Dinin temel gayesi, Hakk'a kul olduğunun idrâk ve şuurunda olan zarif ve derin insanlar yetiştirmektir. Bu maksadın hâsıl olması, ancak ve ancak, Hakk'a kulluğun lâyıkıyla idrâk ve îfâ edilmesine bağlıdır. İnsanın olgunlaşarak mânen yüksek bir seviyeye ulaşması, kalp âlemindeki ulvî heyecan, lâhûtî ürperiş ve kutsi kıpırdanışlar nispetinde gerçekleşir.
Kalp, bedenî ve ruhani âlemimizin merkezidir. Onun bedenî hayâtın devâmında merkezî bir rolü vardır. Gerçekten insan vücûdundaki milyarlarca hücreden herhangi birine tâze kan ulaştırılması, âzamî dört saniyeden daha uzun bir müddetle kesintiye uğrarsa, o hücre hayâtiyetini kaybeder. Bedenî hayât için böyle ehemmiyetli olan kalp, aynı zamanda insandaki tahassüs kudret ve kâbiliyetinin merkezini teşkîl eden mânevî bir cevherdir. Buna göre kalp, hem uzviyet ve hem de mâneviyât cihetiyle insan varlığının sultânı mesâbesindedir. O derecededir ki, bir tefekkür merkezi olan beyin bile, ondan sâdır olan hissiyâtın tesiri altında fikir üretir. Bu demektir ki kalp, sahip olduğu tahassüs kâbiliyetiyle, dimâğ da dâhil olmak üzere bütün uzviyete hâkim olan aslî bir rol oynar. Heyecanlanan birinin eli titrer, kalp çarpıntıları artar. Herhangi bir hâricî tesirin tahrîk ettiği merhamet, öfke, muhabbet gibi hislerin tefekküre, irâdeye ve netîcede hareketlere yön verişi, beşerî bütün davranışlarda müşâhede edilebilen bir gerçektir.
Kalp, manevi yönü itibariyle bir hak ve hakîkat pusulasıdır. Bu vazîfe ona, Cenâb-ı Hakk'ın tâyini ile yüklenmiştir. Lâkin o, yaratılış maksadının aksine bir şartlandırılma ile bu fıtrî yörüngeden uzaklaştırıldığı zaman, menfîliklere sürüklenmekten kurtulamaz. Bu takdîrde sahibini dünyâ ve âhirette âbâd etmek yerine berbat etmenin âmili olur. Bu sebepledir ki onu, yaratılış gâyesine göre yönlendirecek tesirlere tâbî kılmak ve ilâhî gâyeye mâtuf temâyüllerini takviye edip geliştirmek, beşerî terbiyede pek ehemmiyetli bir meseledir.
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak, kalbin dünyevî lezzetlere aldanarak, sâhibinin ebedî âlemde mahrûmiyet içinde kalmaması için, biz kullarını ikaz sadedinde: "Ey insanlar! Allâh'ın vaadi elbette ki haktır. Sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın! Hîleci şeytan, Allâh'a karşı sizi kandırmasın!" (Fâtır, 5) buyurmuştur.
Hazret-i Mevlana -kuddise sirruh- da, insanın aslî gâyesinden sapmaması için nefsanî arzularını dizginlemesi gerektiğini şöyle ifade eder: "Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur." "Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsanî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor." "Ruha manevi gıdalar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin."
Lokman Hekim de oğluna gafletten îkâz sadedinde şu nasihatte bulunur: "Yavrum! Dünya, dipsiz bir deryâdır. Ârif olmayan âlimler ve pek çokları bunda helâk oldular. Bu deryâda senin gemin, Allah’a mutmain bir kalp ile iman etmek olsun. Geminin donanımı ise takvâ ve ibâdet olsun. Denizlerde seyr-ü sefer ettiren bu geminin yelkeni de tevekkül olsun. Umulur ki ancak bu sûretle kurtuluşa erebilirsin." (Beyhakî, Kitâbü'z-Zühd, 73)
Bir yönüyle bedenin, diğer yönüyle ise maneviyatın merkezi olan kalp, beden için ne derecede lüzûmlu ve ehemmiyetli ise, rûhânî hayat için de o ölçüde büyük bir ehemmiyet taşır. Lâkin insanı insan yapan, sûretten ziyâde rûhî yapısı olduğundan, kalbin mânevî rolü, uzvî rolünden her yönüyle üstündür. Bu mânevî vasfı itibâriyle ve kendisindeki pek ince sır ve hikmetler sâyesinde insanın "insanlık" mânâ ve fazîletine kavuşmasını sağlayan yegâne müessir kalptir. Bu hikmete mebnidir ki îmân "dil ile ikrâr"dan önce, "kalben tasdîk" ile vücut bulur. Câlib-i dikkattir ki burada zihnen veya fikren kabullenişten ziyâde, kalbe âit bir "tasdîk" kâfî görülmüştür.
Nasıl ki, kâinatın özü kabul edilen insanda hayır ve şer, ulviyyât ve süfliyyâta dâir istidat ve temâyüller, fıtraten bir arada mevcut ise, aynen bunun gibi insanın özü olan kalpte de bu zıt istidat ve temâyüller bir aradadır. Gerçekten o, melekî tasarruflar kadar şeytânî müdâhalelere de açıktır. Denilebilir ki kalp, hayır ve şerrin, takvâ ve fücûrun yâni melekî ve şeytânî güçlerin bir mücâdele sahasıdır. Kalpler, bir ömür boyu bu melekî ve şeytanî tecellî ve temayüllerle çalkalanır durur.
Melek ve şeytanın kalplerdeki tasarruf şekline gelince: Melekî vasıf ona, îmân, güzel huylar, amel-i sâlih, mahlûkâta şefkat, ibâdetleri huşû ile îfâ etmek gibi rûhânî hâller ile tasarrufta bulunur. Şeytânî vasıf ise küfür, şüphe, kötü ahlâk, şehevât, hevesât ve hevâiyyât gibi kötü hâlleri kalbe aşılar.
Kalp, bedenî ve ruhani âlemimizin merkezidir. Onun bedenî hayâtın devâmında merkezî bir rolü vardır. Gerçekten insan vücûdundaki milyarlarca hücreden herhangi birine tâze kan ulaştırılması, âzamî dört saniyeden daha uzun bir müddetle kesintiye uğrarsa, o hücre hayâtiyetini kaybeder. Bedenî hayât için böyle ehemmiyetli olan kalp, aynı zamanda insandaki tahassüs kudret ve kâbiliyetinin merkezini teşkîl eden mânevî bir cevherdir. Buna göre kalp, hem uzviyet ve hem de mâneviyât cihetiyle insan varlığının sultânı mesâbesindedir. O derecededir ki, bir tefekkür merkezi olan beyin bile, ondan sâdır olan hissiyâtın tesiri altında fikir üretir. Bu demektir ki kalp, sahip olduğu tahassüs kâbiliyetiyle, dimâğ da dâhil olmak üzere bütün uzviyete hâkim olan aslî bir rol oynar. Heyecanlanan birinin eli titrer, kalp çarpıntıları artar. Herhangi bir hâricî tesirin tahrîk ettiği merhamet, öfke, muhabbet gibi hislerin tefekküre, irâdeye ve netîcede hareketlere yön verişi, beşerî bütün davranışlarda müşâhede edilebilen bir gerçektir.
Kalp, manevi yönü itibariyle bir hak ve hakîkat pusulasıdır. Bu vazîfe ona, Cenâb-ı Hakk'ın tâyini ile yüklenmiştir. Lâkin o, yaratılış maksadının aksine bir şartlandırılma ile bu fıtrî yörüngeden uzaklaştırıldığı zaman, menfîliklere sürüklenmekten kurtulamaz. Bu takdîrde sahibini dünyâ ve âhirette âbâd etmek yerine berbat etmenin âmili olur. Bu sebepledir ki onu, yaratılış gâyesine göre yönlendirecek tesirlere tâbî kılmak ve ilâhî gâyeye mâtuf temâyüllerini takviye edip geliştirmek, beşerî terbiyede pek ehemmiyetli bir meseledir.
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak, kalbin dünyevî lezzetlere aldanarak, sâhibinin ebedî âlemde mahrûmiyet içinde kalmaması için, biz kullarını ikaz sadedinde: "Ey insanlar! Allâh'ın vaadi elbette ki haktır. Sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın! Hîleci şeytan, Allâh'a karşı sizi kandırmasın!" (Fâtır, 5) buyurmuştur.
Hazret-i Mevlana -kuddise sirruh- da, insanın aslî gâyesinden sapmaması için nefsanî arzularını dizginlemesi gerektiğini şöyle ifade eder: "Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur." "Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsanî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor." "Ruha manevi gıdalar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin."
Lokman Hekim de oğluna gafletten îkâz sadedinde şu nasihatte bulunur: "Yavrum! Dünya, dipsiz bir deryâdır. Ârif olmayan âlimler ve pek çokları bunda helâk oldular. Bu deryâda senin gemin, Allah’a mutmain bir kalp ile iman etmek olsun. Geminin donanımı ise takvâ ve ibâdet olsun. Denizlerde seyr-ü sefer ettiren bu geminin yelkeni de tevekkül olsun. Umulur ki ancak bu sûretle kurtuluşa erebilirsin." (Beyhakî, Kitâbü'z-Zühd, 73)
Bir yönüyle bedenin, diğer yönüyle ise maneviyatın merkezi olan kalp, beden için ne derecede lüzûmlu ve ehemmiyetli ise, rûhânî hayat için de o ölçüde büyük bir ehemmiyet taşır. Lâkin insanı insan yapan, sûretten ziyâde rûhî yapısı olduğundan, kalbin mânevî rolü, uzvî rolünden her yönüyle üstündür. Bu mânevî vasfı itibâriyle ve kendisindeki pek ince sır ve hikmetler sâyesinde insanın "insanlık" mânâ ve fazîletine kavuşmasını sağlayan yegâne müessir kalptir. Bu hikmete mebnidir ki îmân "dil ile ikrâr"dan önce, "kalben tasdîk" ile vücut bulur. Câlib-i dikkattir ki burada zihnen veya fikren kabullenişten ziyâde, kalbe âit bir "tasdîk" kâfî görülmüştür.
Nasıl ki, kâinatın özü kabul edilen insanda hayır ve şer, ulviyyât ve süfliyyâta dâir istidat ve temâyüller, fıtraten bir arada mevcut ise, aynen bunun gibi insanın özü olan kalpte de bu zıt istidat ve temâyüller bir aradadır. Gerçekten o, melekî tasarruflar kadar şeytânî müdâhalelere de açıktır. Denilebilir ki kalp, hayır ve şerrin, takvâ ve fücûrun yâni melekî ve şeytânî güçlerin bir mücâdele sahasıdır. Kalpler, bir ömür boyu bu melekî ve şeytanî tecellî ve temayüllerle çalkalanır durur.
Melek ve şeytanın kalplerdeki tasarruf şekline gelince: Melekî vasıf ona, îmân, güzel huylar, amel-i sâlih, mahlûkâta şefkat, ibâdetleri huşû ile îfâ etmek gibi rûhânî hâller ile tasarrufta bulunur. Şeytânî vasıf ise küfür, şüphe, kötü ahlâk, şehevât, hevesât ve hevâiyyât gibi kötü hâlleri kalbe aşılar.