Cezmi Ersöz-Hayatı ve Eserleri

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Moderatör
Katılım
23 May 2010
Mesajlar
10,583
Reaction score
0
Puanları
0
cezmi-ers%C3%B6z-180x240.jpg





1959 yılında İstanbul'da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra eğitimine İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümünde devam etti. Edebiyat yaşamının başlangıcını edebiyat dergilerinde yayımladığı şiir ve eleştiriler oluşturdu. Daha sonda Cumhuriyet, Güneş, Özgür Gündem, Aydınlık gibi günlük gazetelerde yazıları ve röportajları yayımlandı. Ardından haftalık Deli dergisinde yazdı, halen Leman dergisinde yazıyor

Kendi Kaleminden

" BEN YAZARKEN KENDİ YÜZÜME TÜKÜRÜYORUM "
Geriye Doğru Baktığımda...

Geriye doğru baktığımda, çünkü ancak böyle anlaşılıyor bazı şeyler, ben aslında ilkokul 4.-5. sınıftan itibaren yazar olmayı kafama koymuşum. Ama bu ciddi, planlı projeli bir düşünce halinde değil. Tabi babamdan gelen Kuvay-ı Milliye, Kemalistlik, subaylık da var. Bu yüzden iyi, yardımsever, dürüst, çevresinde sayılan sevilen adam yani bir tür kahraman olmak üzere yetiştirildik biz. Çok küçük olanaklarla zengin çocuklarının önüne geçme projesi...Kemalizm biraz da böyle bir proje. Hadi bakalım kendinizi gösterin projesi, romantik bir proje bu. Öte yandan korkunç bir oyun bu. Baştan aşağı yanlış hesaplarla dolu. Belli olanaklar babanın maaşı belli, makarna yumurta yiyorsun, hadi bakalım benim çocuğum nasıl geçecek sizi projesi, üstelik iyi adam olacak ve onları da geçeceksiniz. Okuduğun okul belli,mahalle devlet okulları.

Kabataş Erkek Lisesi'ne kaydımı yaptıracaktım. Babam hastaydı, ayakları şişmişti. Makasla pantolonunun paçalarını kesmişti ve ayağında terlik vardı. Çok komik görünüyordu. Emekli bir albay fakat cebinde parası yok. Müdür "çocuğu yatılı verin" demiş. Ev Suadiye'de okul Ortaköy'de. O zaman köprü de yok. Gidiş-dönüş 4 saat. Ama yatılı parası yok. "Gündüzcü olsun, gitsin-gelsin" demiş babam. Tartışmışlar. Müdür, "almıyoruz çocuğunuzu okula" deyince babam çıkarmış beylik tabancasını müdürün masasına koymuş. "Alıyor musun almıyor musun?" odadan bir çıktı, kıpkırmızı bir surat. "Gemileri yaktık oğlum" dedi. "Baba ne gemileri..." dedi ki; "Oğlum durum ciddi". Küçük çelimsiz bir çocuğum. Kaydımızı yaptırdık, girdik okula. İlk dönem iki zayıf geldi karneye. Hiç unutmuyorum, babam "teessüf ederim" dedi. "Ulan bu okulda birinci olcam" dedim.








Can Havliyle...
Memur ailelerinde bir çalkantı vardır. Can havliyle okursun, can havliyle yaşarsın. Uzun vadede ne olacak diye düşünemezsin. Lisede üniversiteye girebilmek için fen bölümlerinden mezun olmak gerekir. Ben de fen bölümündeydim. Arasıra edebiyat sınıfına giderdim. Millet orada Necatigil okuyor, Orhan Veli, Özdemir Asaf okuyor. Özeniyorum onlara, çünkü onlar edebiyat deyip kaybetmişler zaten. Üniversiteye giremeyecekler ama mutlular. Ben başarılı olmayı mutlu olmaya yeğ tuttum. Çünkü başarılı olmak zorundaydım. Ailenin seni bir kere daha okutma şansı yok. Sınıfı geçmek zorundasın. Halkalar çok gevşek yani. "Hadi lan bu sene de asayım, hayatın tadını çıkartayım biraz" dediğin anda kayarsın. Yani can havli söz konusu olduğunda kimse kimsenin bohem macera arayışını taşıyamaz. Böylece edebiyat hep gizli, yasak bir tutku olarak varoluyor bende. O da meğer yaşamının ta kendisi olmuş, meslek değil yani.

Kemalizm'e gönül bağlamış...
Kemalizm'e gönül bağlamış ve kaybetmiş bir aile benim ailem. Danslar, tangolar, radyo piyeslerine ağlamalar, arkası yarın'lar üzerine sohbetler... Bir ütopya yaşamışlar, ama ütopya duvara çarpmış. Benim babam o ütopyanın duvara çarptığını Özal'la anladı. Kemalizm'in kaybettiğini, Kemalizm'e gönülden bağlanan o samimi insanların kaybettiğini babamda gördüm. Babamla beraber ben de yenildim. Çünkü ben o tarihe ne, o insanların yenilmişliğine tanığım.

Cezmi Ersöz Kaybetmeye...

Cezmi Ersöz kaybetmeye mahkumdur. Kaybettikçe haz alıyorum. Mazoşizm değil bu. Benim ruhum böyle oluşmuş. Kaybetmek bana şiirsel bir tad veriyor. Ayağım kaydıkça, birileri tarafından kazandığım başarı elimden alındıkça ben kendime "Hah tamam şimdi sensin" diyorum. Ben kaybedince kazanıyorum. Kendimle buluşuyorum. Yenilgiyi öven birisi değilim. Ama bu kadar adaletsiz bir toplumda başarılı olmak bana "yanlış mı yaptım?" sorusunu sorduruyor. Bu soruyu sorunca kendime tezgah açıp, kendime çelme takıyorum. Bunu yapıyorum ki beni okuyan, yazılarımı seven insanlara biraz daha yaklaşayım, hiç olmazsa onlardan kopmayayım. Başarıyı küçümsememizin bir nedeni de bilinçaltımızdaki korku ile ilgili. Başarıyı istemiyor muyduk? Hem de çok. Biz zaten başarıya koşullandırılmış çocuklardık. Ancak öte yandan kazandığımız başarının tadını biraz olsun yaşayamadan, zenginlerin, iktidar sahiplerinin, güçlü insanların gelip hemen elimizden alacağını düşündüğümüzden, belki de bu acıyı hafifletmek için başarıyı küçümsedik. Kendi oyununu, kendi başarını gölgeleme isteği.

İnsanlara Bakıyorum...
İnsanlara bakıyorum, inanılmaz bir tutarlılık çizgisi izliyorlar. O insanlar kendi oyunlarını asla bozamazlar. Benim binlerce okurum var. Fakat hiçbir basın organı Cezmi Ersöz'den bahsetmiyor. Ben bunu kendim yaptım. 28 yaşımda egemen medyaya tavır aldım. Yani tabancayı masaya koydum, gemileri yaktım. Onlar da benim ve benim gibilerin onların hamurundan olmadığımızı anladılar. Bugün paraya ihtiyacım olur, anlaşma yaparım, üç gün sonra herşeyi yazar çeker giderim, ellerinde patlarım yani. Ciddi bir misyonun sahibiyiz bu anlamda.
Açık Konuşayım...
Bazı şeyler giderek netleşiyor. Eurogold bütün gazetelere tam sayfa, yarım sayfa ilanlar verdi. Açık konuşayım, Öküz ve Leman dergisi Eurogold'un ilanını alsaydı, ben bir daha oraya imzamı atmazdım. İnsan yazar arkadaşından da bu kadar dürüstlüğü bekliyor. Ama zaten holdingçiler bıçaklamadı bizi, en büyük darbeyi sağımızdan solumuzdan en yakın arkadaşlarımızdan yedik. Benim çok sevdiğim insanlar acı çekerek öldüler. Hayatlarını örnek aldığım, beslendiğim, gönül bağı kurduğum insanlar çok düşük maaşlarla, köşelerinde, hayattan istifa etmiş vaziyette çığlık çığlığa öldüler. Şimdi benim onların anılarına sadık olmak gibi bir misyonum var. Eğer ben Eurogold'un ilanını basan bir yerde yazarsam onlara haksızlık etmiş olurum. Bu dürüstlük anlayışına bugün aptallık gibi bakılıyor.

Tesadüfler ve Kaos
Tesadüfler, kaos...bizim hayatlarımızı birisi filme alsa kimse inanmaz. Absürd, akıldışı, tuhaf... Mesela ben pazarcılık yapıyordum. Mahmutpaşa'dan elbezi, havlu filan aldım. Pazarın en kötü yerindeyim, mafya var orada, yağmur yağıyor, havlular ıslandı. Bir baktım bir müşteri geldi. Aaa annem! "Kaça havlular?" dedi. Yarısını anneme sattım. Bir başka zaman salça aldım. 25 kg. salça. Getirirken elimi kesti, yağmur yağdı, vapura zor attım kendimi. Açtım, bozuk çıktı. Zarar ettim. Akla mantığa uyan yanı yok yani. Beyoğlu Rumeli Han'da dayımın yanında ofisboyluk yaptım. Bankaya para yatırır, vergi dairesine, defterdarlığa giderdim. Çay, dosya, sigorta bildirgesi taşıdığım yerlerde şimdi imza istiyorlar. Her şey akıldışı gelişti çünkü. Mantığı yoktu. Hiç bir şey planlanmamıştı. Yine de ben o rastlantılardan, büyülerden, esinlerden yanayım. Sait Faik'de sistem mi vardı? O rastlantılarla yaşayan bir insandı. Hayatlar onu çekerdi, insan yüzleri onu çekerdi, bakışlar, adını koyamayacağımız bir takım insan davranışları, içsezişler ve yoğun duyarlılıklar onu çekerdi. Ekollerin adı sonradan konulmuştur. Oğuz Atay'ı da bu nedenden çok seviyorum. Küçük memur ailesi, plan program yok, anlık duygular...



Eserleri

Kafka Market (Aykırı Yazılar, 1991)
Hayat Bir Emrin Var mı? (Deneme, 1993)
Şehirden Bir Çocuk Sevdin Yine (Şiir, 1993)
Haritanın Yırtılan Yeri (Röportajlar/Yazılar, 1994)
Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni (Deneme, 1994)
Son Yüzler (Röportajlar, 1994)
Saçlarının Kardeş Kokusu (Deneme, 1995)
Annelik Oyunu Bitti (Deneme, 1996)
Kırk Yılda Bir Gibisin (Yazılar, 1997)
Yok Karşılığı Yüzünün (Yazılar - Şiirler, 1997)
İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme (Öykü, 1999)
Bana Türkçe Bir Ekmek Ver (Öykü, 2000)
Sizofren Aşka Mektup (Mektuplar, 2001)
Yine Seninle Geldi Hayat (Deneme, 2002)
Açıkla Bana Bu Işığı (Deneme, 2003)
Hayallerini Yak Evi Isıt ( 2003)
Ölürsem Beni Seninle Ararlar Şimdi (Deneme, Kasım 2004)
Suçtur Umutsuzluğa Kapılmak (anlatı, Ocak 2004)
Zarfını Ben Açardım Sana Yazdığım Mektupların (Deneme - Mektup, 2005)
Derinliğine Kimse Sevgili Olamadı (Deneme, Şubat 2006)
Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk (Tiyatro 2007)
Açıkla Bana Bu Işığı (Otobiyografi 2007)
Hata Yaptıysam Aramızda Kalsın (Yol Öyküleri 2008)
 
KENDİNİ SAKLAMA ÇİÇEKLERİ






Biz aşk bahçemizi küçük tuttuk
seninle
içinde güvensizlik ağaçları,
küstüm otları
kendini saklama çiçekleri


Özlem kirlibir kan gibi yüreklerimizi boğmasın
yalnızlık karanllık bir orman gibi
çökmesin içimize diye
biz aşk bahçemizi küçük tuttuk seninle
Önümüzde dokunuşlardan uzak,
İnsafsız ve çok uzun bir kış var diye
koca bir yaz kendini saklama çiçeklerini
suladık durduk yalnızca

Biz aşk bahçemizi küçük
çok küçük tuttuk seninle...
 
BOŞLUĞUNU SOLUDUĞUN HAYAT



Öğrendiğin her şey,
susup arkanı döndüğün,
yenildiğini unutup,
güzelliğini sonuna dek yaktığın herşey
seni senden kurtarmıyorsa
ne anlamı var hayatının sana sevgili...
Masumiyetin kimi zulümden kurtardı, söylesene
Hem bu arzuda onun adı bile geçmez...
İstikbalin sıradan bir ayrıntı
bu telaşta
Ne yapsan göğsünde hayatına yabancı bir zaman
birikiyor...
Borçlu değildin ömrüne üstelik...
Ama ne yapsan boşluğa açılan
bir kapı oluyor hayat,
ne yapsan büyüyor o boşluk...
Ne yapsan suçlu değilsin,
sadece yerçekiminden muafsın...
O derin ıstırabınsa
seni hayata alışmaktan koruyor sadece...
Oysa bu bile umurunda değil...
Geleceğin ellerinde sıcaklığı üşüyen
bir mum sadece... Gördüm...
Geleceğin ellerine yapışan o soğukluk...
Durmadan ömrüne yapışan bu gerçeği soluyorsun sen...
Durmadan o aşkı soluyorsun...
Durmadan ciğerlerini yakan o büyük soğumayı...
 
AŞKTA YARIN YOKTUR SEVGİLİ

Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili.
O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır.
Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur.
Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar.
Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş,
anneler ve korkular yoktur.
Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili.
İnsan bir başka ışığa teslim olur...
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil,
içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir.
Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur.
Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.

Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın
hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de...
Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının
çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir
sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...

Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili,
kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı
hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye.
Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda,
gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri,
o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim.
Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...

Aşk çok eski bir şeydir sevgili.
Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer.
Sevdiğimiz insanların çocuklukları da...
Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer.
Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider,
hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...

İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır.
Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır...
Bazen denizler, kıyılar çeker insanı.
İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde
yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu.
Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara...
Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...

İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda
umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler,
kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının
korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...

Birazdan sabah olacak...
Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş,
anneler ve korkular başlayacak...
Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve
hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...

Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış.
Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını,
cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri
alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...

Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak.

Aşkta yarın yoktur sevgili...

Cezmi Ersöz


YÜZÜNÜ ARADIN SEN HEP

Yüzünü aradın sen hep
en çok sevmek isterken bile...
Bir bulsan yüzünü
bir bulsan insanlara dağıtılmış hasretini
İstediğin gibi sevecektin

Oysa utandın, utandın kendin oldukça
en çok severken bile
Sevdiğinin kişiliğine girdin bu yüzden
Ne söylesen hep eksik kaldı
Shaipsiz utancın gibi eksik kaldı

Delice sevmeyi istedin aslında sen hep
ama ne zaman böyle sevsen
deli sevgini senden çaldılar
Ne zaman söylesen sevgini, seni seninle böyle
yüzünü araken bıraktılar...

kıstın ateşini, küçülttün kanatlarını
çekildin en arka odana
Gölgelerini bıraktın pencerelere
Ah bu hayattan sana kalan
sadece deli sevgini özlemekti...
Sana kalan,
bu hayatta kendini delice özlemekti...

Cezmi Ersöz
 
Ellerinden utanıyorsun.

Benim umutlu olmaktan utandığım gibi...


Gösterişli bir vitrin gibisin.


Ağladığını bir tek sen biliyorsun


Ağladıkca daha da ışıldıyor sahipsiz güzelliğin.


Bense hep yoldayım. Evim hiç olmadı. Kaçıyorum...


Sahipsiz güzelliğin verdiği acıdan kaçıyorum.


Kaçmaktan kaçıyorum.


Hiçbir şey istemiyorum.


Belki utandığın ellerini sadece...


Ellerin vitrinin dışında, nasıl da masum sıcak.


Alışmamışım mutlu olmaya ben,


Ellerini vitrine koyup, kendimden kaçıyorum








Sevgi en solgun mevsiminden

Geçiyor belki de


Ve biterken bir kahramanlık çağı


Bu kanlı operayı seyrettiğim


Alevlerle gölgelenmiş aynadan


Kendime tutkun ayrılıyorum.




Loş ışıkların altında


Birbirlerine kırık dökük


Aşk öyküleri anlatan


.......mesihlerden geçerken...




Bu artık son kez dokunuşum


Akşamın parmak uçlarına.




Ey uyumlu şizofrenler


Hüzünlü benciller


Bağışlayın bana bu akşamı...




Kimsesiz çocukların gözlerinde


Seyrettiğim bu akşamı.




Birkaç randevu için beklettiğim intiharım


Ve umudun kan kıyısından gelen kadın


İçin bağışlayın.




O esirgeyen gülüşü ve köpüklü eşarbıyla


Gelirdi çünkü


Umudun kan kıyısından gelirdi.




Ve artık cüzzamlı çocukların yüzlerini


Okşayan elleri


Savruk yılların soldurduğu bedenime


Dokunsa kaygılanmazdı...




Sevgi en solgun mevsiminden


Geçiyor belki de


Günkü dönemem bir sokak köpeği gibi


Zehirlediğim yalnızlığıma...




Ve karşılıksız acılarda boğulurken gülüşüm


Beni sana gittikçe bağlayan utancına sakla


Hüznünü,


Bana çirkinliğimden ve tarihimden uzak


Bir ölüm getir...


Özentisiz ve kendine hayran olmayan


Bir ölüm


Gözlerin ve sesin kadar kesin olan


Bir ölüm...




En solgun mevsiminden geçiyor sevgi


Unut beni unut, belki de terk ettiğin son


Cehennemdir bu.




Ve akşam... yoksul anıları aydınlatırken


Ansızın sesine vurulan kör bir kemancı


Kadar


İnce ve dokunaklı olan bu akşam


Başka kıyılarda güneşlenen bir


Alacakaranlık olsam da


Savruk yılların soldurduğu bedenime dokun




Sesini bağışla bana


Dağılan hayatıma bu akşamı bağışla
 
Burası Bir Dünya

Burası bir dünya… Burası kalabalık bir meyhane. Burada erkekler çoğunlukta. Umutsuzluk da öyle…



Birileri camları kırıyor. Dışarıya bakıyor bir adam. Sokağa, geceye bakıyor… Öldüğüne bir türlü inanmak istemediği sevgilisine bakar gibi bakıyor hayata… Öyle bir bakıyor ki sevmeye hak kazanmak için bile savaşmak gerekiyor, gecikince insan ömür boyu ölü bir sevgiliyi kollarından taşımaya mecbur kalıyor, der gibi bakıyor… Karşı köşedeki eski duvara vuran sarı ışığı seyrediyor iki adam. Sanki suçlu, sanki yasak bir sevişme yaşıyorlarmış gibi mahcup ama yine de hiç konuşmadan seyrediyorlar duvardaki o sarı ışığı.



Bu gece bana gelmeni istiyorum ya da sana gelmeyi ama telefonun kapalı. Böyle anlarda hep tasavvufa sarılırım ben. Sabrın yüceliğine… Telefonun kapalı, derken o eski duvardaki sarı ışığı seyreden adamlara bakıyorum bir yandan… Bilmiyorum, boşuna bekliyorum bu telefonun önünde, burada, bu dünyada ama olsun, yine de ümitsizce seviyorum seni…


Umudum olsaydı, inansaydım bu hayata ve insana ve sana önünde tükenmek isterdim, önünde veda ederdim bütün bildiklerime, herkesin bilip tanıdığı kendime… Ben okullarda okurken, yine de hep böyleydim, sevmezdim herkesin yaptığı şeyi. Sevmezdim müsamereleri. Çabucak biten sınırlı okul gezilerini… Oysa görüp göreceğimiz en güzel yerdi dünya ama bu dünyanın geçerli yasalarına göre en büyük suçum bunun farkına varmak, okullarda ve her yerde… Sadece bu bile yetmişti hasta olmamama. Yetmişti bu zaten sıra dışı ve güvenilmez sayılmama… Beni hasta, beni sıra dışı, beni güvenilmez kılan bu yanım yüzümden tatmadığım acı kalmamıştır… Tatmadığım kuşku ve belirsizlik…



Bir gökyüzüne bakıyorum, bir hayata, bir insanlara… Dikkatim dağınıktı bu yüzden hep. Böyle olmaması gerek, bu yanlış hayat, diyordum acemi sesimle, çocuk sesimle… Yaşadıklarımı anlıyordum ama tecrübe dedikleri o şey bir türlü oluşmuyordu bende… Etraftakiler öyle öfkesiz, öyle dikkatliydiler ki onca yıl boşuna yaşadığımı hissettiriyorlardı sanki bana. Konuşmak soyunmaktı benim için. Anladım bunu, anladım. Kendim olduğum ve yaşadıkça tecrübe edemediğim, onca yıl boyunca kendimi dünyanın en soğuk gölgelerinin arkasında gizlemediğim için üşüdüm hep ve hiç olmadık zamanlarda utandırıldım tecrübesiz kendimden…



İşte bu yüzden, yıllarca kendimi sevmem için birine muhtaç oldum ben hep. Kendimi sevmem, hayatın aynılığını değiştirebilmem ve yeni bir başlangıç yapabilmem için, hep birini kendimden çok sevmem, bu yüzden ona ümitsizce bağlanmam ve onun bana acı çektirmesi gerekiyordu, birine eksilmeden tutku duymam için de onun beni üzmesi gerekiyordu. Öyle çok utandırmışlar, beni benimle öyle çok karşı karşıya bırakmışlar ki benim kendimi sevmem için, beni benden kopartan, yolumu şaşırtan, bana anlamsızca acı çektiren birine bağlanmam gerekiyordu…



İşte, böylesin sen de!.. Beni benden kopardın, asıl gitmem gereken yeri, yöneleceğim yeri unutturdun bana. Belki de en çok bu yüzden bağlandım sana. Evet, ölecek kadar acı çekiyorum şu an ama bir taraftan bu acının ne denli anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorum ve yine de engel olamıyorum bu acıya. Belki de engel olmak istemiyorum. Bu boşluktan beni kurtardığın için her şeyi yapma hakkını tanıdın kendine. Bana da seni anlamanın, tanımanın o büyük yolculuğu, o büyük gizemi düştü…



Kendimi unuttum, senin peşine düştüm!..



Her şey sevişmek değildir, her şey ten değildir… Çünkü bir yanın hazzın arzularının yanında koşarken, bir yerinde giderek derinleşen o boşlukta savaşıyor, senin, aşk, dediğin o boşluğu kapatmak, mümkünse unutmak istemek değildir… Biliyor olmalısın…



Bak bunu ben en çok kendime söylüyorum bir gün hazzın ve arzuların biterse, anlatmak isterim sana; neden, en çok boşluğumuzdan kaçmak için âşık olmak istediğimizi…



Hatırla; ne olur, hatırla! Kimden neden kaçtığını hatırla!.. Kendimizden, yanı başımıza büyüyen boşluklardan kaçtığımız sürece gidecek bir yer yok aslında, anla!.. Ve bu yüzden hiçbir şey ifade etmiyor bana, hiçbir şey… Ne olur, yıllardır beni benimle karşı karşıya getiren, beni benden kopartan insanların diliyle konuşma bu kadar, herkes gibi olma; klasik olma! Sen farklısın, biliyorum… Bunu biliyorum; bunu sen de biliyorsun… Hem de benden daha çok! Beni senden ayıran tek bir şey var oysa, tek bir şey; seni ümitsizce sevmem! Senin gibi, tarafımdan ümitsizce sevilmen, bunun dışında öyle çok benziyoruz ki git, gidebildiğin; kaç, kaçabildiğin yere!..



Seni ümitsizce sevdiğim için, ne olur, kızma; ne olur, gücenme bana!.. Bunu çok istedim. Benim yerimde sen de olabilirdin… Kıskanırdım seni en fazla! Ama kızmazdım; anlardım, hak verirdim, gücenmezdim…



Sürekli mağdur üretiyor bu hayat, sürekli yoksul, sürekli köle… Biri efendi, öbürü köle olmazsa, aşk bile olmuyor bu hayatta; ne olur, kızma bana!.. Biliyor musun, ümitsizce sevdiğim için seni, daha iyi anladım bu hayatı ben. Bu imkânsız aşk; bana insanları ve hayatı daha iyi tanıttı… Bu ümitsiz âşk; senin aslında ne denli yalnız ve ne kadar çaresiz olduğunu gösterdi bana…



Bu yüzden kabullendim işte; seni efendi yapan, seni değerlendiren kopartan, etrafındaki o kadar insana rağmen seni yapayalnız kılan bu aşkın kölesi olmayı kabullendim!


Cezmi Ersöz
 
Melankoli Köpekleri


Ben seni, sen doğmadan önce sevdim, sevgili!..


Hücreme sızan mor bir ışık gibiydi sevgin.



Şimdi yoksun, şimdi uzaktan melankoli köpeklerinin sesleri geliyor...



Nasıl, delice çarpıyor yüreğim... Yokluğunun kederi, nasıl da aptalca bir yaşama sevinci veriyor bana...


Oysa yoksun, oysa mor bir ışıktan başka hiçbir şey yok hayat denen hücremde... Ve senden başka bir şey yok içimde...



Çünkü ben seni, sen doğmadan önce sevdim, sevgili!..



Günlerdir, ölümümle sevişiyor sabahlarım... Günlerdir, uyumuyorum. Sabahlara dek dolaşıyorum orada burada... Kimseyle bir derdim yok, sadece iyi kalpli, okumuş, acemi bir serseriyim ben... Kibar bir aylaktan başka bir şey değilim, bu koca kentte...



Ve sen sevgili, haksızlık yaptın bana... Haksızlık yaparak, bu şehri, bu sokaktaki mor ışığı bir kez daha bağışladın bana. Haksızlık yaparak, bana hayatımı yeniden bağışladın...



Biliyor musun, aslında istedim bu haksızlığı ben. Gidecek bir yerim var ya da yok ama biliyor musun, ben seni doğmadan önce sevmeye başladım sevgili...



Ben, sen daha dünya yokken bile, seni yanımda taşıdım.



Nereye gitsem, seni yanımda götürdüm. Sen daha yokken bile...



Mesela sabaha karşı, güneş doğarken dostlar beni bir dağın tepesine çıkartırlardı. Oradan aşağıdaki kanın kederinden süzülen o masmavi denize ve hayatımıza benzeyen dalgalara bakarken, içim ömrümüze benzeyen dalgalar gibi kabarıp inip kalkarken, yüzümü sana doğru çevirir, öyle bakardım gökyüzüne, denize, sana, hayatımıza...



Sen daha yokken, nereye gitsem, sana doğru bakardım ben...



Ne kadar çırpınsa da bir gün anlar bizim gibi bir insan; çok sıradan, çok basit bir şeymiş gibi kaybetmiş olduğunu ve tutunamayacağını, daha doğrusu tutunmak istemediğini, elbet bir gün anlar.



Bunu anladığım an biraz kederlendim ben, ama inan, hiç üzülmedim. Hiç yazıklanmadım. Çünkü böyle olması gerekiyordu. Çünkü kaybedenlerle, kazananların arasını ayıran sınırı aşınca, kederimi benden alacaklardı, biliyordum...



Sınırı aşınca, benden kendime ihanet etmemi isteyeceklerdir...



İstemedim ama en çok bir tek şey için istemedim. O kederimin içinde, sen vardın, sevgili!..



Seni yitirmemek için kederime sarıldım.



Ben, sen daha dünyada yokken, senin için seve seve kaybedenlerin yanında olmayı benimsedim... Ben seni, sen daha doğmadan önce sevdiğim için, böyle olması gerekiyordu çünkü...



Ben, bir mevsim sefil, bir mevsim dertli, bir mevsim şeytan, bir mevsim derviş olmayı, senin için seçtim, sevgili!..



Bizi yok etmek isteyenlerle aramızdaki uçurum derinleşince, gözlerim kamaşır, yaralarım tatlı bir acıyla kanardı...



Görünüyordu, açık açık yarınımızı çalıyorlardı bizden; işte en çok bu yüzden yarınları çalınan hayatımızı daha çok seviyordum. Bizi evlerinden sokağa atıyorlardı ama sokakların çamuru, o çamurlardaki ışık daha güzel göz kırpıyordu sana ve hayatımıza...



İşte ben, böyle, sen daha dünyada yokken bile senin adına konuşuyordum. Senin sevgilerin, kaybedişlerin, içindeki ürperişler hakkında konuşuyordum...



Biliyor musun, senin benden ayrı bir varlık oluşun, hayatı tanımaktan, bizim gibilerin hep kaybedecek oluşundan daha ağır geliyordu bana...



Oysa doğal olanı buydu. Hem, herkes kendi adına yaşar, kendi adına ölürdü. Doğal olanı buydu. Ama buna hiç inanmak istemedim: Hayatla en büyük çelişkim bu oldu. Senin ayrı bir varlık oluşun koydu en çok bana... Senin, bensiz öleceğin... Senin bensiz zevk aldığın, alacağın... Ve en çok, senin bunu doğrulaman incitti beni...



Haksızlık ettin bana, sevgili!.. Benden ayrı bir insan, bir varlık olduğunu söyleyerek haksızlık ettin bana.



Bunu öğrendikten sonra, uzun ve kötü yolculuklara çıktım sık sık... Kış günleri soğuk avlularda yıkandım. Kaba kirli örtülerin üzerinde uyudum.


Bunu öğrendikten sonra, ölesiye içtim. Ekşi narlar yedim. Yangın yerlerinde yarasalara küfrettim... Bunu öğrendikten sonra, bana artık ağırlık veren kanatlarımı kırdım, kırdım... Sonra yeniden ağlayarak okşadım onları...



Sonra alıp başımı unutulmuş kasabalara, uzak şehirlere gittim. Bizim çocukları görmeye...



Öyle güzel çocuklardı ki, üzerime sinmiş o büyük kentin zehrini değil, kalbimdeki çocuk devrimi gördüler en çok. O çocuk öfkeyi... Beni yedi kapıdan geçirdiler. Beni uzun ve güneşli bir sofranın en başına oturttular... Ben onlara Denizleri, Mahirleri anlattım. Ben onlara, hücrelerinde kendilerini yakan Dörtler’i anlattım... Kapıları, silahlı kardeşlerimiz tuttu. Polisler, bunu bildikleri halde yanımıza gelemiyordu korkularından...



Hepimiz o masada, Denizleri, Mahirleri konuşarak hayatımıza son verecek, ya da her şeye yeniden başlayacak duruma sokardık kendimizi... Biz solgun yaralarımızı kanatarak yüceltirken, hayatın o mor ışığı beyaz saçlarımızı okşardı... Uzaktan melankoli köpeklerinin sesleri gelirdi...



Ama ben oradaki herkesten bencildim. Çünkü ben hepsinden daha çok seni severdim. Çünkü ben seni, daha sen doğmadan önce severdim, sevgili!..



Her şeyi, ne yaşarsam her şeyi, önce senin ışığından geçirirdim... Ne yaşarsam, beni görebileceğin yere yüzümü döner, hayalimde olduğun yere, ışığına bakarak konuşur dururdum... Nerede olursam olayım, mutlaka beni göreceğin bir yere oturur, bütün varlığımla senin bana baktığın yere bakardım...



Çünkü ben seni, sen doğmadan önce sevdim, sevgili!..



Bugün bir adam tanıdım. Koca bir dükkânı vardı. Bir şeyler satın aldım ondan. Sonra yüzüne baktım, anladım, parayı seviyordu... Ama adam, o koca dükkânında güvercinler besliyordu... Hem parayı, hem güvercinleri seven bir adamdı bu... Tıpkı, bu hayat gibi bir adamdı... İçindeki kötülüğün yasını güvercinleriyle paylaşıyordu...



Sonra diğer insanlara baktım.



Herkes böyleydi aslında, herkes içindeki kötülüğün yasını paylaşacak birisini bulmuştu...



İşte o zaman anladım ki herkes farkında kendisinin; herkes farkında yasını tutacak kimse olmayınca, kimsesiz olduğunun... Herkes farkındaydı aslında, herkesten daha çok kimsesiz olduğunun...



Biliyor musun sevgili, insan bunu anlayınca, herkesin herkesten daha kimsesiz olduğunu anlayınca kimseye öfke duyamıyor. Kederiyle kalakalıyor orada, öylece...



En çok sevdiğim sendin. Sen de beni, bu hayatla aldattın. Bu hayatın içinde kimsesiz olduğunu bile bilmeyen biriyle aldattın...


Sonra kalktın, beni onunla kıyasladın... Hem parayı, hem güvercinleri seven o adam gibi olmayı seçtin... Kendin olmak zor geldi sana. Birilerine benzemeye çalıştın...



Ben, yine de vazgeçmedim seni sevmekten. Eskisi gibi değil ama. Biraz buruk, biraz küs, biraz sitemkâr seviyorum artık seni... Dudaklarımı ısırıyorum artık adın geçince. Kavga falan çıkarıyorum. Eskisi gibi sakin değilim ama olsun.



Dostlarım beni yine sabaha karşı dağların tepesine çıkartıyor. Oradan, o yükseklikten yine denize bakıyorum, hırçın dalgalara, sana, hayatımıza... Sonra duramıyorum seni sevdiğim bu kentte; anla, anla biraz... unutulmuş kasabalara, uzak şehirlere gidiyorum...



Kış günleri soğuk avlularda yıkanıyorum. Kaba, kirli örtülerin üzerinde uyuyorum... Sonra, ölesiye ağlıyorum... Ekşi narlar yiyorum...



Yangın yerlerinde yarasalara küfrediyorum. Sonra bana ağırlık veren kanatlarımı kırıyorum, kırıyorum; sonra ağlayarak kırdığım kanatlarımı okşuyorum.



Beni yine yedi kapıdan geçiriyor dostlar. Uzun ve solgun bir güneşin sofrasına oturtuyorlar, ben onlara Denizleri, Mahirleri, hücrelerinde kendilerini yakan Dörtler’i anlatıyorum... Sonra yine yüzümü, gövdemi, senin olduğun yere çeviriyorum, ama öfkeyle, ama dudaklarımı kanatarak bakıyorum öylece, boşluğuna bakıyorum...


Ama ne olur üzülme bu halime... Ben hem güvercinleri, hem parayı aynı anda sevmem sevgili...


Çünkü ben hayatıma hücremin bu mor ışığında başladım... Ben hayatıma senin sevginle başladım...


Ne kadar acı çeksem de kimseyle değişmem kendimi... Değişmem kederimi, kimsesiz birinin kederiyle... Kederimde, sen varsın... Kederimde senin kimsesizliğin var... Kederimizde masumiyetinin ardında gizlenmiş kölülüğün var. Ona engel olmak istemiyorsun, engel olmadığın bu kötülüğün sana büyük bir ıstırap veriyor...


Kederimde, içindeki kötülükten duyduğun ıstırap var... Öyle çok yaşattım ki seni içimde, işte yıllar sonra sana dönüştüm... Ne varsa sende, insana, hayata, yalnızlığa dair; bende de var...



Sana baktığım yerde sen olmasan bile, orada boşluğun bile olsa, ben bakarım yine oraya...


Senden başka kimsem yok benim... Çünkü ben seni, sen doğmadan önce sevdim, sevgili!..


Cezmi Ersöz
 
BENİ HEP GÖRDÜKLERİ GİBİ SANDILAR


Hem herkes gitti. Evde yapayalnızım şimdi.

Artık iyi anladım, kimselere benzemiyorum. Bu beni ürpertiyor, ama yalnızlığımla iyiyim yine de...

Günlerdir öyle çok kaçmışım ki kendimden, içimle konuşmayı unutmuşum. Unutmak değil aslında bu, bir yorgunluk; bir tür bitkin düşme. Yaşamaktan, herkesten biri gibi olmaya çalışmaktan bitkin düşme bu... Mutlu gözükmeye uğraşmaktan... Her şey yolundaymış gibi yapmaktan bitkin düşme...
Evim doldu boşaldı bu yaz. Ama sonunda herkes gitti. Ve gidenlerin çoğu
beni gördükleri kadar sandılar. Onların bunda bir suçu yok aslında, öylesine yorgunum ki, kimseyi suçlayamam artık. Hem ben böyle olmasını istedim. Çünkü yorulmuştum kendimden. Yorulmuştum kimselere benzemezliğimden... Hem kime neyi kanıtlayacaktım ki. Birbirimiz için kısa, keyifli, ama önemsiz birer molaydık artık... Gece konuştuklarımızın gündüzleri hiç hükmü yoktu. Para ve zorunluluklar bizi gündüzleri tanınmaz hale getiriyordu. Bıçak gibi kesiliyordu geceyle gündüz. Ekonominin güçlü ve değişmez yasaları o azıcık kalmış, o zavallı özgürlük düşlerimizi durmaksızın aşağılıyordu... Bugün tanıdığımızı sandığımız biri, yarın hiç tanınmaz hale geliyordu... Ama hiç...
Üstelik ne kadar istese de kimse kimseyi gerçekten tanıyamazdı artık. Oysa herkes içiçeydi yine de... Dipdibeydi. Gürültü, bağırış çağırış içinde. Ama yine de birbirinden çok uzaktaydı herkes. Tek bile değil, yalnız bile değil. Hiçkimse bile değil. Korkak, bencil, zavallı, hesapçı tetikte... Ve uzaktaydılar. Uzaktan, onca yitiriş içinde yine de onu nasıl biliyorsa, işte o kayıp sevgiyi, işte o neyse ve ne için, peki öyle diyelim, kırmayalım kimseyi, sevgilerini diyelim, işte onu veremiyorlardı... Ama öylesine uzaktaydılar ki, artık bir sevgileri olup olmadığını bilemeyecek kadar. Belki de olup olmadığını bilemedikleri sevgilerini vermemek için kendilerinden uzağa atmışlardı kendilerini... Bu yüzden sevmedikleri ve sevilmedikleri için ölmekten delice korkuyorlardı... Ama en çok sevemedikleri için... Böyle söyleyelim, kırmayalım kimseyi, sevgiyi kırsak bile!..
Ama kendini yitirmek pahasına ve ondan daha çok, amansızca kazanmak istiyordu herkes. Ve kazandıklarından emin olduktan sonra sevgilerini vermeyi hesaplıyorlardı. Evet, dünya ve insan buydu. Sevgiyi vermek bile bir hesap kitap işiydi artık... Kazandıktan sonra konuşulacak bir zamanlama işi. Herşey bir yasaya bağlanıyordu. Sevgi de, özgürlük de hep bir yasaya bağlanıyordu; sevginin ve özgürlüğün aşılmaz sınırları vardı.
Her sabah insanlar uyanır uyanmaz ilk iş bunu öğreniyorlardı. Bugün sevgiye ne kadar özgürlük tanınmış, bugün özgürlüğe ne kadar sevgi tanınmış... Sınırlarını zihnine kazıyor, bu yasaları ezberliyor ve ona göre hareket ediyorlardı...
Sahi neyi arıyorum, bekliyorum bu insanların arasında. Onlara benzeyip, aralarında kaybolup gitmeyi mi. Sahi ne bekliyorum? Yaşamın katı kurallarını kabul edip, susmayı ve oynamayı mı tercih etmeliyim yoksa...
Sahi neden herkesten biri gibi olmayı oynuyorum ben... Sevilmek için mi? Hiç olmayacak bir şey için, sevilmek için; evet, belki de.
Ama beni kimse gerçekten tanımıyor ki.. Tanımadıkları birini nasıl gerçekten sevecekler. Beni tanıyıp sevmeleri mümkün mü?
Kimin buna zamanı var... Hem herşey bunca planlıyken... Gündüzlerin o değişmez, o korkunç yasaları geceleri kurduğumuz o küçük özgürlük düşlerimizle bile alay ederken...
Peki, beni gerçekten tanıyan birinin beni sevmesi mümkün mü, herşeyimle?.. İmkansız değil, ama olsaydı, kesin lanetlenirdik birlikte. Bizi kimseler arasın almazdı. Toplum dışı olurduk. Ama müthiş bir aşk olur. Ve bizi en çok ölüm severdi. En çok ölüm kollardı. Güzel olurdu ve en çok ölüm okşardı saçlarımızı...
Ama yok, olmadı böyle bir şey. Çünkü önce varolabilmem gerekli, varolabilmem için lanetlenmem; ama bunun için hep birini beklediğimi biliyorum. Varolabilmek için bile birine ihtiyaç duyuyorum çünkü. Bu benim en büyük trajedim, derin eksikliğim... Evet varolmak, bu yüzden kaçınılmaz olarak lanetlenmek istiyorum, ama bunun için mutlaka birisine ihtiyaç duyuyorum. Bir yoldaşa, bir sevgiliye, bir yoldaş sevgiliye...
Oysa varoluş yolculuğuna tek başıma çıkmam gerekir. Çıldırmayı, yok edilmeyi, ya da kendimi yok etmeyi göze almam... Hem de yanımda hiç kimseler yokken...
İşte belki ancak bundan sonra, benim gibi varoluş yolculuğuna çıkmış, çıldırmayı, lanetlenmeyi, yok edilmeyi, ya da kendini yok etmeyi göze almış biriyle yoldaş sevgili olabilirim...
Oysa gizlice görüyorum kendimi. Gizlice ve acıtarak izliyorum yaptığım herşeyi. Korkuyorum oysa, deliler gibi korkuyorum lanetlenmekten. Dışlanmaktan... Ne kadar karşı çıksam da toplumda saygın bir yerim olsun istiyorum. Saygınlık için uğraşanlardan ne kadar nefret etsem de bu böyle. Hep yalnız kalacağım, bunu iyi biliyorum; ama az da olsa biraz gücüm olsun, beni yok edemedikleri bir yerde olayım, işte o zaman, bütün mazlumlar ve ezilenler, üzüldüğüm ve ezilen kendim gibiler için savaşırım diyorum. Ancak o zaman, ama şimdi, beni farkedip, yoketmesinler istiyorum. Onlarla hesaplaşmaya hazır olduğum güne kadar bana izin versinler... Bunu beni yoketmek isteyenlerden diliyorum. İşte kendimi böyle aldatıyorum. Ve bu ana kadar, onlarla hesaplaşacak gücü elde edene kadar, razıyım kendimden uzak olmaya, kendimi sayıklamaya, razıyım varolmamaya, yeter ki beni yok etmesinler, dışlamasınlar, razıyım sanki herkesten biri gibi görünmeye... Razıyım sanki kendimi sayıklamaya... Sayıklar gibi yaşamaya... İşte kendimi böyle aldatıyorum.
Mevsimler hızla geçiyor oysa. Geçsin, aslında istiyorum bunu. Kendim olmadan geçen bütün mevsimler geçsin istiyorum. Dün yazı özlüyordum. Öğrenilmiş bir çaresizlikle şimdi kış gelsin istiyorum. Acılar ve yoksulluk biraz daha artacak, biliyorum...
Belki bizim buralarda evsiz, kimsesiz birkaç şarapçı daha ölecek çok soğuk havalarda. Ve ben çadırlarda yaşamak zorunda kalan insanları utanarak düşüneceğim başımı pencereme dayayıp... Ama sonunda hiçbir şey değişmeyecek... sonuçta yine yaşlı bir kurt gibi yalnızlıktan ve kimsesizlikten parlayacak yollarda gözlerim. Yine sonsuz bir açlık ve merakla bakacağım yanımdan gelip geçen insanlara... Yine yollarda yürürken, insanlarla gözgöze gelirken garip bir suçluluk duygusu, yapışkan bir kibir, iyileşmesi mümkün olmayan bir çekingenlik duyacağım.
Yine sırf konuşuyor olmak için, içimden hiç gelmeyen, aslında hiç merak etmediğim şeyler soracağım karşılaştığım insanlara. Yine onlar bana cevabını çok önceden bildiğim şeyler söyleyecekler. Yine ben sırf konuşmak için konuştuğum, cevabını bildiğim şeyler sorduğum için küçümseyeceğim kendimi... Bu hep böyle olacak...
Çünkü biliyorum, varolamadığım için zayıfım. Belki de beni benden kopartanlar kadar güçsüzüm, korkağım ve muhtacım beni benden kopartan insanlara bile...
Ne yazık ki muhtacım kendimi hiç olmadığım, hiç hissetmediğim gibi göstermeye...
Oysa çoktan anladım, dilsizim ben. Bu yüzden çok konuşuyor ve durmaksızın yazıyorum. Dilsizliğim anlaşılmasın diye her soruyu daha sorulmadan cevaplıyorum...
Ve kendim gibi bir dilsizi özlüyorum çaresizce. Mükemmeli oynayan. Herkes gibi biri olmaya çalışan. Onu kendisinden kopartanlara bile saygıda kusur etmeyen bir dilsizi.
Kimse kendisini incitip, küçümsemesin diye kendisini sayıklayan bir dilsizi...
Herşeyi bilip de hiçbir şey yapamayan, en fazla evine kapanıp, bir süre kimseleri aramayan, ama, yine de onu kendisinden kopartanlara muhtaç olup, aramak zorunda kalan birini...
Aradığım insan bana benziyorsa, benim gibiyse eğer, yorulmuşsa kendisini sayıklamaktan, o da benim gibi muhtaçsa varolmak için kendi gibi birini bulmaya, o zaman bağışlamasın istiyorum hiçbir yalanımı, bütün dengelerimi birer birer bozsun, kınasın, yerin dibine batırsın beni, küçümsesin, yüzüme vursun istiyorum bütün zaaflarımı.
Ben de, ben de aynı şeyi yapmalıyım ona.
Birbirimizi bulmuşken yitirmek pahasına hem de. Tek başımıza varolamayışımızın acısını birbirimizden çıkarmak pahasına... Ama biliyorum onun elinden gelmez kimseyi kırmak. Hele kendisine benzeyen birini hiç... Çünkü bilir benim gibi o da, en büyük acıyı ve kırgınlığı o yıllardır aradığı, ona en çok benzeyen insanın yaşatacağını... Bilir bunu, ama yine de engel olamaz kendisine... Öylesine bıkmış, öylesine tükenmiştir ki onu kendisinden kopartanlardan; ama madem o da benim gibi bir başına varolamıyor, en büyük yıkımın kendi gibi birinden gelmesini ister. Tek başına varolmayan, kendisini özlemekten bıkmış birinden gelsin ister... tıpkı benim gibi... Yalnızlığı gibi sever, ürperişi gibi sever onu. Saçını gerçek bir sevgiyle okşayan ölümü gibi... Korkup da veremediği sevgisinin hayaleti gibi...
Bilmek istemez, uğruna ölümü bile göze aldığı bu insandan bile aslında ayrı ve farklı bir insan olduğunu bilmek istemez...
Bu hayatta insana en büyük yıkımın, en güvendiği ve herkesten çok inandığını sandığı insandan geldiğini bilse bile, bilmezden gelir... Çünkü içinde yıllardır taşıdığı o karanlık gizi, o da taşır... Ve herkesten çok onlar iyi bilir bu karanlık gizi taşıdıklarını...
Hem o da benim gibidir, bilirim; kimi en çok kaybetmekten korksa, onu o anda yitirmeye başladığını anlamıştır hep...
Herkes gitti... Yaz da bitti. Evde yapayalnızım şimdi... anladım kimselere benzemiyorum ben. Ve ezilmiş, küçümsenmiş sevgimle başbaşa kaldım yine. Tıpkı onun gibi.,

17.haziran.2005 Cezmi Ersöz
 
Seninle aynı şeyleri özlüyoruz aslında…

Sıradan şeyler. Basit, zarif, anlaşılır...
Kıyıları özlüyoruz, mesela. Ve kıyıda kalbimiz gibi bir evi...
Ve orada bize benzeyen insanlarla bir arada yaşamak istiyoruz.
Çocuklar, bize boyun eğen bir doğa ve yavaşlatılmış bir hayat istiyoruz.
Her şey açık olsun ve hayat içimizden aksın ama yine de bize pek zarar vermesin istiyoruz...
İyi insanlar olmak istiyoruz. İyi... Bir sarmaşık gibi birbirimize sarılıp sonsuza dek kopmamak istiyoruz.
Oysa özlemek başka; kim olduğumuz ve neyi istediğimiz başka...
Ve bu oyunu önce ben bozdum.
Sen de bozabilirdin...
Özlemlerini seni sıkan terli bir gömlek gibi üzerinden çıkarıp bir bilinmezliğe doğru alıp başını gidebilirdin...
Önce ben çıkmak istedim yola. Bitişi değildi bu, sana duyduğum sevginin. Bu, sonu değildi içimdeki aşkın...
Bu yüzden, sen şimdi vazgeçtin kendi yolculuklarından; vazgeçtin, ruhunun gurbetinden dönmekten... Vazgeçtin, kendinden...
Ve sen şimdi her şeyi bile bile, beni bu hayata çağırıyorsun.
Özlemlerimize yer açmaya çalıştığımız, bu bilinmez, bu yalancı topraklara...
Beni yitirmemek için kendinden vazgeçiyorsun. Kendine dönmekten...
Sevgin, kendinden daha önemli. Sevgin, bugüne dek ertelediğin bütün yolculuklarından daha önemli... Bana duyduğun aşk için hep anlaşılır olmaya, hep iyi olmaya çalışıyorsun.
Bense, iyi ve anlaşılır olmak istemiyorum...
Belki de haklısın! Ben iyileşmek istemiyorum.
Hayat... İnsanlar... Bu dünya, pek inanmadığın halde senin söylediğin gibidir belki de... Babalar çocuklarını seviyordur. Kadınlar eşlerine sevgiyle bağlıdırlar. Otobüste yaşlı insanlara yer veriliyordur. İşçiler çalışkan, esnaf dürüsttür. Mevsimler iyi huylu, insanlar yardımseverdir. Geceleri aşk koruyordur şehirleri...
Ve en önemlisi, sen beni katıksız seviyorsundur...
Oysa, bilmiyor değilim ben bunları. Hayatın içindeyken, hayatı mahcup bir özlemle özlerim çünkü. Şükran duyarım ona ama yine de eksiğimdir ondan; belki de biraz fazla. Her şey hazırdır. Avuçlarımdadır özlediğim her şey ama yine de beni çağıran sese giderim ben.
Giderim, kendime... Onca emek, onca çile sonunda, bana sunulan her şeyi, istesem de istemesem de elimin tersiyle, iter giderim, artık ertelemek istemediğim yolculuklarıma...
Giderim, sonunda. Ulaşmak için çırpındığım, bu yüzden kendimi kınadığım her şey silinip gider; kendimle çırılçıplak kalırım orada...
Buymuş, derim; buymuş, işte, aradığım! Bu tarifsiz acı, bu tarifsiz çözümsüzlük. Bu saf hasret...
Ve orada yıkarım yüzümü, ağlayışımı gizleyen o karanlık sularla.
Yıkarım yüzümü, kaybetmenin, o deli, o çıplak sevinciyle...
İyi ki derim, iyi ki kaçıp gelmişim buralara... İyi ki burada kendimle baş başa yaralarıma bakmışım...
Oysa çok geldim, bu karanlık ve dost denizin önüne. Çok yalvardım ona. Ona, bu susuzluğun ne olduğunu bilmediğini söyledim. Korkusuzca açtım önünde varlığımı...
Yalvardım. Küfrettim. Haykırdım. Arındım.
Sınırlarımı aşmak istercesine hayatı ve bütün iyiliklerini, hayatı ve bütün kötülüklerini ve çözümsüzlüklerini ona şikâyet ettim.
Hayatı ve bütün aşklarını; sevgilerini...
Gözyaşlarımı karanlık denizin tuzuyla seviştirirken, o an hayatta olmaktan derin bir haz duyarken ama aynı anda yok olmanın sınırında gezinmenin kirli gururuyla, varlığımı ona şikâyet ettim.
Umutlarımı, aşklarımı ve özlemlerimi ona şikâyet ettim...
Anladım, sevgili!.. Anladım... Kendimi ve bana ait olan her şeyi şikâyet ettiğim bu karanlık denizin önünde. Anlam, özlediğim her şey, beni benden kparıyordu
Anladım, sevgili!.. Ben iyileşmek istemiyorum...
İnan, hayatın, insanların iyi olup olmaması beni zerrece ilgilendirmiyor bu anda.
Kimse sorumlu değil. Suçlu yok. Böyleyim ben...
Sevgisiz, bencil biri değilim. Bunu en çok senin bilmen gerek.
Evet, aşkı çok arzuladım.
Girdim, çıplak ayakla onun topraklarına. Büyülendim ve sustum...
Ve ben aşkı özlerken, o, beni benden kopardı...
Aşk, ben bu hayattan kurtulmak isterken, beni bu hayata benzetti...
İşte bu yüzden, seni ne kadar sevsem de sen gidince ferahlık duymam...
Evet, en çok seni seviyorum, bu yeryüzünde...
Bunu kanıtlayabilirim sana...
Önceleri bundan çok utanırdım. Bir zaman sonra, yanımdan gitmeni istememden... Sen gidince, içimin ferahlamasından...
Ama artık utanmıyorum... Çünkü, en çok yokken, varsın sen bende.
Özlemini, hayalini alıp o karanlık denizin önüne getiriyorum.
Orada, sen yokken, seninle fısıldaşıyorum.
Orada, sen yokken, seninle haykırıyorum karanlık denize...
Senin yokluğunda ama yokluğundan daha sahici olan hayalinle arınıyorum, o karanlık denizin önünde.
Titreyerek, sabırsızca, çocukça ve cesur…
Seni, yokluğunu ve beni bu karanlık denizin önüne sürükleyen varoluşumla arınmak istiyorum...
Ne arıyorum ben burada? Benim için her şeyin iyiye ve doğruya gittiği söylenirken, neden, ben burada bana ait her şeyi yok etmek istiyorum?
Boşunaymış, alınganlıklarım. Boşunaymış, incinmelerim...



Sordum kendime, sordum; öfkemin ve arzularımın doruğunda sandığım an... Sordum, “Sahi, ne istiyorsun sen?” diye...
Çok cesurdum ama ölmek istemiyordum. Bu hayatı da istemiyordum aslında.
Çünkü kendimi ne kadar kandırsam da er geç, geleceğim yer, yine bu karanlık denizin önüydü...
Daha çok gidebilmek isterdim. Sonuna dek...
İçimde biriktikçe, beni yaralayan hüznümün ne olduğunu biliyorum. Hissettiğim yere kadar gidememekti, benim hüznüm. Hep, yarı yoldan dönmek... Hep, son anda vazgeçmek...
Burası bana ait değil. Bu hayat...
Sevgilim, beni affet! Sana duyduğum o büyük aşk, bana ait değil...
Düşünsene, en çok sevdiğim sensin ama yine de sen gidince içim ferahlıyor!..
Düşünsene, senin için her şeyimi feda edebileceğim şu an, yine de sensiz gitmek istiyorum o
karanlık denizin önüne!..
Sensiz... Orada varoluşumun o büyük acısıyla baş başa kalmak istiyorum...
Bu bir sevgisizlik; bu bir bencillik değil...
Ben değil, sen bozsaydın oyunu önce sen isteyecektin bunu benden...
Ve bil ki burada, bu karanlık denizin önünde, yokluğumla savaşırken, en çok senin adın geçiyor içimden!..
Senden aldıklarım, sana kattıklarım...
En çok da senin için hesap veriyorum, bu karanlık denize...
Saçlarının kokusu, gözlerinin cinnet yarısı, aşk için o derin çırpınışın, ölümü ne kadar istesen de hayata duyduğun o derin özleyişin... İnan, ben, kendimle birlikte sanabana ve dışımızdaki her şey için hesap veriyorum, bu karanlık denize!..
Ne olur, beni engelleme!.. Çünkü ne pahasına olursa olsun, giderim ben oraya... Orada, belki kendimi bulurum, belki bulamam: Ama gideri...
Engellersen, sana en korkak, en zavallı, en düşkün yanımı bırakırım...
Çoğu insan böyle yapıyor... Ve ben o çoğunluktan olmak istemiyorum...
Bırak, beni, gideyim kendime!.. Ne olur, incitme ve bunu benim bencilliğime yorma!..
Beni kınama ve araya aşkı, sevgiyi sokma!
Kalırsam burada, beni, benimle yalnız bırakırsın...
Ne olur, beni, benimle ıssız bırakma!..
Ne olur, “bana, benimle ihanet etme!..”
Sana göre belki gidecek bir yer yok. Hepsi hepsi, burası… Bir de aşk üzerine bütün
bildiklerimiz...
Sakın, seni eksik sevdiğimden şüphelenme...
Ben bu hayata gerekli olduğu söylenen bir sürü şeyi, bu sevgi yüzünden öğrenmek istemedim...
Sen varken öğreneceğim her şeyi, sana rakip saydım... Ama yine de gitmek istedim, o karalık denizin önüne...
Çünkü, gideremedi, susuzluğumu sendeki aşk...
Gideremedi, aşk üzerine bütün bildiklerim...
Gideremedi, avuçlarıma bırakılan özlediğim her şey... İşte bu yüzden, kendimden başka biri olmak istemiyorum...
Çok ama çok acı çeksem de almasın beni benden kimse... Bunu çok istiyorum...
Sen, benim için herkesten daha önemlisin...
Ama ben, kendisini özleyen bir başkasıyım...
Ve bildim. Kendimi anlamak, hayatı anlamak kadar düş kırıcıydı...
Ama böyle; belki de iyi ki böyle oldu...
İşte bu yüzden iyileşmek istemiyorum... Beni iyileştirmeye çalışma, ne olur!..
Ve beni benimle yalnız bırakma! “Bana, benimle ihanet etme!..”
Belki gidecek hiçbir yer yok... Belki her şey bu kadar…
Seninle Aynı Şeyleri Özlüyoruz Aslında
Belki de boşuna çırpınıyorum... Boşuna kanatıyoruz gökyüzünü ve hayallerimizi...
Ama eminim, sen de biliyorsun.
Aşk, içindeki aşka rağmen yine de kendisini aramaya gidenlerle mümkün, bu dünyada...


Cezmi Ersöz
 
Yine Seninle Geldi Hayat

"tek başıma hiçbir sorunun yanıtını bulamıyorum. hep yeni hayatlar yaşamayı isterken, kendimi aynı hayatı tekrar tekrar, yeniden yaşarken buluyorum.. sisli bir gecede yolunu kaybetmiş gemilere benzetiyorum kendimi.. yanına gidip konuşmak istediğim insanları da işte bu kayıp gemilere benzetiyorum. uzaktan soluk ışıklarını görüyorum.. ama o ne onlar bana yaklaşabiliyorlar ne de ben onlara. sisli gecede birbirimize uzaktan bakıp, yeniden kayboluşlarımıza karışıyoruz. umudum kalmadı artık.. bu dünyada düşüncelerimi, beni, duygularımı gerçekten anlayacak birini bulmam imkansız gibi görünüyor artık bana. ama evimde duramıyorum yine de. kendimi sokaklara atmak, insanlarla konuşmak, kendimi onlara anlatmak istiyorum. dinliyor gibi görünüp dinlemeseler de anlıyor gibi yapıp anlamasalar da.."


....



"tek başıma dolaşıyorum beyoğlu nda.. gecenin kim bilir hangi saati, yine de her yer insan dolu. kimse evine gitmek istemiyor sanki. gece koyulaştıkça yalnızlık derdi artıyor. sadece benim evimin duvarları değil, bütün evlerin duvarları sanki aynı ayrılık şarkısını söylüyor. kimse tek başına bu şarkıyı dinlemeye katlanamıyor. evler saçmalığın kederine boğulmuş, yanlış yerde arıyor herkes kendini.. anılar zorba, bellek yorgun, hayaller kanatsız.. kimin gözlerine baksan, bu gördüğün ben değilim, ben aslında çok başkasıyım, diyor. kimi sevsem bu sevgiyle yarışacağı yerde benimle yerışıyor.kim beni sevse sevgide önce kendi yaralarını onarmaya çalışıyor. sevgi bir eliyle çağırıyor, korku iki eliyle geri itiyor.. kim beni öpse ayrılığın ipini geçiriyor boynuma. nereye gitsem, oraya benden önce anılarım gidiyor. oraya benden önce sevgiyi öğrenmeden nefreti öğrenen kadın gidiyor. nereden dönsem ardımda küskünlüğüm kalıyor. kimse kurtulamıyor bu küskünlükten. şiirler
, ask nefret etmektir, diye bitiyor.."

........


"Hayat kitaplarda yazılan gibi değilmiş. Kitaplarda her kelimenin altında başka bir kelime gizliymiş. Her yüzün altına başka bir yüz... Böyle gidiyormuş, bunun sonu yokmuş.


Geç de olsa şimdi anlıyorum. Beni aşar bu kelimelerin altındaki kelimeler, bu yüzlerin altındaki yüzler... Ben içimdeki acıya bakarım. içimdeki enayiliğe bakarım. Evet, kelimelerin altındaki kelimeyi, yüzlerin altındaki yüzü biliyorum ama, ben seni içimde hissederken, sana inanmışken şehrin her tarafında yanan bir ışık vardı. Yollarda, bahçelerde, hiç durmadan yanan bir ışık... Sen bu hayatta her şeyi benden iyi bilirsin. Öyleyse açıkla seni içimde hissettiğim her an hayatı aydınlatan bu ışığı... Yollarda, bahçelerde, evlerde gece ve gündüz durmadana yanan bu ışığı..


Hadi böyle bir ışığın hiç olmadığına inandır beni. Enayisin de bana... Çocuklardan, sarhoşlardan, budalalardan bile daha enayi..."
 
Geri
Üst