türk ocağı
serdengeçti
Said Nursî ve Risale gerçeği
Said Nursî özetle; kendisinin müceddid olduğunu, yazdıklarının kendisinden olmadığını, vahyin menbaı olan Resulullahın ilhamı ve telkini ile olduğunu söyler. Celcelûtiye, Mesnevî ve Fütühât hep bu tür eserlerdir. Eserleri eşine rastlanmayan sonsuz kemal ve ulvî feyz içerdiğinden Resulullahın hissesi ve kudsî tasarrufu ile olduğu aşikârdır. Hiç bir tahsil yapmamış, sadece üç aylık bir tahsil hayatı olmasına rağmen, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerine, ledünnî ilimlere, eşyanın hakikatına, kâinatın esrarına ve ilâhî hikmete varis kılınmış olup böyle yüce bir mazhariyete kimseler nail olmamıştır. Böyle harikulade bir ilim asla görülmemiştir.
Kendisi yüce ahlakî meziyetleri ile bir yaratılış mucizesidir. O bedenlenmiş bir inayet ve mutlak bir Allah vergisidir. Harikalar sahibi Said Nursî, daha büluğa ermeden bir allame olarak tüm ilim dünyasına meydan okumuş, münazara yaptığı tüm ilim erbabını susturmuş, tüm sorulara hiç tereddüt etmeden cevap vermiş, daha 14 yaşında üstadlık payesini taşımış ve hakkıyla Bedîuzzaman ünvanını almıştır.
Böyle bir zat elbette Peygamberin en yüksek iltifatına mazhar ve en yüksek himaye ve himmete naildir. Tüm bunlar onun peygamberin emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden birisi olduğunun kanıtıdır. Kuran ve hadisin matematiksel işaretleri kendisini göstermektedir, Said Nursînin, Hz.Muhammedin risaletinin parlak bir aynası ve meyvesi olduğunda hiçbir şüphe yoktur.[1]
Said Nursîye yönelteceğimiz başlıca eleştiriler şunlardır;
*Said-i Nursi, Risale-i Nurların Kuran-ı Kerimin bir aynası olduğunu ve kimsenin yazamayacağı harika bir kitap olduğunu söyler; Risale-i Nur, Kuranın bir aynasıdır. Bir mucize durumundadır.[2] Risale-i Nura, karşı konulamaz ve onunla boy ölçüşülemez.[3] Risale-i Nur, sönmez ve söndürülemez. O, üfledikçe parlayan bir nurdur.[4] Ölüm hakikatinin muammasını, yalnızca Risale-i Nur çözmüştür.
*Said-i Nursi, Kuran-ı Kerimin ruhu Risale-i Nurların cesedine girdiğini ve Kuranın bir mucizesi olduğunu iddia edecek kadar ileri giderek der ki; Kuran-ı Kerimin ruhu, Risale-i Nurun cesedine girmiştir.[5] Risale-i Nur, Kuranın bir mucizesi olduğu için, her şeyde bir marifet penceresi açmıştır. Bu kitap, Kurana mahsus bir sırrı da çözerek, bir yıllık işi, bir saatte görecek duruma ulaşmıştır... Risale-i Nur, Musa Peygamberin asası gibi, nereye vurmuşsa su çıkarmıştır...[6] Risale-i Nur, kerametiyle; bela ve felaketleri önlüyor. Böylece; Risale-i Nurun kerameti, sadece yaratıklarda değil; olaylarda da etkisini gösteriyor. Risale-i Nur Anadoluya gelecek bela ve felâketleri önlemektedir.[7]
*Risale-i Nur, kendisine hizmet etmekte kusur edenlere nasıl tokat vuruyorsa; eksiksiz hizmet edenlere de olağanüstü(!) yardımlarını göstermeyi biliyor; böylelerini, kazalardan belâlardan kurtarıyor(!) Çarşıda büyük bir yangın çıkıyor ve talebeleri; Biz yanıyoruz, mahvoluyoruz! dediler. Yangının hücum ettiği mağazada; Risale-i Nur külliyatından Âyet-ül-Kübra vardı. Ben de Risale- i Nuru ve Âyet-ül-Kübra adlı risaleyi şafaatçı kılıp; Ya Rabbi kurtar! dedim. 3 saat o dehşetli yangın hücumuna devam etti. Bütün o büyük dâireyi, altında ve bitişiğindeki dükkânların hepsini yaktı. Ama Risale-i Nurun ve Âyet-ül-Kübra adlı bölümünün koruyuculuğunda olan mağazaya ilişmedi. Ve altındaki Risale-i Nur talebesinin dükkânına da dokunmadı. Bunun, Risale-i Nurun ve Âyetül-Kübra adlı risalenin bir kerameti olduğuna hem ben, hem de bütün arkadaşlar kanaat getirdik...[8]
*Said-i Nursi, Risale-i Nur hakkındaki abartılı övgülerine devamla şöyle der; Risale-i Nurları okumak, okutmak, yazmak ve onunla meşgul olmak; kalbe rahatlık, ruha genişlik, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor.[9] Ama onda yazılı olanlar Kuranın malıdır. Allahtandır.[10]Peygamberimiz nasıl Kuranı Kerimin sadece bir tercümanı idiyse, Üstad da Risale-i Nurun sadece bir tercümanı(!) durumundadır. [11]
*Risaleler onun malı olmadığı için, o bile dersini kendine yazdırılan kitabtan alır. [12] Yani, kitab kendini yazan adamdan daha bilgili(!) Çünkü kitablarını o yazmadı ki! Ona yazdırıldı.(!)
*Said Nursi, hemen her eserinde Bu hususun kalbine ihtar edildiğini, ihtiyarı dışında kalbine gönderildiğini, hakikatlerin ihtar yolu ile kendisine bildirildiğini, hakkelyakîn filan hakikate muttalî olduğunu söyler. Böylece Risalelerin kendi eseri olmadığını ihsas ettirmeye çalışır. Bu mahviyet ve tevazudan gelmez, tam aksine bunu eserlerine kudsiyet kazandırmak için yapar.
*Resâil-in Nur ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nurdur. Belki semavî olan Kur'an'ın Arştaki yüksek yerinden alınmıştır.[13]
* Risale-i Nur, kendisine hizmet edenleri, başta talebelerini mutlaka cennete götürecek. Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine girenlerin imanla kabre gireceklerine çok güçlü emareler vardır. [14] Risale-i Nurun şefaatı, duası, himmeti Nurcuları kurtaracaktır.
*Risale-i Nur, herkese, Ab-ı Hayat, yani ölmezlik suyunu içiriyor. Musa Peygamberin asası, nasıl bir taştan 12 çeşme akıttıysa ve gerek Hazreti Musayı, gerek beraberindekileri nasıl susuzluktan kurtardıysa, Risale-i Nur da öyledir. Bir Kuran asasıdır.[15]
*Risale-i Nurdan alınan bilgiler, onu yazarken akıtılan mürekkepler, şehitlerin kanından daha üstündür! Risale-i Nura yapışmak suretiyle Peygamberin yolundan gidenler, şu fesat zamanında yüz şehit sevabından daha çok sevap kazanırlar. Risale-i Nuru okumak ya da yazmak, âlim olmak için yeterlidir. Başka şey istemez.[16] Gel gör ki; onlarca senedir risale okuyanlar asgari, usul-ü fıkh, hadis ve tefsir dahi bilmezler.
Hassaten tam bir kuran cahilidirler. Aynı aşk ile, ihlasla ile İslami ilimlere çalışsalardı, her biri sahalarında ülke çapında âlim olurdu. Oysa onlar benim oğlum döner, döner bina okur, misali hep aynı kitabları her namaz sonrası okumaya çalışırlar. Ve bir de kuran dışında- en çok okunan kitap, Risalelerdir diye iftihar ederler.
*Risale-i Nur bir elektriğe benzer. Son derece yüksek ve derin bir ilimdir o. Öyleyken; ne tahsile, ne ders çalışmağa, hacet kalmadan; zahmet bile çekmeden herkes onu anlayabilir. Ondaki derin bilgileri alabilir. Eski medreselerde 5-10 yıl okumaya karşılık, Risale-i Nur okutulan yerlerde 5-10 hafta okumak yeter. Çünkü Risale-i Nur, 5-10 haftada 5-10 yıllık sonucu verebilir.[17] Nasıl kendisi 15 senede okunan ilimleri 15 haftada bitirdiyse[18] Şimdi de o, başkalarına 15 yılda öğrenilebilecek ilimleri 15 haftada verebilir(!)
*Gerçekte Risale-i Nur bir tefsir değildir. Kuran-ı Kerim âyetlerinden sadece bazılarını tefsir etmiş, onun da çoğunu da remzen, işareten diyerek işari/batınî tefsir şeklinde ilmi olmaktan uzak teviller biçiminde yapmıştır. Bir an için diyelim ki: Risale-i Nur, Kuranın tefsiridir. Her tefsir, tefsir edene ait olduğuna göre, Risale-i Nurun da, Said-i Nursiye ait olması gerekmez mi? Said-i Nursi nasıl olur da kendi yaptığı tefsir için; O benim değil Kuranın malıdır diyerek, yaptığı indî yorumları doğrudan doğruya Kurana maleder? Ve nasıl olur da, Kuran ve Hazreti Muhammed hakkında inmiş olan âyetleri kendi kitabı ve kendisi hakkında inmiş gibi yorumlar? Her tefsirci de aynı yola gitse, eserini Kuranın malı ve gökten inmiş gibi gösterse işin içinden nasıl çıkılır? Sonra yaptığı tevil ve tefsirlerde yanılmış olamaz mı? Kendi yanlışlarını vahye isnad etmiş olmaz mı? Ona göre; hiçbir müfessirin tefsirinde bulunmayan tesir gücü Risale-i Nurda varmış, pekâlâ bu üstünlük nereden kaynaklanmaktadır?
Benden soruyorsun: - Neden senin Kurandan yazdığın sözlerde olağanüstü bir özellik var? Bu sözlerde öyle bir güç, öyle bir tesir var ki; müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazan bir satırda, bir sayfa kadar güç var. Bir sayfada da bir kitap kadar tesir bulunur. Bu, neden böyle, diyorsun? [19]
Said-i Nursinin, böyle bir soruya: Estağfirullah, söylediğiniz gibi bir özelliği yok benim sözlerimin. Ben kimim ki, müfessirlerin ve ariflerin sözlerinden daha üstün söylemiş olabileyim? Siz bana ve eserlerime fazla teveccüh gösteriyorsunuz. Ne ben, buna lâyıkım; ne de benim sözlerim şeklinde cevap vermesi gerekirdi, değil mi? Hayır! Ondan böyle bir tevazu beklenemez. Çünkü bazen tevazu; nimet verene nankörlük olur.
El cevap; Şeref, Kuranın mucizelerine ait olduğundan ve bana ait olmadığından pervasız olarak derim ki; Ekseriyet itibariyle öyledir! Çünkü yazılan sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şahadettir. Şuhuddur. Taklid değil, tahkiktir. İltizam değil, izandır. Tasavvur değil, hakikattir. Dava değil, davalar içinde burhandır.[20]
Onun için müfessirler, arifler, Said-i Nursinin ki gibi söyleyemiyor, yazamıyorlarmış. Onun için Nursinin sözlerinde olağanüstü bir güç, olağanüstü bir tesir varmış(!) Said-i Nursi, kendi sözlerinin, bütün müfessirlerin sözlerinden neden daha üstün olduğunu anlatmaya devam ediyor ve bakın ne diyor;
Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir varsa, ancak Kuranı temsil etmiş olmanın parıltılarındandır. Bunda benim payım sadece: Şiddetli bir ihtiyaçla istemek, son dereceye varan bir güçsüzlük içinde yalvarıp yakarmak olmuştur. Dert benimdir, derman, Kuranındır.[21]
Pekâlâ, Allahtan onun kadar isteyen, onun kadar yalvarıp yakaran başkaları çıkmamış mı? Yoksa başkalarının duaları, yalvarıp yakarmaları kabul olmuyor da, yalnızca onunki mi kabul oluyor?
*Said-i Nursi kitaplarını neden bu kadar çok över? Yine rüyalar devreye girer. Kendisine Kuranı savunma işi tevdi edilmiştir. Mademki bu kadar mühim bir iş kendisine verilmiştir ve bu işi bi-hakkın yapması gerekir ve yapmıştır da! Öyleyse bu işin emr-i ilahi olduğunu açıklaması gerekir. [22] Keramet sahibi kerametini yazmaz. Bu nedenle o keramet izhar etmeyi düşünmez (!) ama mecbur kalmıştır (!) Kendi hükmünü kendisine verdirelim, mademki risaleler onun üstadıdır.
Oysa, burası darul hizmettir, darul mükafat değil. Uhrevi amellerimizin neticelerini burada istememek gerekir. Amelimizin baki meyvesini koparıp burada yemek akıl karı değil. Meyve orada yenilirse koparıldıkça yerine yenisi gelecektir. (Ama burada yemek için koparılırsa yerine yenisi gelmez) Ehl-i velayet verilen keşf ve kerametin kesilmesini, gizlenmesini istemişlerdir. Ta, ihlâs zedelenmesin. En makbul ihsan-ı ilahi; ihsanı ona hissettirmemektir.[23]
Said-i Nursi, Risale-i Nuru bir de şu sebeplerle övüyormuş: Herşeyde Kuranı örnek almak gerekir. Mademki o, kendi kendisini övüyor; biz de ona uyarak, Onun tefsirini öveceğiz. Mademki Kuran, birçok surede, kendi üstünlüklerini söylüyor, kendi kendini gerektiği şekilde övüyor; elbette bu bizim Sözler Kitabına da yansımıştır. Kuran mucizelerinin parıltıları durumunda olan ve Kurana hizmetin makbuliyetine bir alamet sayılan Risale-i Nurun kerametini açıklamak zorundayız. Çünkü Kuran öyledir, Öyleyse Risale-i Nurun üstünlüğü de açıklanmalıdır.[24]
Neden öbür tefsirleri övmek gerekmiyor da, yalnızca Risale-i Nuru övmek gerekiyor? sorusuna; Alçakgönüllülükle söylemiyorum, bir gerçeği anlatmak istiyorum: Sözlerdeki gerçekler ve üstünlükler, bizim değil, Kuranındır. Ve Kurandan sızmıştır. Hatta onuncu söz, Kuranın yüzlerce âyetinden süzülmüş birer damladır. Öteki Risaleler de genel olarak öyledir.[25]
*Said-i Nursi Risale-i Nuru bir yandan överken, diğer yandan da Allaha ait olduğunu söyler. Onun için bu övünme olmuyormuş. Öyleyse herkes yazdığı eseri göklere çıkarsın; sonra da; Bu eser benim değil Allahındır demekle işin içinden çıksın ve övünmemiş olsun! İyi de, o eserde birçok yanlışlık varsa ne olacak? Buradaki mantığın ne kadar yanlış oluğunu anlatmaya gerek var mı? Said-i Nursi, burada enteresan bir itirafta bulunuyor: Ben Kuranı, Sözlerimle övmüyorum. Sözler kitabımı Kuranla övüyorum. Kuranın icazını ben övemem, lakin Kuran benim ifadelerimi güzelleştirdi. Öyleyse şükran-ı nimet olarak, ilahi yardımlardan bahsetmek lazımdır.[26]
Şimdiye kadar müfessirler neden onun gibi bir iddiada bulunmamışlar? Yoksa onlar Allahın eserine karşı nankörlük mü etmişler? Tam aksine, önceki müfessirler hadlerini bilmişler, kendi eserlerini Kurana maletmek gibi, Kurana karşı saygısızlık göstermemişler. Kısacası, Said-i Nursi gibi davranıp; kendisini ve eserini göklere çıkarmak için Kuranı kendilerine âlet etmemişlerdir. Said-i Nursi, eserlerinin meziyetlerini anlatırken, önceki âlimlerin eserlerinin, kendi eseri yanında çok önemsiz ve değersiz kaldığını her fırsatta belirtmeye çalışır. Sonra da, Risalei Nurun, bu kadar üstün olmasının, bu kadar harikuladeliğinin, nedensiz olamayacağını, bir rastlantıya filan bağlanamayacağını, kısacası: Kuran-ı Kerim hangi kaynaktan gelmişse Risale-i Nurun da aynı kaynaktan doğrudan doğruya geldiğini ileri sürer.[27]
Kendi hükmünü kendisine verdirelim; Velilerin ilhamlarını Vahiy ve kelamullaha ha
s ayetlere benzetilmesi (affedilmez) bir hatadır. En tehlikeli hata kalbine gelen ilhamları Allahtan gelen ayetler zannedip vahyin ulvi, kutsal mertebesine hurmetsizliktir.[28]
*Nur-u Muhammedî inancı Said Nursîde de vardır. Şu gördüğün büyük âleme bir kitab nazarıyle bakılırsa, Nur-u Muhammedî o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o büyük âlem, bir ağaç olarak tasavvur edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem meyvesi olur. Eğer dünya bedenlenmiş bir canlı farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Ona göre; yazdığı risalelerin kaynağı ve esası Nur-u Muhammedîdir.[29] Talebesi Hasan Fevziin yazmış olduğu bir şiirde, nur-u muhammediyi Said Nursiye kadar getirir ve onun binlerce yıldır beklenen o nur olduğunu söyler. Kendisi de o nur-u muhammedinin mecazi anlamda bir vârisine verilebileceğini düşündüğünden şiire ilişmediğini söyler. Risale-i Nurlar, Nur-u Muhammedînin bir cilvesi, görünümüdür. Hâlbuki bu teorinin ne kadar İslam dışı bir düşüncenin ürünü olduğunu ilgili maddede açıklamıştık.
*Risale-i Nurun manevi kişiliğinin/kendisinin kutub ve gavs olduğunu söylemektedir. Talebeleri, ona Şah-ı Evliya derler. Mehdi olduğunu inkâr etmez. Yaşadığı asrın müceddidinin kendisi olduğuna kanidir. Talebeleri, onun en büyük müceddid olarak lanse ederler. [30] Tabii ki, bu müceddid ve mehdi hikâyelerinin islamla alakası yoktur.
*Kitablarında, kendi kitablarını ve kendisini övdüğü bölümler epey yer işgal etmektedir. Bütün risalelerin tevâfuk ve binlerce keramet ile dolu olduğunu, Kuranın 33 kadar ayetinde kendisine ve eserlerine remzen, işaret edildiğini söylemektedir.[31] Yazdığı kitabları okumanın, tıpkı kuran okumak gibi kişiyi usandırmadığını söyler.
*Sikke-i Tasdîk-i Gaybî adlı kitabını sırf önceki kitabların- buna Kuranda dâhildir- kendi risalelerine işaret ettiğini isbat edebilmek için yazmıştır. Kitabın adı bile oldukça iddialıdır. Gaybî Onayın Belgesi. Yüzlerce yıl öncesinden büyük veliler, kendisini tasdik etmişler, tebrik etmişler ve bunun sikkesini/mührünü vurarak, onaylamışlardır. Kitablarını ilahi yardımla yazdığını iddia ederek eserlerini aşırı yüceltmektedir. Said Nursî, risalelerin ilahî tasdike sahip olduğunu iddia eder. Kitablarının günahlara kefaret olduğunu, kitablarının isimlerini Hz.Alinin verdiğini iddia eder.
*Hz.Alinin Celcelûtiye adlı kasidesinin kendisini ve Risalelerini asırlar öncesinden haber verdiğini ve alkışladığını söyler. Hatta bu kasidenin vahiy kaynaklı olduğunu, esrarlı olup geleceği haber verdiğini ve mahlûkatın tüm ilimlerinin bu kaside de toplandığını söyler. Hatta bu risalede Hz. Ali, Risale-i Nuru kendisine şefaatçı yaptığını iddia eder. Hâlbuki Peygamberden başkasının vahiy aldığını kabul etmek küfürdür. Yine Allahtan başkasının geleceği bildiğine itikad etmek te Kurana aykırıdır.
Bu Risale-i Celcelûtiyenin Hz.Aliye ait olduğu iddiası tam olarak yalandır.[32] Bu kasidenin cifr ve ebced hesabına göre yazılmış olması bile onun İslam dışı bir zihniyetin ürünü olduğunu göstermeye kâfidir. Ayrıca bu Celcelûtiyenin her beytinin sonu Süryanîce bir kelime ile bitmesi oldukça ilginçtir. Bir arap olan Hz.Aliye Süryanîce vahiy gelmesi olacak şey değildir. Güya; Cebrail Hz.Aliye bu kasideyi yeşil bir atlas üzerinde yazılı olarak vermiştir. Yani körler sağırlar birbirini ağırlar misali, bir uydurma kaside üzerine bir sürü yanlışlıklar bina edilmeye çalışılmıştır. Yok, efendim Hz.Ali risaleleri önceden haber vermiş, risalelerin adını o koymuş vs. Bu celcelûtiyede nur kelimesinin bu kadar çok geçmesi bile onun İran/Zerdüşt kaynaklı bir düşüncenin ürünü olduğunu göstermeye yeter.
*Yine Nurcuların çok önem verdikleri Cevşende Şii kaynaklıdır. Güya Peygamberimiz Uhud savaşı öncesi, sahabesine zırhını çıkar, bu Cevşeni oku demiştir. Yalanın dik âlâsı. İki tane zırh giyen bir Peygamber, başkasına zırhını çıkar der mi? Hiç savaş meydanında bu kadar uzun bir münâcatı sahabenin işitip ezberleme imkânı olabilir mi? Cevşen hakkında o kadar abartılı yalanlar uydurmuşlar ki, insan nakletmeye utanıyor.[33] Bu Cevşeni, Gümüşhanevî, Mecmaul-Ahzâb adlı dua kitabına almış, oradan da Said Nursî almıştır.[34] O risalelerini Cevşenden feyz olarak, ondan tevellüd eden kitablar olarak niteler. Görüldüğü üzere onda şii etkisi çok fazladır.[35]
*Allahın, insan-ı kâmil şeklinde yeryüzünde hep bulunduğu fikrininin ne kadar yanlış olduğuna yukarıda değinmiştik. Said Nursî kendisinin bu asırda 80 Saidin özü olarak ortaya çıktığını, bu şahsın 79 ölü Saidin ve bir konuşan Saidin özeti olduğunu söyler. Farklı bedenlerde ortaya çıkan Saidler birbirini görse tanımayacaklarını, o konak yerlerinin her birindeki kişinin kendisi olduğunu, ölümünden sonra gelecek konaklardaki kişinin de kendisi olacağını söyler. Elbise değiştirir gibi şekil değiştirip, yırtılmış Saidi atar, Yeni Saidi giyerim demektedir.[36] (Ona göre; dünya kurulalı 5960 sene geçmiş olup, bu toplam 80 insanın toplam ömrü kadardır. Yine ona göre, insanlığın ömrü 7000 yıl kadardır[37]) Yani, özetle kendisinin bu devirde görünen İnsan-ı Kâmil olduğunu ima etmektedir.
*İslamın kesinlikle onaylamadığı bir hurafe olan Ebced ve Cifr ilmine çok fazla müracat etmiştir. Bir çok zorlama ile sayıları denk getirmeye çalışır, bazen harfleri düşürür, buna rağmen denk düşmez ise küçük bir fark ile, hemen hemen gibi ifadelerle zahiri kurtarmaya çalışır. Bazen Risale-i Nur, bazen Resâilün-Nur, bazen de Risaletün-Nur yapar. Bazen denk düşürebilmek için miladi takvime atlar.[38]
*Said Nursi, kuranın gizli hakikatlarının risalelerle kendisine indiğini söyler. Risaleleri; Kuranın arştaki yerinden ve manevî mucizesinden feyz ve ilham yoluyla kesin delillerle inmektedir. Risale-i Nurlar arştan alınmıştır. Risaleler, kuran ayetlerinin ayetleridir.[39] Bu ve benzeri sözler son derece tehlikelidir. Peygamberlik imasını andırmaktadır. Mesela şu sözler baştan sona hatadır. Mubarek Sözler kitabı, kuranın lemeatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler olmamakla birlikte, tümüyle kusursuz ve eksiksizdir[40]
Yazıklar olsun o kimseler ki! Kendi elleriyle kitab yazarlar, sonra bu Allah katındandır derler.[Bakara/79]
Risalelerine, urvetül-vüskâ/hiç kopmayacak olan kulp, hablullah/ Allahın ipi gibi Kuranın sıfatlarını vermekten çekinmez.[41] Ona göre risaleler, hem şeriat, hem dua, hem hikmet/felsefe, hem ibadet, hem emir ve davet, hem zikir, hem fikir, hem hakikat, hem de tasavvuftur. Hem mantık, hem ilm-i kelam, hem de ilm-i ilahiyat kitabıdır.[42]
*Said Nursî, kendisinin özel üstadı olan İmam Rabbanî, Abdulkadir Geylanî, İmam Gazalî, Zeynelabidin, Hz.Hüseyin ve Aliden 30 seneden beri ders aldığını ve Cevşen vasıtasıyla onlarla manevî bağ kurarak bu seviyeye ulaştığını söyler. O kimi zaman Türkçesi zayıf, ehemmiyetsiz bir ümmi olur. Böyle söylemekteki maksadı da eserlerinin kendisinden olmadığını, Allahın inayetiyle olduğunu anlatmaktır. Bazen de bir müceddid, gavs, Bediuzzaman, allâme-i cihan, mehdi olur. Fakat Tarihçe-i Hayatta verdiği bilgilere göre 40 kadar İslami ilimlere ait kitabı ezberlemiş, pek çok hocadan ders almıştır. Özetle 14 yaşında tüm âlimleri susturduğu yalanını bizzat kendisi tekzib etmektedir. 15-6 yaşına kadar tüm bilgisinin sunuhat kabilinden/ aklına hatırına gelen şeyler türünden olduğunu söyler.[43]
*Said Nursî, Abdulkadir Geylanînin ruhaniyetinden ömür boyu istimdat dilediğini ve himmetini gördüğünü, bunu defalarca tecrübe ettiğini söyler. Bunların hayra tevil edilmesi mümkün olmayan yanlışlardır.
Özetle; Said Nursî bir İslam âlimidir. Kelam ilminde bir takım yeni metodlar denemiştir. Diğer âlimler gibi bir insandır. Yanlışları da vardır. Eleştiriden muaf, lâ yüsel değildir. Yaşadığı dönemde islama yapılan saldırılara göğsünü siper ederek mücadele etmiştir. Eleştirel/kritik edici bir zihniyetten daha çok muhafazakâr/savunmacıdır. Kullandığı malzemede çok seçici değildir. Zayıf hadisleri kullanmaktan çekinmez. Hatta kelam-ı kibar nevinden sözleri bile hadis zannıyla ebcede vurmaktan çekinmez.
Allahın varlığını isbatta ki başarısını, tevhidte, özellikle tevhid-i ulûhiyette ve ubudiyette gösteremez. Mesela; şirk-i esbabı o kadar güzel anlatır ki, sebeblerin hakiki fail ve müsebbib olamayacaklarını izah eder. Lakin Mekkeli müşriklerde zaten Allahın rububiyetiyle pek problemleri yoktu. Gel görki Said-i Nursi şirk-i takrib konusunda çok ihmalkârdır. Hatta affedilmez hataları olan biridir. Örneğin; Halid-i Bağdadî, Hindistandan Nakşî tarikini Bağdata getirdiğinde, Bağdat Abdülkadir Geylanînin ölümünden önce olduğu gibi, ölümünden sonra da tasarrufu altındaydı. İlk başta Halid-i Bağdadînin manevi tasarrufu kabul görmedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam Rabbanînin ruhaniyetleri Bağdata gelip, Abdülkadir Geylanînin ziyaretine giderek, rica etmişler. Demişler ki; Halid-i Bağdadî senin evladındır, kabul et. Abdülkadir Geylanîde onların iltimasını kabul ederek Halid-i Bağdadîyi kabul etmiş ve bundan sonra birden parlamış. Bu ruhani olayı bazı veliler müşahede etmiş, bazısı da rüya ile görmüş.[44] Bağdat bölgesinde ilahların hâkimiyet savaşından bir kesit sunulmuş sanki! Ruhaniyetler gelip-gidiyor, torpil yapıyorlar, büyük ilah küçüğünü oraya sokmuyor, araya başka ilahların devreye girmesiyle küçük ilahta oraya giriyor. En sonunda da küçük ilahın uluhiyyeti Bağdatı ele geçiriyor. Yunan mitolojisindeki tanrıların mücadelesi gibi. Ölülerin tasarrufuna inanan, onlardan yardım isteyen birisi gerçekten Müslüman olabilir mi?
Kitablarının tenkitli metin şeklinde baskıları yapılabilr. Sadeleştirilebilir. Ama bunu duyan Nurcular hop oturup hop kalkar, kan beyinlerine sıçrar. Çünkü onlara göre risaleler kutsal metinlerdir. Üstadları özel misyonla görevlendirilmiş asrın müceddidi, harikulâde bir şahsiyettir. Onun ve risalelerinin hatalı olabileceğini kabul etmeleri mümkün değildir. Onlar üstadlarının erişilmez olduğunu kabul ederler. Yani üstadlarını rableştirme, ilahlaştırma bunlar da mevcuttur. Artık Nurcular, insanları Said Nursîye, onun kitablarına, onu yücetmeye daveti bırakmalıdırlar. Yıllardır kuran tefsiri okuyoruz diye cemaatı uyutmaktadırlar. Risaleler asla bir tefsir değildir. En fazla birkaç yüz ayetin tefsiri olabilir.
Size onun öve öve bitiremediği tefsirinden bir bölüm aktaralım. Felak suresinde bakın neler bulmuştur; İşte yalnız mânây-ı işari cihetinde bu sure-i azime-i harika, kâinatta âdem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insanî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz. Peygamberimize ve ümmetine emrederek her asra baktığı gibi mânây-ı işarisiyle bu acib asrımıza daha ziyade, belki zahir bir tarzda bakar. Kuranın hizmetkârlarını istiâzeye davet eder. Bu mucize-i gaybiyye beş işaretle kısaca beyân edilecek, şöyle ki: Bu surenin her bir âyetinin manaları çoktur. Yalnız manay-ı işâri ile beş cümlesinde dört defa şerr kelimesini tekrar etmek ve kuvvetli münâsebet-i mâneviye ile beraber dört tarzda bu asrın emsalsiz dört dehşetli ve fırtınalı maddi ve manevi şerlerine ve inkılâplarına ve mübarezelerine aynı tarih ile parmak basmak ve manen bunlardan çekininiz diye emretmek elbette Kuranın icâzına yakışır bir irşad-ı gaybîdir. Başta Kul eûzü bi Rabbil felak cümlesi 1352 veya 1354 tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrîyle tevafuk edip nev-i beşerde en geniş hırs ve hasedle ve birinci cihan harbi sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umûmiye işaret eder ve ümmet-i Muhammediyeye manen der ki: Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz ve bir manayı remzi ile Kuranın hizmetkârlarından olan Risale-i Nur şakirdlerine hususi bir iltifat ile onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihte kurtulmalarını ve haklarının imha planının akim bırakılmasını remzen haber verir. Min şerri ma halak cümlesi -Şedde sayılmaz- 1361 ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zalimane tahribatına rumî ve hicrî tarihi ile parmak bastığı gibi, aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kuranın hizmetinde çalışan Nur şakirdlerinin geniş bir imha planından kurtulmalarına tevafukla bir mânâyı remzî ile onlara da bakar. En-Neffasati fil ukad -şeddeler sayılmaz- 1328 adediyle bu umumi harbleri yapan ecnebi gaddarların hırs ve hased ile bizdeki Hürriyet İnkılâbının Kuran lehindeki neticelerini bozmak fikri ile tebeddül-ü saltanat ve Balkan, İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umuminin patlamasıyla maddi ve manevi şerlerini, siyasi diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderât-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli planlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevafuk ederek en-Neffâsâti fil ukadın tam manasına tetabuk eder.[45]
Belki, Osmanlıca deyimleri bilmeyen birisi anlayamadığı için yukarıdaki metinde hak ve hakikat namına bir şeyler var zannedebilir. Allah aşkına bunun neresi tefsirdir? Hurufilik, ilm-i şeytanat olan ebced hesapları, işari/batıni tefsir örnekleri o kadar! Ukad/düğümler olmuş radyo düğmeleri! Neffesat olmuş diplomatların konuşmaları! Yine Kuran remzen kendisinin ve cemaatının Eskişehir, Denizli hapishanesinden kurtulmasını, İki cihan harbini haber veriyormuş(!) Tüm insanlara ve çağlara gönderilen Kuran zorlama ebced hesablarıyla 20. Yüzyılın başındaki insanlar için mi gönderildi? Tefsirin devamında ebced hesaplarını tutturabilmek için ayetlerin başına bazen min ve şerri hesaba girer, bazen sadece min girer, bazen de her ikisi de hesaba dâhil olmaz der. Hangi karineye göre böyle yapmış belli değil. Aslında bunu attığı harflere mazeret bulmak için yapmaktadır. Yarattığı şeyin şerrinden deki min; bazıyet/bütünün bir bölümünü ifade eder, Yani; Yaratılmışların şerri tamamen şer değildir, ya da bir kısım insanlara değildir der. Lakin Hasedçinin şerrinden deki min ise; bazıyet ifade etmez, hasedin her türü zararlıdır der.[46] Bazı kelimeleri ebced hesabı tutsun diye attım. Ama iyiki atmışım. Hem ebced hesabı tuttu, hem de böyle mana daha güzel oldu demektedir(!) Onun için Kuran asıl değildir. Kuran yalnızca onun istediği anlamları çıkarabileceği bir malzemedir. Canım ister hesaba dâhil ederim, isterse etmem.
*Nur Risalelerinin Kuranın tefsiri olduğuna talebeleri yakinen iman etmişlerdir.Garbın Sokratı, Eflatunu, Aristosu gibi hakikatlı feylesofları ve Şarkın İbn Sina, İbn Rüşd, Farabi gibi dâhi hükemâsı Bediuzzamanın ancak talebesi olabilirler şeklinde tanıtılan Said Nursinin, bütün ilim dallarının hepsinde en büyük olması, buna mukabil bütün bu bilgilerin nihayet birkaç aya inhisar eden bir tahsil devresinin sonucu yazılması, zorunlu olarak akla İlahi inayeti/yardımı getirmiştir.
Kendisinin açtığı yolda yürüyen şakirdleri şöyle diyeceklerdir; Risâle-i Nur yirminci asrın müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlıklarından ve müdhiş dalalet yollarından kurtarmak için Said-i Nursinin kendi ihtiyariyle yazılmamıştır, Cenabı Hakkın ihsanıyla yazılmış bir kudsî eserdir.
Son aşamada ise şöyle diyerek iyice haktan uzaklaşacaklardır. Kuran ve Risâle-i Nur; arş-ı azamdan, İsm-i azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden nüzul ile ezel ve ebed ve şu anı ve bütün gaybi âlemi ve tüm beşeri ve kevni hâdiseleri kuşatan ve tasarrufu altına alan Kelimetullahtır ve semavîdir. Yine, Kuran surlarının yıkıldığı ve onun ana prensiplerine ve iman esaslarına hücum edildiği bir zamanda Kuranın kendi kendini müdafaa için onun mucizevî lemaâtından sızmış bir bedenlenmiş nûrdur. Bundan dolayı semavîdir, dünyevî değildir, bir Allah vergisidir. Hiçbir şahsın malı olamaz. Nitekim hârika bir şekilde zuhur ve intişarı ve tesir gücü ve insanları büyülemesi ve mucizevî, emsalsiz üslubu ve belagati ve onun tercümanlığına mazhar olan Said-i Nurside görülen garib ve acib fıtri ve ruhi haller mezkûr ifademizi apaçık desteklemekte ve isbat etmektedir. Hadi hayırlı olsun Yeni Kitabınız(!)
Hatta artık risaleler ana kitab olmuştur. Haşr Risalesinin tefsiri mahiyetinde eserler yazılmaya başlanmıştır. Artık risalelerin Kurana ayna değil, gölge olduğu kabul edilmelidir. Bugün her namaz sonrası risale okumayı cemaatlerine tavsiye eden Nurcular, kuran malumatları son derece sınırlı, kuran cahili bir zümre oluşturmuşlardır. Maalesef kendilerine İslam ve Kuran Şakirdi/hizmetçisi diyenler, insanları Nurculuğa ve Said Nursiyi yüceltmeye bir misyoner gibi davet etmektedirler. Artık Kurana ve bozulmamış, orijinal İslam dinine çağırmaya başlamalılar. Bugün bir Nurcunun Said Nursiye bağlılğı mezhep imamlarına olan bağlılığından daha fazladır. Hatta Nurcuları bir yeni itikadi fırka olarak görmek abartılı olmaz. Nur cemaatini büyütme gayretleri ittihad-ı İslam ve kulûba aykırıdır. Niçin insanları islama ve Kurana çağırmazlar da, Risalelere çağırırlar? Nurcuların en büyük hataları, kargadan başka kuş tanımam deyen kimse misali, Said Nursîden başka âlim tanımam, Risalelerden başka kitab okumam demeleridir. Bu onları kapalı devre yapmış, İslam bahçesinde açmış yüzlerce çiçekten mahrum etmiştir. En doğru yola ileten Kuran, Said Nursînin eserlerine remzen işaret etmekten, onların kutsallıklarını isbat için kullanılan bir ebced kitabı derekesinden kurtarılmalıdır.
SAADETTİN MERDİN
K.
[1] 15.Şua, özetlenerek alınmıştır
[2] Said-i Nursi, Sözler,29
[3] A.g.e, s.28
[4] A.g.e, s.29
[5] Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, s.79
[6] Said-i Nursi, Mesnevi Nuriye, s.6
[7] Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, s.88
[8] Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, s.104-5
[9] Said-i Nursi, Sözler, s.28
[10] Said-i Nursi, Hizmet Rehberi, s.92
[11] Said-i Nursi, Hizmet Rehberi, s.73
[12] Said-i Nursi, Hizmet Rehberi, s.92
[13] 1.Şua,
[14]Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 29
[15] Miftahul-İman, s.87
[16] Said Nursi, Nur Meyveleri, s.66
[17] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.8
[18] 14.Şua,
[19] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.228
[20] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.239
[21] Said-i Nursi, a.g.e, s.239
[22] Said-i Nursi, a.g.e, s.229
[23] Mektubat, s.360
[24] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.230
[25] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.230
[26] A.g.e, s.231
[27] Said-i Nursi, a.g.e, s.236
[28] Mektubat, s.419-20
[29] Said-i Nursi, a.g.e, s.219
[30] Bu hadis Ebu Davud'un Süneninde 'Melahim' bölümünde yer alır. [Ebu Davud, Sünen 4/156] Hadis şöyledir; Allah her yüzyılın başında dini yenileyecek bir kişiyi bu ümmete gönderecektir. Hadisin peygambere isnadı sahte olduğu gibi, daha başka sahtekârlıklar da içermektedir. Şöyle ki hadisi nakledenler İmam Şafii'nin talebe ve tabiileridir. 'Kureyşin âlimi /Şafii yeryüzünü adaletle dolduracaktır' hadisini uyduranlar da aynı kimselerdir. Ne hikmetse mücedditler (!) hep şafiilerden çıkmıştır. [Hakkı Ünal, Periyodik Reform, Müceddid Hadisi Hakkında Bir İnceleme, İslami Araştırmalar, C.6, Sayı.4, s.261-76]
[31] 1.Şua,
[32] M.Yaşar Kandemir, Ali md, DİA, C.2, s.375
[33] Bu cevşen ile münacatta bulunan kimseye, bedir savaşında şehid düşen sahabenin sevabıyla 900 bin şehid sevabı verilirmiş, kefenine yazana kabir azabı dokunmazmış, dört kitabı okumuş kadar sevab kazanırmış, asla cehenneme girmezmiş vs. Bugün o kadar meşhur olmuştur ki, herkes boynunda, koynunda, arabasında cevşen taşımaya başlamıştır.
[34] Mehmet Toprak, Cevşen md, DİA, C.7, s.463
[35] Said Nursi doğduğu andan itibaren insanüstü bir yaratık olduğu, tavır ve davranışları ile bellidir şeklindeki anlatımlar hemen hemen bütün Şiî imamlarında bulunmaktadır. İmamiyyenin son imamı Muhammed b. el-Hasen el-Askerîde doğduğu zaman tıpkı Said Nursi gibi davranmış, çevresindekileri şaşırtmıştır, mesela, okunan ezana gayet fasih bir arapça ile kelime- i tevhidi okuyarak cevap vermiştir. Said Nursi, çok küçük yaşta iken ilahi bir lütuf ile bütün ilimleri hemen öğrenmiş, hayatında hiç sual sormayıp, yalnız suallere cevap vermiştir. Bu da imamlara has bir özelliktir. Mesela 9. İmam Muhammed et-Taki de babası öldüğünde sekiz yaşındaydı. Hatta mezhep mensupları bu yaşta bir çocuğun imam olup olamayacağı hususunda tereddüde düşmüşlerdi. Bu sebeple kendisini imtihan etmeye karar vererek sorular sormuşlardı. Bu Küçük İmamda, kendisine sorulan otuz bin kadar soruyu gayet rahatlıkla cevaplandırarak rüşd ve ehliyetini isbat etmişti(!) Şia akidesine göre hiçbir imam bir başkasına sual sormamış, kendisine sorulanlara cevap vermiştir. Said Nursi birçok defalar zehirlenerek öldürülmeye çalışıldığını ve bu şekilde bir gün öldürüleceğini, şehîd edileceğini iddia etmesi de İsna-i Aşeriyyenin imamlarına has bir özelliktir. Bu mezhebe göre, imamların hiçbiri normal ölümle ölmemiştir, hepsi öldürülmüş yani şehîd edilmiştir. Bu cinayette seçilen araçta zehirdir.[Yaşar Kutluay, İslami Tetkikler Ens. C.3]
[36] Abduaziz Bayındır, Aracılık ve Şirk, s.145-6
[37] Barla lahikası, s.325
[38] Abdulaziz Bayındır, Aracılık ve Şirk, s.136-72
[39] Birinci Şua, 3.Nokta,
[40] Barla Lahikası, ???
[41] Onbirinci Şua,
[42] Emirdağ Lahikası,
[43] Tarihçe-i Hayat, s.43
[44] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.16
[45] Asa-yı Musa, s.76-7
[46] A.g.e, s.78
Said Nursî özetle; kendisinin müceddid olduğunu, yazdıklarının kendisinden olmadığını, vahyin menbaı olan Resulullahın ilhamı ve telkini ile olduğunu söyler. Celcelûtiye, Mesnevî ve Fütühât hep bu tür eserlerdir. Eserleri eşine rastlanmayan sonsuz kemal ve ulvî feyz içerdiğinden Resulullahın hissesi ve kudsî tasarrufu ile olduğu aşikârdır. Hiç bir tahsil yapmamış, sadece üç aylık bir tahsil hayatı olmasına rağmen, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerine, ledünnî ilimlere, eşyanın hakikatına, kâinatın esrarına ve ilâhî hikmete varis kılınmış olup böyle yüce bir mazhariyete kimseler nail olmamıştır. Böyle harikulade bir ilim asla görülmemiştir.
Kendisi yüce ahlakî meziyetleri ile bir yaratılış mucizesidir. O bedenlenmiş bir inayet ve mutlak bir Allah vergisidir. Harikalar sahibi Said Nursî, daha büluğa ermeden bir allame olarak tüm ilim dünyasına meydan okumuş, münazara yaptığı tüm ilim erbabını susturmuş, tüm sorulara hiç tereddüt etmeden cevap vermiş, daha 14 yaşında üstadlık payesini taşımış ve hakkıyla Bedîuzzaman ünvanını almıştır.
Böyle bir zat elbette Peygamberin en yüksek iltifatına mazhar ve en yüksek himaye ve himmete naildir. Tüm bunlar onun peygamberin emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden birisi olduğunun kanıtıdır. Kuran ve hadisin matematiksel işaretleri kendisini göstermektedir, Said Nursînin, Hz.Muhammedin risaletinin parlak bir aynası ve meyvesi olduğunda hiçbir şüphe yoktur.[1]
Said Nursîye yönelteceğimiz başlıca eleştiriler şunlardır;
*Said-i Nursi, Risale-i Nurların Kuran-ı Kerimin bir aynası olduğunu ve kimsenin yazamayacağı harika bir kitap olduğunu söyler; Risale-i Nur, Kuranın bir aynasıdır. Bir mucize durumundadır.[2] Risale-i Nura, karşı konulamaz ve onunla boy ölçüşülemez.[3] Risale-i Nur, sönmez ve söndürülemez. O, üfledikçe parlayan bir nurdur.[4] Ölüm hakikatinin muammasını, yalnızca Risale-i Nur çözmüştür.
*Said-i Nursi, Kuran-ı Kerimin ruhu Risale-i Nurların cesedine girdiğini ve Kuranın bir mucizesi olduğunu iddia edecek kadar ileri giderek der ki; Kuran-ı Kerimin ruhu, Risale-i Nurun cesedine girmiştir.[5] Risale-i Nur, Kuranın bir mucizesi olduğu için, her şeyde bir marifet penceresi açmıştır. Bu kitap, Kurana mahsus bir sırrı da çözerek, bir yıllık işi, bir saatte görecek duruma ulaşmıştır... Risale-i Nur, Musa Peygamberin asası gibi, nereye vurmuşsa su çıkarmıştır...[6] Risale-i Nur, kerametiyle; bela ve felaketleri önlüyor. Böylece; Risale-i Nurun kerameti, sadece yaratıklarda değil; olaylarda da etkisini gösteriyor. Risale-i Nur Anadoluya gelecek bela ve felâketleri önlemektedir.[7]
*Risale-i Nur, kendisine hizmet etmekte kusur edenlere nasıl tokat vuruyorsa; eksiksiz hizmet edenlere de olağanüstü(!) yardımlarını göstermeyi biliyor; böylelerini, kazalardan belâlardan kurtarıyor(!) Çarşıda büyük bir yangın çıkıyor ve talebeleri; Biz yanıyoruz, mahvoluyoruz! dediler. Yangının hücum ettiği mağazada; Risale-i Nur külliyatından Âyet-ül-Kübra vardı. Ben de Risale- i Nuru ve Âyet-ül-Kübra adlı risaleyi şafaatçı kılıp; Ya Rabbi kurtar! dedim. 3 saat o dehşetli yangın hücumuna devam etti. Bütün o büyük dâireyi, altında ve bitişiğindeki dükkânların hepsini yaktı. Ama Risale-i Nurun ve Âyet-ül-Kübra adlı bölümünün koruyuculuğunda olan mağazaya ilişmedi. Ve altındaki Risale-i Nur talebesinin dükkânına da dokunmadı. Bunun, Risale-i Nurun ve Âyetül-Kübra adlı risalenin bir kerameti olduğuna hem ben, hem de bütün arkadaşlar kanaat getirdik...[8]
*Said-i Nursi, Risale-i Nur hakkındaki abartılı övgülerine devamla şöyle der; Risale-i Nurları okumak, okutmak, yazmak ve onunla meşgul olmak; kalbe rahatlık, ruha genişlik, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor.[9] Ama onda yazılı olanlar Kuranın malıdır. Allahtandır.[10]Peygamberimiz nasıl Kuranı Kerimin sadece bir tercümanı idiyse, Üstad da Risale-i Nurun sadece bir tercümanı(!) durumundadır. [11]
*Risaleler onun malı olmadığı için, o bile dersini kendine yazdırılan kitabtan alır. [12] Yani, kitab kendini yazan adamdan daha bilgili(!) Çünkü kitablarını o yazmadı ki! Ona yazdırıldı.(!)
*Said Nursi, hemen her eserinde Bu hususun kalbine ihtar edildiğini, ihtiyarı dışında kalbine gönderildiğini, hakikatlerin ihtar yolu ile kendisine bildirildiğini, hakkelyakîn filan hakikate muttalî olduğunu söyler. Böylece Risalelerin kendi eseri olmadığını ihsas ettirmeye çalışır. Bu mahviyet ve tevazudan gelmez, tam aksine bunu eserlerine kudsiyet kazandırmak için yapar.
*Resâil-in Nur ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nurdur. Belki semavî olan Kur'an'ın Arştaki yüksek yerinden alınmıştır.[13]
* Risale-i Nur, kendisine hizmet edenleri, başta talebelerini mutlaka cennete götürecek. Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine girenlerin imanla kabre gireceklerine çok güçlü emareler vardır. [14] Risale-i Nurun şefaatı, duası, himmeti Nurcuları kurtaracaktır.
*Risale-i Nur, herkese, Ab-ı Hayat, yani ölmezlik suyunu içiriyor. Musa Peygamberin asası, nasıl bir taştan 12 çeşme akıttıysa ve gerek Hazreti Musayı, gerek beraberindekileri nasıl susuzluktan kurtardıysa, Risale-i Nur da öyledir. Bir Kuran asasıdır.[15]
*Risale-i Nurdan alınan bilgiler, onu yazarken akıtılan mürekkepler, şehitlerin kanından daha üstündür! Risale-i Nura yapışmak suretiyle Peygamberin yolundan gidenler, şu fesat zamanında yüz şehit sevabından daha çok sevap kazanırlar. Risale-i Nuru okumak ya da yazmak, âlim olmak için yeterlidir. Başka şey istemez.[16] Gel gör ki; onlarca senedir risale okuyanlar asgari, usul-ü fıkh, hadis ve tefsir dahi bilmezler.
Hassaten tam bir kuran cahilidirler. Aynı aşk ile, ihlasla ile İslami ilimlere çalışsalardı, her biri sahalarında ülke çapında âlim olurdu. Oysa onlar benim oğlum döner, döner bina okur, misali hep aynı kitabları her namaz sonrası okumaya çalışırlar. Ve bir de kuran dışında- en çok okunan kitap, Risalelerdir diye iftihar ederler.
*Risale-i Nur bir elektriğe benzer. Son derece yüksek ve derin bir ilimdir o. Öyleyken; ne tahsile, ne ders çalışmağa, hacet kalmadan; zahmet bile çekmeden herkes onu anlayabilir. Ondaki derin bilgileri alabilir. Eski medreselerde 5-10 yıl okumaya karşılık, Risale-i Nur okutulan yerlerde 5-10 hafta okumak yeter. Çünkü Risale-i Nur, 5-10 haftada 5-10 yıllık sonucu verebilir.[17] Nasıl kendisi 15 senede okunan ilimleri 15 haftada bitirdiyse[18] Şimdi de o, başkalarına 15 yılda öğrenilebilecek ilimleri 15 haftada verebilir(!)
*Gerçekte Risale-i Nur bir tefsir değildir. Kuran-ı Kerim âyetlerinden sadece bazılarını tefsir etmiş, onun da çoğunu da remzen, işareten diyerek işari/batınî tefsir şeklinde ilmi olmaktan uzak teviller biçiminde yapmıştır. Bir an için diyelim ki: Risale-i Nur, Kuranın tefsiridir. Her tefsir, tefsir edene ait olduğuna göre, Risale-i Nurun da, Said-i Nursiye ait olması gerekmez mi? Said-i Nursi nasıl olur da kendi yaptığı tefsir için; O benim değil Kuranın malıdır diyerek, yaptığı indî yorumları doğrudan doğruya Kurana maleder? Ve nasıl olur da, Kuran ve Hazreti Muhammed hakkında inmiş olan âyetleri kendi kitabı ve kendisi hakkında inmiş gibi yorumlar? Her tefsirci de aynı yola gitse, eserini Kuranın malı ve gökten inmiş gibi gösterse işin içinden nasıl çıkılır? Sonra yaptığı tevil ve tefsirlerde yanılmış olamaz mı? Kendi yanlışlarını vahye isnad etmiş olmaz mı? Ona göre; hiçbir müfessirin tefsirinde bulunmayan tesir gücü Risale-i Nurda varmış, pekâlâ bu üstünlük nereden kaynaklanmaktadır?
Benden soruyorsun: - Neden senin Kurandan yazdığın sözlerde olağanüstü bir özellik var? Bu sözlerde öyle bir güç, öyle bir tesir var ki; müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazan bir satırda, bir sayfa kadar güç var. Bir sayfada da bir kitap kadar tesir bulunur. Bu, neden böyle, diyorsun? [19]
Said-i Nursinin, böyle bir soruya: Estağfirullah, söylediğiniz gibi bir özelliği yok benim sözlerimin. Ben kimim ki, müfessirlerin ve ariflerin sözlerinden daha üstün söylemiş olabileyim? Siz bana ve eserlerime fazla teveccüh gösteriyorsunuz. Ne ben, buna lâyıkım; ne de benim sözlerim şeklinde cevap vermesi gerekirdi, değil mi? Hayır! Ondan böyle bir tevazu beklenemez. Çünkü bazen tevazu; nimet verene nankörlük olur.
El cevap; Şeref, Kuranın mucizelerine ait olduğundan ve bana ait olmadığından pervasız olarak derim ki; Ekseriyet itibariyle öyledir! Çünkü yazılan sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şahadettir. Şuhuddur. Taklid değil, tahkiktir. İltizam değil, izandır. Tasavvur değil, hakikattir. Dava değil, davalar içinde burhandır.[20]
Onun için müfessirler, arifler, Said-i Nursinin ki gibi söyleyemiyor, yazamıyorlarmış. Onun için Nursinin sözlerinde olağanüstü bir güç, olağanüstü bir tesir varmış(!) Said-i Nursi, kendi sözlerinin, bütün müfessirlerin sözlerinden neden daha üstün olduğunu anlatmaya devam ediyor ve bakın ne diyor;
Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir varsa, ancak Kuranı temsil etmiş olmanın parıltılarındandır. Bunda benim payım sadece: Şiddetli bir ihtiyaçla istemek, son dereceye varan bir güçsüzlük içinde yalvarıp yakarmak olmuştur. Dert benimdir, derman, Kuranındır.[21]
Pekâlâ, Allahtan onun kadar isteyen, onun kadar yalvarıp yakaran başkaları çıkmamış mı? Yoksa başkalarının duaları, yalvarıp yakarmaları kabul olmuyor da, yalnızca onunki mi kabul oluyor?
*Said-i Nursi kitaplarını neden bu kadar çok över? Yine rüyalar devreye girer. Kendisine Kuranı savunma işi tevdi edilmiştir. Mademki bu kadar mühim bir iş kendisine verilmiştir ve bu işi bi-hakkın yapması gerekir ve yapmıştır da! Öyleyse bu işin emr-i ilahi olduğunu açıklaması gerekir. [22] Keramet sahibi kerametini yazmaz. Bu nedenle o keramet izhar etmeyi düşünmez (!) ama mecbur kalmıştır (!) Kendi hükmünü kendisine verdirelim, mademki risaleler onun üstadıdır.
Oysa, burası darul hizmettir, darul mükafat değil. Uhrevi amellerimizin neticelerini burada istememek gerekir. Amelimizin baki meyvesini koparıp burada yemek akıl karı değil. Meyve orada yenilirse koparıldıkça yerine yenisi gelecektir. (Ama burada yemek için koparılırsa yerine yenisi gelmez) Ehl-i velayet verilen keşf ve kerametin kesilmesini, gizlenmesini istemişlerdir. Ta, ihlâs zedelenmesin. En makbul ihsan-ı ilahi; ihsanı ona hissettirmemektir.[23]
Said-i Nursi, Risale-i Nuru bir de şu sebeplerle övüyormuş: Herşeyde Kuranı örnek almak gerekir. Mademki o, kendi kendisini övüyor; biz de ona uyarak, Onun tefsirini öveceğiz. Mademki Kuran, birçok surede, kendi üstünlüklerini söylüyor, kendi kendini gerektiği şekilde övüyor; elbette bu bizim Sözler Kitabına da yansımıştır. Kuran mucizelerinin parıltıları durumunda olan ve Kurana hizmetin makbuliyetine bir alamet sayılan Risale-i Nurun kerametini açıklamak zorundayız. Çünkü Kuran öyledir, Öyleyse Risale-i Nurun üstünlüğü de açıklanmalıdır.[24]
Neden öbür tefsirleri övmek gerekmiyor da, yalnızca Risale-i Nuru övmek gerekiyor? sorusuna; Alçakgönüllülükle söylemiyorum, bir gerçeği anlatmak istiyorum: Sözlerdeki gerçekler ve üstünlükler, bizim değil, Kuranındır. Ve Kurandan sızmıştır. Hatta onuncu söz, Kuranın yüzlerce âyetinden süzülmüş birer damladır. Öteki Risaleler de genel olarak öyledir.[25]
*Said-i Nursi Risale-i Nuru bir yandan överken, diğer yandan da Allaha ait olduğunu söyler. Onun için bu övünme olmuyormuş. Öyleyse herkes yazdığı eseri göklere çıkarsın; sonra da; Bu eser benim değil Allahındır demekle işin içinden çıksın ve övünmemiş olsun! İyi de, o eserde birçok yanlışlık varsa ne olacak? Buradaki mantığın ne kadar yanlış oluğunu anlatmaya gerek var mı? Said-i Nursi, burada enteresan bir itirafta bulunuyor: Ben Kuranı, Sözlerimle övmüyorum. Sözler kitabımı Kuranla övüyorum. Kuranın icazını ben övemem, lakin Kuran benim ifadelerimi güzelleştirdi. Öyleyse şükran-ı nimet olarak, ilahi yardımlardan bahsetmek lazımdır.[26]
Şimdiye kadar müfessirler neden onun gibi bir iddiada bulunmamışlar? Yoksa onlar Allahın eserine karşı nankörlük mü etmişler? Tam aksine, önceki müfessirler hadlerini bilmişler, kendi eserlerini Kurana maletmek gibi, Kurana karşı saygısızlık göstermemişler. Kısacası, Said-i Nursi gibi davranıp; kendisini ve eserini göklere çıkarmak için Kuranı kendilerine âlet etmemişlerdir. Said-i Nursi, eserlerinin meziyetlerini anlatırken, önceki âlimlerin eserlerinin, kendi eseri yanında çok önemsiz ve değersiz kaldığını her fırsatta belirtmeye çalışır. Sonra da, Risalei Nurun, bu kadar üstün olmasının, bu kadar harikuladeliğinin, nedensiz olamayacağını, bir rastlantıya filan bağlanamayacağını, kısacası: Kuran-ı Kerim hangi kaynaktan gelmişse Risale-i Nurun da aynı kaynaktan doğrudan doğruya geldiğini ileri sürer.[27]
Kendi hükmünü kendisine verdirelim; Velilerin ilhamlarını Vahiy ve kelamullaha ha
s ayetlere benzetilmesi (affedilmez) bir hatadır. En tehlikeli hata kalbine gelen ilhamları Allahtan gelen ayetler zannedip vahyin ulvi, kutsal mertebesine hurmetsizliktir.[28]
*Nur-u Muhammedî inancı Said Nursîde de vardır. Şu gördüğün büyük âleme bir kitab nazarıyle bakılırsa, Nur-u Muhammedî o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o büyük âlem, bir ağaç olarak tasavvur edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem meyvesi olur. Eğer dünya bedenlenmiş bir canlı farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Ona göre; yazdığı risalelerin kaynağı ve esası Nur-u Muhammedîdir.[29] Talebesi Hasan Fevziin yazmış olduğu bir şiirde, nur-u muhammediyi Said Nursiye kadar getirir ve onun binlerce yıldır beklenen o nur olduğunu söyler. Kendisi de o nur-u muhammedinin mecazi anlamda bir vârisine verilebileceğini düşündüğünden şiire ilişmediğini söyler. Risale-i Nurlar, Nur-u Muhammedînin bir cilvesi, görünümüdür. Hâlbuki bu teorinin ne kadar İslam dışı bir düşüncenin ürünü olduğunu ilgili maddede açıklamıştık.
*Risale-i Nurun manevi kişiliğinin/kendisinin kutub ve gavs olduğunu söylemektedir. Talebeleri, ona Şah-ı Evliya derler. Mehdi olduğunu inkâr etmez. Yaşadığı asrın müceddidinin kendisi olduğuna kanidir. Talebeleri, onun en büyük müceddid olarak lanse ederler. [30] Tabii ki, bu müceddid ve mehdi hikâyelerinin islamla alakası yoktur.
*Kitablarında, kendi kitablarını ve kendisini övdüğü bölümler epey yer işgal etmektedir. Bütün risalelerin tevâfuk ve binlerce keramet ile dolu olduğunu, Kuranın 33 kadar ayetinde kendisine ve eserlerine remzen, işaret edildiğini söylemektedir.[31] Yazdığı kitabları okumanın, tıpkı kuran okumak gibi kişiyi usandırmadığını söyler.
*Sikke-i Tasdîk-i Gaybî adlı kitabını sırf önceki kitabların- buna Kuranda dâhildir- kendi risalelerine işaret ettiğini isbat edebilmek için yazmıştır. Kitabın adı bile oldukça iddialıdır. Gaybî Onayın Belgesi. Yüzlerce yıl öncesinden büyük veliler, kendisini tasdik etmişler, tebrik etmişler ve bunun sikkesini/mührünü vurarak, onaylamışlardır. Kitablarını ilahi yardımla yazdığını iddia ederek eserlerini aşırı yüceltmektedir. Said Nursî, risalelerin ilahî tasdike sahip olduğunu iddia eder. Kitablarının günahlara kefaret olduğunu, kitablarının isimlerini Hz.Alinin verdiğini iddia eder.
*Hz.Alinin Celcelûtiye adlı kasidesinin kendisini ve Risalelerini asırlar öncesinden haber verdiğini ve alkışladığını söyler. Hatta bu kasidenin vahiy kaynaklı olduğunu, esrarlı olup geleceği haber verdiğini ve mahlûkatın tüm ilimlerinin bu kaside de toplandığını söyler. Hatta bu risalede Hz. Ali, Risale-i Nuru kendisine şefaatçı yaptığını iddia eder. Hâlbuki Peygamberden başkasının vahiy aldığını kabul etmek küfürdür. Yine Allahtan başkasının geleceği bildiğine itikad etmek te Kurana aykırıdır.
Bu Risale-i Celcelûtiyenin Hz.Aliye ait olduğu iddiası tam olarak yalandır.[32] Bu kasidenin cifr ve ebced hesabına göre yazılmış olması bile onun İslam dışı bir zihniyetin ürünü olduğunu göstermeye kâfidir. Ayrıca bu Celcelûtiyenin her beytinin sonu Süryanîce bir kelime ile bitmesi oldukça ilginçtir. Bir arap olan Hz.Aliye Süryanîce vahiy gelmesi olacak şey değildir. Güya; Cebrail Hz.Aliye bu kasideyi yeşil bir atlas üzerinde yazılı olarak vermiştir. Yani körler sağırlar birbirini ağırlar misali, bir uydurma kaside üzerine bir sürü yanlışlıklar bina edilmeye çalışılmıştır. Yok, efendim Hz.Ali risaleleri önceden haber vermiş, risalelerin adını o koymuş vs. Bu celcelûtiyede nur kelimesinin bu kadar çok geçmesi bile onun İran/Zerdüşt kaynaklı bir düşüncenin ürünü olduğunu göstermeye yeter.
*Yine Nurcuların çok önem verdikleri Cevşende Şii kaynaklıdır. Güya Peygamberimiz Uhud savaşı öncesi, sahabesine zırhını çıkar, bu Cevşeni oku demiştir. Yalanın dik âlâsı. İki tane zırh giyen bir Peygamber, başkasına zırhını çıkar der mi? Hiç savaş meydanında bu kadar uzun bir münâcatı sahabenin işitip ezberleme imkânı olabilir mi? Cevşen hakkında o kadar abartılı yalanlar uydurmuşlar ki, insan nakletmeye utanıyor.[33] Bu Cevşeni, Gümüşhanevî, Mecmaul-Ahzâb adlı dua kitabına almış, oradan da Said Nursî almıştır.[34] O risalelerini Cevşenden feyz olarak, ondan tevellüd eden kitablar olarak niteler. Görüldüğü üzere onda şii etkisi çok fazladır.[35]
*Allahın, insan-ı kâmil şeklinde yeryüzünde hep bulunduğu fikrininin ne kadar yanlış olduğuna yukarıda değinmiştik. Said Nursî kendisinin bu asırda 80 Saidin özü olarak ortaya çıktığını, bu şahsın 79 ölü Saidin ve bir konuşan Saidin özeti olduğunu söyler. Farklı bedenlerde ortaya çıkan Saidler birbirini görse tanımayacaklarını, o konak yerlerinin her birindeki kişinin kendisi olduğunu, ölümünden sonra gelecek konaklardaki kişinin de kendisi olacağını söyler. Elbise değiştirir gibi şekil değiştirip, yırtılmış Saidi atar, Yeni Saidi giyerim demektedir.[36] (Ona göre; dünya kurulalı 5960 sene geçmiş olup, bu toplam 80 insanın toplam ömrü kadardır. Yine ona göre, insanlığın ömrü 7000 yıl kadardır[37]) Yani, özetle kendisinin bu devirde görünen İnsan-ı Kâmil olduğunu ima etmektedir.
*İslamın kesinlikle onaylamadığı bir hurafe olan Ebced ve Cifr ilmine çok fazla müracat etmiştir. Bir çok zorlama ile sayıları denk getirmeye çalışır, bazen harfleri düşürür, buna rağmen denk düşmez ise küçük bir fark ile, hemen hemen gibi ifadelerle zahiri kurtarmaya çalışır. Bazen Risale-i Nur, bazen Resâilün-Nur, bazen de Risaletün-Nur yapar. Bazen denk düşürebilmek için miladi takvime atlar.[38]
*Said Nursi, kuranın gizli hakikatlarının risalelerle kendisine indiğini söyler. Risaleleri; Kuranın arştaki yerinden ve manevî mucizesinden feyz ve ilham yoluyla kesin delillerle inmektedir. Risale-i Nurlar arştan alınmıştır. Risaleler, kuran ayetlerinin ayetleridir.[39] Bu ve benzeri sözler son derece tehlikelidir. Peygamberlik imasını andırmaktadır. Mesela şu sözler baştan sona hatadır. Mubarek Sözler kitabı, kuranın lemeatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler olmamakla birlikte, tümüyle kusursuz ve eksiksizdir[40]
Yazıklar olsun o kimseler ki! Kendi elleriyle kitab yazarlar, sonra bu Allah katındandır derler.[Bakara/79]
Risalelerine, urvetül-vüskâ/hiç kopmayacak olan kulp, hablullah/ Allahın ipi gibi Kuranın sıfatlarını vermekten çekinmez.[41] Ona göre risaleler, hem şeriat, hem dua, hem hikmet/felsefe, hem ibadet, hem emir ve davet, hem zikir, hem fikir, hem hakikat, hem de tasavvuftur. Hem mantık, hem ilm-i kelam, hem de ilm-i ilahiyat kitabıdır.[42]
*Said Nursî, kendisinin özel üstadı olan İmam Rabbanî, Abdulkadir Geylanî, İmam Gazalî, Zeynelabidin, Hz.Hüseyin ve Aliden 30 seneden beri ders aldığını ve Cevşen vasıtasıyla onlarla manevî bağ kurarak bu seviyeye ulaştığını söyler. O kimi zaman Türkçesi zayıf, ehemmiyetsiz bir ümmi olur. Böyle söylemekteki maksadı da eserlerinin kendisinden olmadığını, Allahın inayetiyle olduğunu anlatmaktır. Bazen de bir müceddid, gavs, Bediuzzaman, allâme-i cihan, mehdi olur. Fakat Tarihçe-i Hayatta verdiği bilgilere göre 40 kadar İslami ilimlere ait kitabı ezberlemiş, pek çok hocadan ders almıştır. Özetle 14 yaşında tüm âlimleri susturduğu yalanını bizzat kendisi tekzib etmektedir. 15-6 yaşına kadar tüm bilgisinin sunuhat kabilinden/ aklına hatırına gelen şeyler türünden olduğunu söyler.[43]
*Said Nursî, Abdulkadir Geylanînin ruhaniyetinden ömür boyu istimdat dilediğini ve himmetini gördüğünü, bunu defalarca tecrübe ettiğini söyler. Bunların hayra tevil edilmesi mümkün olmayan yanlışlardır.
Özetle; Said Nursî bir İslam âlimidir. Kelam ilminde bir takım yeni metodlar denemiştir. Diğer âlimler gibi bir insandır. Yanlışları da vardır. Eleştiriden muaf, lâ yüsel değildir. Yaşadığı dönemde islama yapılan saldırılara göğsünü siper ederek mücadele etmiştir. Eleştirel/kritik edici bir zihniyetten daha çok muhafazakâr/savunmacıdır. Kullandığı malzemede çok seçici değildir. Zayıf hadisleri kullanmaktan çekinmez. Hatta kelam-ı kibar nevinden sözleri bile hadis zannıyla ebcede vurmaktan çekinmez.
Allahın varlığını isbatta ki başarısını, tevhidte, özellikle tevhid-i ulûhiyette ve ubudiyette gösteremez. Mesela; şirk-i esbabı o kadar güzel anlatır ki, sebeblerin hakiki fail ve müsebbib olamayacaklarını izah eder. Lakin Mekkeli müşriklerde zaten Allahın rububiyetiyle pek problemleri yoktu. Gel görki Said-i Nursi şirk-i takrib konusunda çok ihmalkârdır. Hatta affedilmez hataları olan biridir. Örneğin; Halid-i Bağdadî, Hindistandan Nakşî tarikini Bağdata getirdiğinde, Bağdat Abdülkadir Geylanînin ölümünden önce olduğu gibi, ölümünden sonra da tasarrufu altındaydı. İlk başta Halid-i Bağdadînin manevi tasarrufu kabul görmedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam Rabbanînin ruhaniyetleri Bağdata gelip, Abdülkadir Geylanînin ziyaretine giderek, rica etmişler. Demişler ki; Halid-i Bağdadî senin evladındır, kabul et. Abdülkadir Geylanîde onların iltimasını kabul ederek Halid-i Bağdadîyi kabul etmiş ve bundan sonra birden parlamış. Bu ruhani olayı bazı veliler müşahede etmiş, bazısı da rüya ile görmüş.[44] Bağdat bölgesinde ilahların hâkimiyet savaşından bir kesit sunulmuş sanki! Ruhaniyetler gelip-gidiyor, torpil yapıyorlar, büyük ilah küçüğünü oraya sokmuyor, araya başka ilahların devreye girmesiyle küçük ilahta oraya giriyor. En sonunda da küçük ilahın uluhiyyeti Bağdatı ele geçiriyor. Yunan mitolojisindeki tanrıların mücadelesi gibi. Ölülerin tasarrufuna inanan, onlardan yardım isteyen birisi gerçekten Müslüman olabilir mi?
Kitablarının tenkitli metin şeklinde baskıları yapılabilr. Sadeleştirilebilir. Ama bunu duyan Nurcular hop oturup hop kalkar, kan beyinlerine sıçrar. Çünkü onlara göre risaleler kutsal metinlerdir. Üstadları özel misyonla görevlendirilmiş asrın müceddidi, harikulâde bir şahsiyettir. Onun ve risalelerinin hatalı olabileceğini kabul etmeleri mümkün değildir. Onlar üstadlarının erişilmez olduğunu kabul ederler. Yani üstadlarını rableştirme, ilahlaştırma bunlar da mevcuttur. Artık Nurcular, insanları Said Nursîye, onun kitablarına, onu yücetmeye daveti bırakmalıdırlar. Yıllardır kuran tefsiri okuyoruz diye cemaatı uyutmaktadırlar. Risaleler asla bir tefsir değildir. En fazla birkaç yüz ayetin tefsiri olabilir.
Size onun öve öve bitiremediği tefsirinden bir bölüm aktaralım. Felak suresinde bakın neler bulmuştur; İşte yalnız mânây-ı işari cihetinde bu sure-i azime-i harika, kâinatta âdem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insanî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz. Peygamberimize ve ümmetine emrederek her asra baktığı gibi mânây-ı işarisiyle bu acib asrımıza daha ziyade, belki zahir bir tarzda bakar. Kuranın hizmetkârlarını istiâzeye davet eder. Bu mucize-i gaybiyye beş işaretle kısaca beyân edilecek, şöyle ki: Bu surenin her bir âyetinin manaları çoktur. Yalnız manay-ı işâri ile beş cümlesinde dört defa şerr kelimesini tekrar etmek ve kuvvetli münâsebet-i mâneviye ile beraber dört tarzda bu asrın emsalsiz dört dehşetli ve fırtınalı maddi ve manevi şerlerine ve inkılâplarına ve mübarezelerine aynı tarih ile parmak basmak ve manen bunlardan çekininiz diye emretmek elbette Kuranın icâzına yakışır bir irşad-ı gaybîdir. Başta Kul eûzü bi Rabbil felak cümlesi 1352 veya 1354 tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrîyle tevafuk edip nev-i beşerde en geniş hırs ve hasedle ve birinci cihan harbi sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umûmiye işaret eder ve ümmet-i Muhammediyeye manen der ki: Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz ve bir manayı remzi ile Kuranın hizmetkârlarından olan Risale-i Nur şakirdlerine hususi bir iltifat ile onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihte kurtulmalarını ve haklarının imha planının akim bırakılmasını remzen haber verir. Min şerri ma halak cümlesi -Şedde sayılmaz- 1361 ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zalimane tahribatına rumî ve hicrî tarihi ile parmak bastığı gibi, aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kuranın hizmetinde çalışan Nur şakirdlerinin geniş bir imha planından kurtulmalarına tevafukla bir mânâyı remzî ile onlara da bakar. En-Neffasati fil ukad -şeddeler sayılmaz- 1328 adediyle bu umumi harbleri yapan ecnebi gaddarların hırs ve hased ile bizdeki Hürriyet İnkılâbının Kuran lehindeki neticelerini bozmak fikri ile tebeddül-ü saltanat ve Balkan, İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umuminin patlamasıyla maddi ve manevi şerlerini, siyasi diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderât-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli planlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevafuk ederek en-Neffâsâti fil ukadın tam manasına tetabuk eder.[45]
Belki, Osmanlıca deyimleri bilmeyen birisi anlayamadığı için yukarıdaki metinde hak ve hakikat namına bir şeyler var zannedebilir. Allah aşkına bunun neresi tefsirdir? Hurufilik, ilm-i şeytanat olan ebced hesapları, işari/batıni tefsir örnekleri o kadar! Ukad/düğümler olmuş radyo düğmeleri! Neffesat olmuş diplomatların konuşmaları! Yine Kuran remzen kendisinin ve cemaatının Eskişehir, Denizli hapishanesinden kurtulmasını, İki cihan harbini haber veriyormuş(!) Tüm insanlara ve çağlara gönderilen Kuran zorlama ebced hesablarıyla 20. Yüzyılın başındaki insanlar için mi gönderildi? Tefsirin devamında ebced hesaplarını tutturabilmek için ayetlerin başına bazen min ve şerri hesaba girer, bazen sadece min girer, bazen de her ikisi de hesaba dâhil olmaz der. Hangi karineye göre böyle yapmış belli değil. Aslında bunu attığı harflere mazeret bulmak için yapmaktadır. Yarattığı şeyin şerrinden deki min; bazıyet/bütünün bir bölümünü ifade eder, Yani; Yaratılmışların şerri tamamen şer değildir, ya da bir kısım insanlara değildir der. Lakin Hasedçinin şerrinden deki min ise; bazıyet ifade etmez, hasedin her türü zararlıdır der.[46] Bazı kelimeleri ebced hesabı tutsun diye attım. Ama iyiki atmışım. Hem ebced hesabı tuttu, hem de böyle mana daha güzel oldu demektedir(!) Onun için Kuran asıl değildir. Kuran yalnızca onun istediği anlamları çıkarabileceği bir malzemedir. Canım ister hesaba dâhil ederim, isterse etmem.
*Nur Risalelerinin Kuranın tefsiri olduğuna talebeleri yakinen iman etmişlerdir.Garbın Sokratı, Eflatunu, Aristosu gibi hakikatlı feylesofları ve Şarkın İbn Sina, İbn Rüşd, Farabi gibi dâhi hükemâsı Bediuzzamanın ancak talebesi olabilirler şeklinde tanıtılan Said Nursinin, bütün ilim dallarının hepsinde en büyük olması, buna mukabil bütün bu bilgilerin nihayet birkaç aya inhisar eden bir tahsil devresinin sonucu yazılması, zorunlu olarak akla İlahi inayeti/yardımı getirmiştir.
Kendisinin açtığı yolda yürüyen şakirdleri şöyle diyeceklerdir; Risâle-i Nur yirminci asrın müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlıklarından ve müdhiş dalalet yollarından kurtarmak için Said-i Nursinin kendi ihtiyariyle yazılmamıştır, Cenabı Hakkın ihsanıyla yazılmış bir kudsî eserdir.
Son aşamada ise şöyle diyerek iyice haktan uzaklaşacaklardır. Kuran ve Risâle-i Nur; arş-ı azamdan, İsm-i azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden nüzul ile ezel ve ebed ve şu anı ve bütün gaybi âlemi ve tüm beşeri ve kevni hâdiseleri kuşatan ve tasarrufu altına alan Kelimetullahtır ve semavîdir. Yine, Kuran surlarının yıkıldığı ve onun ana prensiplerine ve iman esaslarına hücum edildiği bir zamanda Kuranın kendi kendini müdafaa için onun mucizevî lemaâtından sızmış bir bedenlenmiş nûrdur. Bundan dolayı semavîdir, dünyevî değildir, bir Allah vergisidir. Hiçbir şahsın malı olamaz. Nitekim hârika bir şekilde zuhur ve intişarı ve tesir gücü ve insanları büyülemesi ve mucizevî, emsalsiz üslubu ve belagati ve onun tercümanlığına mazhar olan Said-i Nurside görülen garib ve acib fıtri ve ruhi haller mezkûr ifademizi apaçık desteklemekte ve isbat etmektedir. Hadi hayırlı olsun Yeni Kitabınız(!)
Hatta artık risaleler ana kitab olmuştur. Haşr Risalesinin tefsiri mahiyetinde eserler yazılmaya başlanmıştır. Artık risalelerin Kurana ayna değil, gölge olduğu kabul edilmelidir. Bugün her namaz sonrası risale okumayı cemaatlerine tavsiye eden Nurcular, kuran malumatları son derece sınırlı, kuran cahili bir zümre oluşturmuşlardır. Maalesef kendilerine İslam ve Kuran Şakirdi/hizmetçisi diyenler, insanları Nurculuğa ve Said Nursiyi yüceltmeye bir misyoner gibi davet etmektedirler. Artık Kurana ve bozulmamış, orijinal İslam dinine çağırmaya başlamalılar. Bugün bir Nurcunun Said Nursiye bağlılğı mezhep imamlarına olan bağlılığından daha fazladır. Hatta Nurcuları bir yeni itikadi fırka olarak görmek abartılı olmaz. Nur cemaatini büyütme gayretleri ittihad-ı İslam ve kulûba aykırıdır. Niçin insanları islama ve Kurana çağırmazlar da, Risalelere çağırırlar? Nurcuların en büyük hataları, kargadan başka kuş tanımam deyen kimse misali, Said Nursîden başka âlim tanımam, Risalelerden başka kitab okumam demeleridir. Bu onları kapalı devre yapmış, İslam bahçesinde açmış yüzlerce çiçekten mahrum etmiştir. En doğru yola ileten Kuran, Said Nursînin eserlerine remzen işaret etmekten, onların kutsallıklarını isbat için kullanılan bir ebced kitabı derekesinden kurtarılmalıdır.
SAADETTİN MERDİN
K.
[1] 15.Şua, özetlenerek alınmıştır
[2] Said-i Nursi, Sözler,29
[3] A.g.e, s.28
[4] A.g.e, s.29
[5] Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, s.79
[6] Said-i Nursi, Mesnevi Nuriye, s.6
[7] Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, s.88
[8] Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, s.104-5
[9] Said-i Nursi, Sözler, s.28
[10] Said-i Nursi, Hizmet Rehberi, s.92
[11] Said-i Nursi, Hizmet Rehberi, s.73
[12] Said-i Nursi, Hizmet Rehberi, s.92
[13] 1.Şua,
[14]Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 29
[15] Miftahul-İman, s.87
[16] Said Nursi, Nur Meyveleri, s.66
[17] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.8
[18] 14.Şua,
[19] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.228
[20] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.239
[21] Said-i Nursi, a.g.e, s.239
[22] Said-i Nursi, a.g.e, s.229
[23] Mektubat, s.360
[24] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.230
[25] Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.230
[26] A.g.e, s.231
[27] Said-i Nursi, a.g.e, s.236
[28] Mektubat, s.419-20
[29] Said-i Nursi, a.g.e, s.219
[30] Bu hadis Ebu Davud'un Süneninde 'Melahim' bölümünde yer alır. [Ebu Davud, Sünen 4/156] Hadis şöyledir; Allah her yüzyılın başında dini yenileyecek bir kişiyi bu ümmete gönderecektir. Hadisin peygambere isnadı sahte olduğu gibi, daha başka sahtekârlıklar da içermektedir. Şöyle ki hadisi nakledenler İmam Şafii'nin talebe ve tabiileridir. 'Kureyşin âlimi /Şafii yeryüzünü adaletle dolduracaktır' hadisini uyduranlar da aynı kimselerdir. Ne hikmetse mücedditler (!) hep şafiilerden çıkmıştır. [Hakkı Ünal, Periyodik Reform, Müceddid Hadisi Hakkında Bir İnceleme, İslami Araştırmalar, C.6, Sayı.4, s.261-76]
[31] 1.Şua,
[32] M.Yaşar Kandemir, Ali md, DİA, C.2, s.375
[33] Bu cevşen ile münacatta bulunan kimseye, bedir savaşında şehid düşen sahabenin sevabıyla 900 bin şehid sevabı verilirmiş, kefenine yazana kabir azabı dokunmazmış, dört kitabı okumuş kadar sevab kazanırmış, asla cehenneme girmezmiş vs. Bugün o kadar meşhur olmuştur ki, herkes boynunda, koynunda, arabasında cevşen taşımaya başlamıştır.
[34] Mehmet Toprak, Cevşen md, DİA, C.7, s.463
[35] Said Nursi doğduğu andan itibaren insanüstü bir yaratık olduğu, tavır ve davranışları ile bellidir şeklindeki anlatımlar hemen hemen bütün Şiî imamlarında bulunmaktadır. İmamiyyenin son imamı Muhammed b. el-Hasen el-Askerîde doğduğu zaman tıpkı Said Nursi gibi davranmış, çevresindekileri şaşırtmıştır, mesela, okunan ezana gayet fasih bir arapça ile kelime- i tevhidi okuyarak cevap vermiştir. Said Nursi, çok küçük yaşta iken ilahi bir lütuf ile bütün ilimleri hemen öğrenmiş, hayatında hiç sual sormayıp, yalnız suallere cevap vermiştir. Bu da imamlara has bir özelliktir. Mesela 9. İmam Muhammed et-Taki de babası öldüğünde sekiz yaşındaydı. Hatta mezhep mensupları bu yaşta bir çocuğun imam olup olamayacağı hususunda tereddüde düşmüşlerdi. Bu sebeple kendisini imtihan etmeye karar vererek sorular sormuşlardı. Bu Küçük İmamda, kendisine sorulan otuz bin kadar soruyu gayet rahatlıkla cevaplandırarak rüşd ve ehliyetini isbat etmişti(!) Şia akidesine göre hiçbir imam bir başkasına sual sormamış, kendisine sorulanlara cevap vermiştir. Said Nursi birçok defalar zehirlenerek öldürülmeye çalışıldığını ve bu şekilde bir gün öldürüleceğini, şehîd edileceğini iddia etmesi de İsna-i Aşeriyyenin imamlarına has bir özelliktir. Bu mezhebe göre, imamların hiçbiri normal ölümle ölmemiştir, hepsi öldürülmüş yani şehîd edilmiştir. Bu cinayette seçilen araçta zehirdir.[Yaşar Kutluay, İslami Tetkikler Ens. C.3]
[36] Abduaziz Bayındır, Aracılık ve Şirk, s.145-6
[37] Barla lahikası, s.325
[38] Abdulaziz Bayındır, Aracılık ve Şirk, s.136-72
[39] Birinci Şua, 3.Nokta,
[40] Barla Lahikası, ???
[41] Onbirinci Şua,
[42] Emirdağ Lahikası,
[43] Tarihçe-i Hayat, s.43
[44] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.16
[45] Asa-yı Musa, s.76-7
[46] A.g.e, s.78