Haftanın vizyon filmleri...

kent55

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
31,409
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
ѕαмѕυηѕρσя



652759_ee284a61be230aee2e30184d60f17b7c.jpg



Çek bir koreografi!

‘Müzik ve sinema’ konusunda çok hevesli olduğu belli olan Ola Simonsson-Johannes Stjärne Nilsson ikilisi, burada ritimden koreografi yaratmak için ‘bir şeyler’ tıngırdatmayı tercih eden bir suç çetesini mercek altına almış. Bu doğrultuda da “Karanlıkta Dans”ın ‘ses ve ritimden müzik çıkarma’ gelenekli müzikal formülünden beslenerek bizlere keyifli bir yolculukla sunmuş. “Yaşamın Ritmi”, çok önemsenecek bir eser değil belki. Ancak koreografi gücü, tekdüzeleşen müzisyen hikayesi konseptini yıkma görüşü, zeki göndermeleri, kara komediyle harmanladığı formülü ve ses efektlerini zapt etme yeteneğiyle ilgili çekici bir seyirlik. Yarattığı koreografilerle de özel bir övgüyü hak ediyor.

Aslında iki açıdan bakmak mümkün bu İsveç filmine. Birincisi ritim duygusundan güç alarak son 10 yılın en özgün müzikalleri arasına giren Lars Von Trier imzalı “Karanlıkta Dans”ın (“Dancer in the Dark”, 2000) izini sürüp özgün tınılardan beslenmesi. İkincisi ise Hollywood’da gördüğümüz ‘müzik grubunun başarı hikayesi’ formülünü altüst etmesi. Bunların üzerine “Yaşamın Ritmi”nin (“Sound of Noise”, 2010) 1990’ların sonunda çıkış yapan kara komedi kolunun daha önce görülmemiş bir örneği olarak konumlanması da dahil edilebilir rahatlıkla.

Müzikle yoğrulmuş saygı duyulası bir formül yaratmış

Ancak Ola Simonsson-Johannes Stjärne Nilsson, belli ki ilgi çeken 2001 yapımı ‘Six Drummers’ adlı kısa filmlerinin üzerine giden ve ‘sese yoğunlaşan koreografiler’le öne çıkan bir bütün oluşturmak için kolları sıvamışlar. Bunun için de ellerine piyanist geçmişli Amadeus hayranı bir polis karakter ile şan-şöhret dünyasındaki tekdüzelikten sıkılıp suç işlemek isteyen altı anarşist davulcu almışlar. Bu bağlamda ulaşılan bütünde beş müzikal koreografisine sırtını dayayarak keyifle yürüyen bir tür kırması iskelet çıktığını görebiliyoruz.

“Yaşamın Ritmi”, kendine gayet saygı duyulası bir ‘kendini iyi hisset’ formülü yaratmış. Bu noktada da yönetmenlerin naif, samimi ve capcanlı yaklaşımlarını takdir etmek şart. Zira burada 2:35:1 formatında seyirciyi rahatsız etmeyen bir işitsel ve koreografisel şölen sunulduğunu reddedersek hata yapmış oluruz. Bu bağlamda da aslında bütün karakterlerin üç boyutlu olmaması ve olay örgüsünün bir damara yaslanmaması umursanmaz hale geliyor. Bir süre sonra filmin kendini ciddiye almamasından keyif alır hale geliyorsunuz.


Amacı bir ritüel oluşturmak

Zaten sırrı da burada saklı gibi sanki. Özündeki fikirden İsveç sinemasından daha önce çıkmasına alışık olmadığımız yeni nesle uygun omurgasında. Yüzlerine maske geçiren karakterlerin; hastanede, bankada, operada ve elektrik tellerinin arasında dokuduğu koreografilerin, inşa ediliş şekilleriyle ‘Stomp’ müzikalini hatırlattığı söylenebilir. Yönetmen ikilisinin de esas amacı Guy Ritchie’nin yenilediğini gördüğümüz kara komedi alanında bir ‘ritüel’ oluşturmak belli ki.

“Yaşamın Ritmi”, zaman geçtikçe kült bir esere dönüşürse şaşırmamak lazım. Zira burada anarşist suçlu karakterlerin ‘metronom’ ve ‘dört suç çatısı’ izinde hareket ederken, kendi çizgi romanlarından yola çıkmaları unutulur gibi değil. Tek boyutlu kara kalem animasyonuyla çizilen kitabın da katkısıyla, sinema tarihine ‘akılda kalıcı bir suçlu çetesi’ armağan edildiğine şüphe yok.

Ritimden beslenen ses özlü müzikallerin bir yenisi

Bunların müzik gruplarına ve kült filmlere -başta “Faster, Pussycat! Kill! Kill!” (1965) olmak üzere- göndermede bulunan motivasyonlarla uygulanması ve genelde kapitalizmin dayattığı zorunlulukları eleştirir hale gelmesi dikkat çekici. Bu noktada da “Yaşamın Ritmi”ni “Kalbini Dinle” (“August Rush”, 2008) ve “Lemonade Mouth” (2010) ile birlikte ‘ritim ile yaratılan müzikal formülü’ özünün bir temsilcisi olarak görmek mümkün.

Hastane, banka ve sokak ekipmanlarının yanında elektrik tellerinden de ‘ritim’ ve ‘müzik’ yaratmayı zeki koreografik oluşumlarla sergilemesi takdir edilmeli filmin. Yönetmenleri, bir anda Hollywood’da müzikal alanında bir şey çekerken görürsek şaşırmamak lazım. Ancak filmin bütün o ‘müzikli filmler’in klişe kalıbı ‘grubun başarı hikayesi’ni yıkması ve ana akım duruşa karşı bir tavır almasına karşın, ‘kendini iyi hisset’ formülüyle çok da bir egosu yok gibi. Bu iyi mi kötü mü onu bilemeyeceğiz.

Fakat bildiğimiz bir şey varsa, o da bu durumun filmin çabucak unutulmasını sağlayabileceği gerçeği. Simonsson-Nilsson ikilisi ise umut ediyoruz böylesi basmakalıp şablonları yıkıp müziksel-işitsel parçalarla bütünlemeyi sürdürürler. Zira onlar bu mütevazı halleriyle çok zeki ve izlenir duruyorlar.

Amadeus adlı bir polis karakterini veya demir çubuklardan ritim çıkartarak ilerleyen bir kaçma-kovalamaca sahnesini yedinci sanat var olduğu sürece bir daha görmek pek mümkün değil gibi. En azından müzik algılı macguffin (film objesi) olarak çizilen metronom bir iz bırakacaktır.

FİLMİN NOTU: 6

Künye:

Yaşamın Ritmi (The Sound of Noise)
Yönetmen: Ola Simonsson, Johannes Stjärne Nilsson
Oyuncular: Bengt Nilsson, Sanna Persson, Magnus Börjeson, Marcus Boij, Fredrik Myhr, Anders Vestergard
Süre: 98 dk.
Yapım Yılı: 2010



652759_dabb6c4a1ceb69e629b83a046ec34610.jpg



El kamerası ile çekilmiş, İspanya yapımı gerçekçi bir şeytan çıkarma filmi karşımızdaki. En azından “İblis”in öyle olduğunu zannettiğini söyleyebiliriz. Ancak bu konuda ne çekilmesine yol açan “[REC]” serisi, ne de “Requiem” gibi aklı başında bir portre çizemediği çok açık. Zira ses, görüntü ve oyuncu karmaşasından alnının akıyla çıkabileceği bir yol belirlediğini ifade etmek zor. Seyirci de işte tam olarak bu kafa karışıklığını film boyunca derinden hissediyor.

“Şeytan” (“The Exorcist”, 1973) ile yedinci sanata giren ‘şeytan çıkarma filmi’ alt-alt türünün son ürünü. “İblis” (“La Possession de Emma Evan”, 2010), yönetmeninin ikinci uzun metraj denemesi olsa da aslında bir yönetmen gözü içerdiği söylenebilecek bir eser değil. Filmin ‘şeytan çarpmasına uğrayan’ bir İrlandalı oyuncunun etrafından dönmek ve sinemaskop formatında çekilmek için planlandığına şüphe yok belki.

Eğilim beslenmesini bilene eğilimdir

Ancak bu durum ne prodüksiyon kalitesine ne de oyuncu kalitesine yansımış. Yönetmen gerçek anlamda “REC: Ölüm Çığlığı” (“[REC]”, 2007) ile başlayan ‘el kamerası gerçekliği’ne ve onun alt türü olan ‘şeytan filmi’ne sırtını dayamış gibi gözüküyor. Fakat oradan bir şey çıkartma noktasında ciddi sıkıntılar yaşadığı kesin Manuel Carballo’nun.

Bu da kolaycı bir beyaz ton, kullanılamayan el kamerası, uyumsuz oyuncular ve ses efekti bombardımanını beraberinde getiriyor. “İblis”, kuşkusuz İspanyol sinemasının ‘korku’ çıkışının son ayaklarından. Ancak bu eğilimin “Rahibenin Laneti” (“La Monja”, 2005) ve “Lanetli Miras” (“La herencia Valdemar”, 2010) gibi belli bir gelenek izlemeyerek ‘çöp’ kıvamına yakın duran temsilcilerinden birine dönüştüğü de tartışılmaz bir gerçek eldeki eserin.

Metin Erksan’ın “Şeytan”ından ne farkı var?

En azından yönetmenin sektörün tecrübeli görüntü yönetmeni Javier Salmones’le el kamerası konusunda daha uyumlu çalışması veya rahip karakterini akla yatkın bir çerçeveye oturtması şartmış. Bu haliyle ise yönetmensiz bir efektler silsilesi ya da el kamerası sallanmalarından öteye gitmiyor. Bu durum da İspanyol sinemasının bu eğilimine dair güvenimizi sarsabilir ona şüphe yok.

Üstelik 2006’da Hans-Christian Schmid gibi doğaçlama, sallanan kamera, doğal renkler ve belgeci yaklaşıma inanan bir yönetmenin; “Requiem” (2006) adlı aynı ideolojideki başarılı bir denemesi mevcutken durum daha da trajikleşiyor. Zira “İblis”i seyrederken bir noktadan sonra ‘Metin Erksan’ın “Şeytan”ından (1974) ne farkı var?’ diye sormaktan kendinizi alıkoyamıyoruz.

FİLMİN NOTU: 1.8

Künye:

İblis (La Possession de Emma Evans)
Yönetmen: Manuel Carballo
Oyuncular: Sophie Vavasseur, Doug Bradley, Tommy Bastow, Jo-Anne Stockham
Süre: 98 dk.
Yapım Yılı: 2010




652759_21438b002bb494aadaddd364ef209b7d.jpg


KICK-ASS’E B SINIF YORUM

Orijinal isminin tam çevirisiyle ‘Görünmez Griff’, “Kick-Ass” sonrası artan alaycı anti-süper kahraman filmlerinin Avustralya şubesi. Ancak bu fasıldan “Yeşil Yaban Arısı” gibi bir kalite çıkartmaktan ziyade çocuksu mizah anlayışına hapsolması, üçüncü sınıf oyuncularla yola çıkması, ucuz bir estetikle ilerlemesi ve yapay diyaloglar kullanmasıyla katıksız bir B filmi servis ediyor “Ultra Mega Süper Kahraman”.

“Kick-Ass”in (2010) sinema külliyatına adını yazdırmasıyla ‘ezik anti-kahramanlı’ süper kahraman filmleri ya da aksiyonu bol formülü bozan parodiler karşımıza daha fazla çıkmaya başlayacak gibi. 2011’in ilk yarısında “Yeşil Yaban Arısı”nda (“The Green Hornet”) Michel Gondry’nin deneyip bir kaliteye ulaştırdığı da bu formüldü aslında. “Ultra Mega Süper Kahraman” (“Griff the Invisible”, 2010) ise en kısa tanımıyla bu durumun Avustralya şubesi.

Malzeme ‘B sınıf’ öğelerle sarılmış

Aslında son dönem Avustralya sinemasından bildiğimiz, türleri ve formülleri stilize bir dokuya kavuştururken yakaladığı sinemasal anlarla dikkat çekmesidir. Ancak kimi zaman B sınıf oyunculuklar, yapay diyaloglar ve üçüncü sınıf efektlerle bu duygunun tersine çevrildiğine de tanıklık ederiz. 2000’lerin çıkıştaki ülke sinemasından gelen Leon Ford imzalı bu eser de bu durumun bir kanıdı.

“Ultra Mega Süper Kahraman”, Batman’den Superman’e uzanan geniş skalada göndermeleri olan ve Avustralya’nın iş hayatındaki yabancılaşmışlığı vurgulayan bir anti-kahraman öyküsü özünde. Sosyal hikayeyi süper kahraman güdüsüyle doldurması alışık olduğumuz Avustralya usulü duyguyu hareketlendiriyor belki. Ancak belki “Kick-Ass” sonrası çekilmesinden belki de yönetmenliğinin çöp seviyesine inecek kadar basit durmasından dolayı önündeki ‘kalite çitleri’ni atlamayı bir türlü beceremiyor.

“Napoleon Dynamite” gibi bir duruşa ihtiyacı varmış

O yüzden de film, ismi, yaptıkları ve hikayesiyle fantastik sinema izleyicilerini oyalayabilecek bir omurgaya sahip. Ancak memur karakterin başına gelenleri ya da olay örgüsünü; ‘kaba komedi’ (slapstick komedi) geleneğinden dışarıya bir türlü çıkaramamış.

Bu durum da ‘çocuksu’ ruhun “Ultra Mega Süper Kahraman”ın bütün omurgasını esir almasına yol açıyor. En azından “Napoleon Dynamite” (2004) gibi hiçlik dokusu taşıdığı anlarında ise Jared Hess gibi bir yönetmenin eksikliğini hisseder hale geldiğine şüphe yok.

FİLMİN NOTU: 4

Künye:

Ultra Mega Süper Kahraman (Griff the Invisible)
Yönetmen: Leon Ford
Oyuncular: Ryan Kwanten, Maeve Dermody, Patrick Brammal, Marshal Napier, Heather Mitchell
Süre: 90 dk.
Yapım Yılı: 2010

















 
Geri
Üst