daha güzel bir Türkiye için kolları sıvayacaktır.
Göreve de 11 Kasım 1938’den yani Atatürk’ün bıraktığı yerden başlayacaktır
- Halk plaja akın etti, vatandaş denize giremiyor!
Halk ile vatandaş kavramları bundan daha güzel(!) bir şekilde ayrılamazdı galiba..
Peki neydi halk ile vatandaşı birbirinden bu kadar kesin ayıran çizgi. Sosyo-kültürel farklılıklar mı, ekonomik uçurumlar mı, mezun oldukları okullar mı, ya da doğdukları şehirler mi?
Vatandaş; okumuş, kültürlü, soylu bir aileden gelen ,tercihen İstanbul doğumlu- Ankara ya da İzmir de olabilir- her haliyle batılılara benzeyen ve birazcık da maneviyatla arasına mesafe koymuş kimselerdi..
Peki halk kimdi? Halk Bakkal Osman’dı, apartman görevlisi Kemal Efendi’ydi, inşaat işçisi Enver idi, Tesisatçı Ali’ydi. Halk Anadolu’dan gelmişti, vatandaş ise büyük şehirlerin yerlisiydi…
Her ne kadar İstanbul doğumlu da olsa, bu satırların yazarı da halk üyesiydi..
Halk, vatandaşın getir götür işlerini yapardı. Şirketinde çalışırdı. Maaşlı elemanıydı. Vatandaş ise bu memleketin gerçek sahibiydi. Öyle ya bu ülke onların babasının tekelindeydi.
Vatandaşın çocukları vatanı için kolejlerde okuyup yurtdışında mastır yapardı. Halkın çocukları ise yirmisini geçirmeden askerlik yapardı.
Vatandaş, zengin olup tatile giderdi. Halk ise şehit olup, cennete giderdi.. Ama yine de vatan sağ idi ancak cahil halk ısrarla cumhuriyeti tehdit etmekteydi.
Şimdi diyeceksiniz ki, bunlar eski dönemde kalmıştı ve şu an vatandaş ile halk gayet barışıktı. Öyle mi?
Geçtiğimiz yıllarda halk plajı haline getirilen Caddebostan Plajı’nı haber yapan gazetelerin manşetlerine bir göz atalım:
- Caddebostan’ın havası değişti!
- Nerede o eski plajlar!
- Caddebostanlılar denize giremiyor!
Ve olayın en entelleküel ve gerçekçi yorumunu da bir Caddebostanlı hanım kızımız yapıyordu:
- Buranın tarzı falan var yane!
Evet oranın bir tarzı vardı…
Orası İstanbul’u babasının malı sanan elit züppelerinin olmalıydı. Sadece onlar girmeliydi
denize. Onlar sevgilisinin elini tutup gezmeliydi Bostancı sahillerinde. Onlar romantizmi yaşamalıydı Kız Kulesi’nde. Onlar oturup çay içmeliydi Çamlıca tepesinde..
Evet oranın bir tarzı vardı. Tıpkı üniversiteler gibi…
Başörtüsünü gerici bulup türbanı üreten, daha sonra türbanı dışlayıp başörtüsüne yeniden dönen, en sonunda da aslında Kur’an’da başörtüsü yokmuş meğer ecdadımız 1400 yıldır saçmalıyormuş diye ortalıkta gezinen halktan kopuk halkçıların asıl düşünceleri belli oluyordu yavaş yavaş:
- Canım, bu çağda da başörtüsü mü olurmuş??
Evet evet kesinlikle olmazdı. Zaten neyin nerede ne zaman olacağını onlar bilirdi. Dinin yerinin vicdan olduğunu da onlar tespit etmişti. Yoksa cahil halk nereden bilecekti?
Yalnız ortada çok ciddi bir sorun belirmişti. Dahiyane fikirleriyle bilim ve siyaset dünyasını sarsan, manken görünümlü Prof. Dr. Aysun Kayacı ile dağdaki çoban eşit oya sahipti. Zaten memleketin yüzde 47’si(yaklaşık 16,5 milyon kişi) Ağustos’un göbeğinde iki torba kömür karşılığında oyunu satmıştı. Şimdi kalkıp da oylar arasında bir eşitsizlik düzenlense bu da Atatürk ilkelerine uymazdı.
O zaman yapılacak tek bir iş kalmıştı. Top anayasa mahkemelerine atılırdı,olur biterdi.
Öyle oldu. Başörtüsü özgürlüğüne kalkan 411 eli kaos olarak niteleyen “demokrat” medyamız, yasağı savunan 9 eli öpüp de başına koydu.
Evet, başörtüsü üniversitelere girmemeliydi. Çünkü evine gelen yardımcı kadının bile başörtüsünden rahatsız olan sorunlu vatandaşın göz zevki her şeyden önemliydi.
Peki kılık kıyafet ayrımı gözetmeden bu ülkede yaşayan bütün insanların kardeş olabileceği gerçeğini kim savunacaktı?
Muhtıracısına aşık olan demokratlar mı, yoksa laik partilerin fetvacı başkanları mı?
Eğer kimseden ümidiniz yoksa korkmayın. Çünkü bu ülkenin gerçekten özgürlükçü düşünen,demokrasi ve laikliğe sözde değil özde inanan bir gençlik potansiyeli var.
İşin en ilginç yanı da, sosyeteden yetişmiş gençler de bu kez halk çocuklarıyla ayni tarafta…
Gün gelecek bu gençlik yönetimi ele alacak ve daha güzel bir Türkiye için kolları sıvayacaktır.
Göreve de 11 Kasım 1938’den yani Atatürk’ün bıraktığı yerden başlayacaktır