AKP'li Resul Tosun'un Çıkışı
Adını ısrarla :
Arap-Kürt Partisi diye telaffuz ettiğimiz Partinin Tokat milletvekili Resul Tosun, Yeni Şafak gazetesinin 7 ARALIK 2005 ÇARŞAMBA günlü nüshasında çıkan köşe yazısında; “Muhafız Alayı Meclis’ten çekilsin. Kara Harp Okulu ve kuvvet komutanlıkları da şehir dışına çıkarılsın!” buyurmuş. Ertesi gün Yeniçağ gazetesi Tosun’un saçmalamalarını manşete taşımış, söz konusu yazıdan ötürü ad belirtilmeden yapılan Genelkurmay Başkanlığının açıklamasını ise aynı gazete 9 Aralık günü yine manşetten vermişti.
Biz bütün bu yazı ve haberler ile açıklamaları asıllarından okuduktan sonra, konuyla ilgili bir yazı kaleme almayı düşünürken, çok değerli dostumuz Hüseyin Mümtaz’ın “MÜNFERİT HEZEYAN” başlıklı yazısı düştü posta kutumuza. Yazı, “Münferit hezeyanmış… Lâf..” diye başlıyor. Biz de yazımızı tam da böyle veya buna benzer bir başlıkla kaleme almayı düşünürken. Tabii, kendisiyle aramızda telefon, internet ve sms’den daha hızlı bir telepati var. Bilenler bilir… O yazıdaki her satıra aynen katılmakla birlikte, biz sayın Mümtaz’ın yazısında yer almayan bazı hususların üzerinde durmayı da gerekli gördük.
Bir kere, anlamadığımız bir nokta var. Bay Tosun’un Ankara’dan çıkarılmasını veya uzaklaştırılmasını istediği askeri kurumlar arasında Genelkurmay Başkanlığı niçin yok? Neden acaba? Yoksa, Bay Tosun yedeksubay olarak askerliğini Genelkurmay’da yapmış olduğu için mi, Ankara’dan sürülecekler listesine bu kurumu dahil etmemiştir? Hem Bay Tosun, lütfedip Genelkurmay’a böyle bir kıyak geçtikten sonra, ona verilecek cevabı da Kuvvet komutanlıklarının vermeleri gerekmez miydi? Genelkurmay niçin bu derece alınganlık gösteriyordu ki?
Şaka bir yana ama, ne yazık ki Genelkurmay adına yapılan açıklamayı biz, Arap-Kürt Partisinin bütününü aklama yönünde bir girişim olarak görüyor ve öyle okuyoruz. Bunu daha başkalarının da bizim gibi görüp okuyacak olduklarında da hiç kuşku yoktur. Bu açıklama, hükümetle Genelkurmay (Başkanı?) arasında var olduğu söylenen “şiir gibi uyumu” muhafaza etmek maksadına yönelik olmasaydı; Bay Tosun’un istekleri “münferit bir hezeyan” diye geçiştirilmezdi. Herşeyden önce, Genelkurmay açıklamasını kaleme alanlar, Bay Tosun’un yazdıklarının münferit bir hezeyan olduğuna veya böyle anlaşılması gerektiğine nereden hükmediyorlardı?
Hayır, Sayın Genelkurmay sözcüleri! Bay Tosun’un yazdıkları münferit bir hezeyan değildir ve öyle de görülemez. Sebeplerine gelince;
1- Öncelikle Bay Tosun, Yeni Şafak gazetesinin yazarlarındandır; o gazetede münferit olarak yazdıkları yayınlanan biri değildir. Peki Yeni Şafak’ın sahipleri kimdir veya kimlerdir? Başbakanlık makamını işgal eden şahsın, taa İstanbul Belediye Başkanlığından bu yana en fazla müsaadeye mazhar (Türkçesi en çok korunup kollanan) yakınları olan Albayrak’lar ailesidir. Bu aile aynı zamanda. Tayyip’in dünürü olan Sadık Albayrak’tan dolayı Boşbakan ile hısımlık ilişkisi içerisindedir. Dolayısıyla Bay Tosun’a bu gazetede yazarlık payesi verilmesi hiç de tesadüfi ve münferit bir hadise değildir. Bu gazetenin, daha yakın bir zamanda,
PKK ve Güneydoğu konusunda AKP ve Başbakan’ın politikalarını eleştirdiği için yazarlarından Ahmet Taşgetiren’i kapı dışına koyduğu herkesçe biliniyor..
Türkiye’nin değil ama (Sünni) Arap-Kürt Partisinin stratejik müttefiki konumundaki Amerika’yı yerden yere vuran yazılarından ötürü, Yeni Şafak’ın en çok okunan yazarlarından İbrahim Karagül’ün de kara listeye alındığı ve pek yakında aynı akibete uğrayacağı söyleniyor. Sonuç itibariyle, Bay Tosun’un mezkür yazısının Yeni Şafak gazetesi ve dahi AKEPE yönetimi tarafından benimsenmediği yönünde hiçbir açıklama ve emare ortada yokken ve bu suskunluk olayın münferit olmadığını göstermeye tek başına yeterken, -bir iki gün beklemek yerine- Tosun’un yazısının yayımlandığının hemen ertesi günü yapılan Genelkurmay açıklaması adeta AKEPE’yi kurtaran bir işlev görüyor. Burada sorulması gereken asıl soru şudur: Bay Tosun’un yazısında sıraladığı isteklerin münferit bir hezeyandan ibaret olduğunu açıklama görevi, gerçekte AKEPE basın sözcüsünün işi midir, yoksa Genelkurmay basın sözcülerinin mi?
2- Kaldı ki, Bay Tosun’un talepleri, bu konuda ilk defa ortaya atılmış istekler de değildir. Çok değerli dostumuz Hüseyin Mümtaz’ın yukarıda anılan yazısında da belirtildiği üzere; “ilk denemeyi Akepe iktidarının ilk yılında Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu yapmış ve şöyle demişti:
“Odamda akşama kadar askerlerin sofra duasından diğer marşlara kadar hepsini dinlemek zorunda kalıyorum. Sonra askerler hep birlikte 'Sağ ol' diye bağırdığında, bazen odamdaki misafirler irkiliyor, neler olduğunu soruyor. Meclis'te kendimi askeri kışlada gibi hissediyorum. Ama işte bunlar gündeme getirip tartışamayacağımız konular. Hiçbir ülkenin meclisinin içinde bir tabur yok. Bu konular açıldığında, 'aman kimseyi rahatsız etmeyelim, germeyelim' deniliyor. Oysa askerlerin bu tür şeylerden rahatsız olmayıp Meclis'in sivilleşmesine öncü olması lazım. Bu konuda milletvekillerinin kanuni tedbirler alması hoş kaçmayabilir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Avrupa'da görev yapmış, çağdaş bir kişi. Böyle Genelkurmay Başkanımız olması, bizim için şans”
Peki ama şu yukarıdaki ifadeye rağmen ve onu yok sayarak, Bay Tosun’un aynı paraleldeki ama daha da ileri giden isteklerine münferit hezeyan diyenler, ya Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın söylediklerine ne buyururlar? Hüseyin Mümtaz’ın yazısından aktarıyorum:
“Arkadan, iki yıl sonra bir test daha yapılıyor ve bu defa sahnede Meclis Başkanı Arınç var.
Mecliste gerçekleştirilen yeni dönemin ilk başkanlık divanında milletvekillerine yeni ofis yapmak için taburun kalkmasını istediğini ancak kimseden destek görmediğini anımsatan Arınç, “Taburun buradan gitmesi için ya Bülent Arınç’ın Meclis başkanlığından gitmesi lâzım, ya da Akepe’nin iktidardan gitmesi lâzım” demişti.
Cihet-i askeriyeden gene en ufak bir tepki gelmemişti. “
Peki neden? Nihayetinde ilk ikisi sıradan birer milletvekilidir. Peki ama Bülent Arınç öyle midir? Bülent Arınç RTE’den sonra ve fakat Abdullah Gül’den önce gelen AKP’nin en etkili ismidir. Onun Meclis başkanlığına getirilmesi bir süslü kaydırma yönteminin sonucudur. RTE onun sesini kesmek ve içeride yürüteceği muhalefeti önlemek için kendisini Meclis başkanı seçtirmiştir. Bütün bir Meclisi ve konumu gereği Cumhurbaşkanına vekalet yetkisinden ötürü Türkiye Cumhuriyetini temsil eden bu kişinin söyledikleri de mi münferit hezeyandır? Bay Tosun’un yazdıkları –diyelim ki- münferit hezeyan olmasına rağmen, Genelkurmay için açıklama yapma gereği doğurmuştur da, niçin Bülent Arınç’ın söyledikleri duymazdan, görmezden gelinmiştir? Onun söyledikleri hüsnüniyetine mi yorumlanmıştır? Onun hüsnüniyetle bu açıklamayı yaptığına nereden hükmedilmiştir? Bülent Arınç, “Ege’deki karasuları bizim ile Yunanistan arasında “casus belli”* olmasın!” diyen adam değil mi? Beli!** Şimdi gel de Hüsnüyadis’i*** ve onun bilerek oyaladığı askeri ve mülki erkanı hatırlama!
3- Şimdi yeniden birinci maddeye; Başbakan, Yeni Şafak gazetesi, Albayraklar ve Sadık Albayrak ile Resul Tosun ilişkisinin bir başka boyutuna dönelim! AKEPE milletvekili ve Yeni Şafak yazarı Bay Tosun, aynı zamanda Tokat’lı hemşehrisi “Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Vakfı”nın kurucularındandır. Diğer kuruculardan bazıları şunlardır: 2002 seçimlerinde AKP’nin Tokat birinci sıradan aday gösterip Meclise soktuğu Mehmet Ergün Dağcıoğlu, aynı seçimde CHP’nin listebaşı adayı olarak Meclise giren ORHAN ZİYA DİREN ile eski Fazilet Partili Tokat Belediye Başkanı Nizamettin Aydın! Yeni Şafak gazetesinin sahipleri olan Albayrak ailesinin yakın akrabası, Başbakan’ın dünürü Sadık Albayrak ise, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin Türklüğe, Atatürk’e ve Cumhuriyete kin kustuğu “Hilafet ve Kemalizm” adlı bir kitabını Arapçadan Türkçeye çevirip yayımlayan kişidir. Şimdi siz bütün bu saydıklarımızın bir rastlantı olduğunu söyleyebilir misiniz? Peki kimdir Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi?
Çok değerli arkadaşımız Ergün Poyraz’ın “Hilafet Ordusundan Arap Kürt Partisine!” adlı kitabının (Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul-Mayıs 2003) 26-27. sayfalarından aynen aktarıyorum:
Hilafet Ordusundan Arap Kürt Partisine
“Son dönem Osmanlı Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi, mandacıların ve işbirlikçilerin partisi olan Hürriyet ve İtilaf Partisinin kurucularındandır. Mütareke döneminde Damat Ferit Paşa hükümetinde Şeyhülislam olarak görev yapmıştır. İngiliz Muhipleri Cemiyetinin fahri başkanlığına seçilecek kadar İngiliz işbirlikçisidir. Kuva-yi Milliyecilerin katline ferman yazıp fetva veren o, imzalayan Dürrizadedir. Belirtilen sebeplerle de, Lozan Antlaşması hükümlerine göre yargılanmadan sınırdışı edilecek olan “yüz ellilikler listesine” girmiştir. Yüz ellilik hainlerin önde gelenlerindendir. Sınırdışı kararı verilmeden önce yani yüz ellilikler listesi daha ortada yokken, Türk ordusunun kesin zaferi üzerine panik içinde İngiliz Elçiliğine sığınmıştır. İngilizlerin bulduğu bir yük gemisiyle önce kapağı Mısır’a atmış, sonra da Yunanistan’a gitmiş ve orada bir sığıntı olarak yaşamıştır.
Yunanistan’da iken bir ara İtalya’ya geçerek Vahidettin’i ziyaret eder. Bu sırada Şeyh Sait ayaklanması bastırılmış ve yakalanan sanıkların muhakemeleri başlamıştır; eski Dahiliye Nazırı Mehmet Ali ile birlikte, İtalyan basınında yer alan bir bildiri yayımlar; Türkleri, “Müslüman barbarlar” diye niteler. “Musul üzerinde Türklerin hak iddia etmelerinin gülünç olduğunu ileri sürer. Türklerin, Emeniler gibi Kürtleri de imhaya çalıştıklarını iddia eder.
Hilafetin kaldırılmasını ve Cumhuriyetin ilanını bir türlü içine sindiremediğinden, Yüz elliliklerin affına ilişkin Kanun çıktıktan sonra bile yurda dönmemiştir.”
Aşağıda yaptığımız alıntı ise Ergün Poyraz’ın Yeni Hayat dergisinin 2005/Ekim sayısında yayımlanan “Masonlarla El Ele Tarikat -Siyaset -Ticaret” başlıklı yazısından bir bölümdür:
“
Mason Şeyhülislamlarla birlikte hareket ederek Ulusal Kurtuluş savaşını engellemeye çalışan, Türklüğe ve Ulusal Kurtuluş savaşına katılanlara hakaretler yağdıran Şeyhülislamlam Mustafa Sabri’yi eski bir Rum yerleşim birimi olan Potamya kökenli Başbakan Tayyip’in danışmanı ve dünürü Yeni Şafak Gazetesi yazarı Sadık Albayrak yere göğe sığdıramıyordu. Tayyip’in Belediye Başkanlığı döneminde Belediye iştiraklerinden Kültür AŞ’de çalışıyor görünen Sadık Albayrak, “Hilafet ve Kemalizm” adlı kitabının arka kapağında yer alan tanıtım yazısında Cumhuriyet rejimine karşı kinini şöyle kusuyordu:
“ ...Cumhuriyet’e gelince; mukabilinde işlenen bu kadar tahribata göre bari bu Cumhuriyetin aslı olsa insanın yüreği o derece yanmaz. Halbuki Kemalist Türkiye kadar Cumhuriyetten uzak hiçbir memleket yoktur. İşte ben, içte ve dışta bulunan bütün Mustafa Kemal dalkavuklarının, utanmamak ve kızarmamak için idman görmüş yüzlerine bağırarak söylüyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti feci bir yalandan ibarettir....
Merhum Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin bu yorumları yakın tarihimizin gizli kalmış yönlerini açığa çıkaran bir belgesel niteliğindedir...”
“Yeni Türkiye darağaçlı cumhuriyet ve inkilap sisteminin bir ürünüdür” diyen Tayyip’in dünürü AKP’li Sadık Albayrak, Mustafa Sabri’nin Türklüğü aşağılayan sözlerini de şöyle kutsuyordu:
“ Böylece eski Türk diyerek, Müslümanlığını överken, Yeni Türk’ü ise, tamamen İslamdan kendini soyutlamış saydığı gibi, vatandaşlıktan atılması üzerine, yazdığı bir şiirle “İstifa ediyorum” diyerek, bu başlık altında kendini ortaya koyup;
Tövbe ya Rabb’i tevbe Türklüğüme!
Beni Türk milletinden addetme!’ demiştir.”
Potamyalı Tayyip’in dünürü AKP’li Sadık Albayrak’ın kitabında Atatürk’e yapılan hakaretlerin ardı arkası kesilmiyordu. Cumhuriyetin Savcılarının ise gıkı çıkmıyordu. Bazıları da bunlarla “şiir gibi anlaşıyoruz” deme gafletinde bulunuyordu. Kitabının bir başka yerinde ise şöyle diyordu Mustafa Sabri:
“Mustafa Kemal’in ve Ankara hükümetinin kahpeliklerini, sahtekarlıklarını şu ufacık mukaddimeye (önsöz) sığdıracak değilim. Demek isterim ki bu şekil değiştirmeleri, bu zıtlıkları işleyebilmek için insan utanmazlıkta da kahraman olmalıdır. Hele dinsizlik olmadan haksızlığın, hayasızlığın bu derecesi tasavvur olunamaz...”
Başbakan Tayyip’in dünürü Sadık Albayrak, yayına hazırladığı kitabında ulusal kurtuluş savaşımızın kahramanı yüce Atatürk ve onun silah arkadaşları için “İki paralık Mustafa Kemal Kuvveti” diyor, aşağıdaki hezeyanları hiçbir takibata ve tepkiye muhatap olmadan sergiliyordu:
“...
İki paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların ve sair devletlerin İstanbul’dan çekip gitmelerini ancak kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir...”
Esra Erdoğan ve Berat Albayrak, Lütifi kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nın Rumeli Salonu'ndaki nikâhtan önce
AKP’li dünür Sadık albayrak’ın kitabında Türkler; “Cibiliyetsiz ve milliyetsiz “ olarak vasıflandırılırken “Arap Milliyetçiliği”, “Arap Dili” ve “Araplaşmak” baş tacı ediliyordu.
“... En doğrusu milliyetçilerin iddiası vechile eğer milliyetin kıymeti varsa bu hususun en önemli noktasını lisan meselesinin teşkil etmesi lazım geldiğine ve Arap dilinin ne Türk diliyle ne de Çerkez diliyle kıyas kabul etmeyecek derecede üstünlüğü haiz olduğuna nazaran insanın, milliyetin küçüğüne sahip olup ta onun ile iftihar edeceğine büyüğüne malik olarak onunla iftihar etmesi daha karlı ve daha makul olur....”
4- Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere, bizim adına Arap-Kürt Partisi dediğimiz oluşum, kelimenin tam anlamıyla Hilafet Ordusunun çağdaş versiyonudur, türevidir. Ve ne yazık ki, Kuva-yi Milliye'nin en zayıf döneminde Geyve Boğazını aşamamış olan Hilafet Ordusunun artıkları ve ardılları 3 Kasım 2002'den bu yana Ankara'ya çöreklenmiştir. Arap-Kürt Partisine mensup tosunların ve onlardan yaş ve konumca çok daha ileride olanların söylediklerinin özü ve özeti şudur, Ankara (birbirine düşman) iki orduya aynı anda karargahlık edemez; ya Kuva-yi Milliye'nin Ankara'sı olacaktır yahut da Hilafet Ordusun Ankarası! Üçüncü bir ihtimal yoktur.
Konuyla doğrudan ilgili olan birileri, bunların
Türkiye Cumhuriyeti karşıtı ve düşmanı, Türklük karşıtı ve düşmanı, Atatürk karşıtı ve düşmanı; Türk ordusu karşıtı ve düşmanı yeminli bir grup olduğunu hala anlayamamışlar mı? Oysa ki ben şahsen, bunların fırsatını bulduklarında işi bu kadar azıtacaklarına adım gibi emindim. Nitekim, Annan Planının kabulü veya reddine ilişkin olarak Kıbrıs'ta yapılan referandumdan bir gün önce kaleme aldığım ve altını o anda yazıhanemde hazır bulunan beş-altı arkadaşımın da imzaladığı bir bildiriyi ilgili yerlere belgegeçer ile göndermiş, o bildirinin bir yerinde de, “Kıbrıs'ın göz göre göre satılmasına suskun kalan ve oradan çekilecek olan Türk ordusunun temsil makamının yani Genelkurmay Başkanlığının da itilip kakılarak Ankara'dan da çıkarılmak ve sürülmek akibetiyle yüz yüze kalacağını” yazmıştım. Dolayısıyla Bay Tosun ve onun gibilerin ileri sürdükleri istekler beni hiç de şaşırtmadı.
5- Genelkurmay'ın açıklamasından sonra, liberalliği tuttuğundan olacak, eski kapı yoldaşlarına kol kanat gerer tarzda açıklamalarda bulunan Emin Şirin ile –ki açıklamasında yer alan bazı eleştirilere ben de aynen katılıyorum-, bendeniz bundan iki yıl kadar önce Meltem TV'de Kıbrıs konusunda yapılan bir açık oturuma katılmıştım. Reklam arası verildiğinde Emin Şirin son derece dikkate değer bir tespitini aktarmıştı bizlere: Demişti ki, "benim bu AKEPE'liler hakkındaki gözlemlerimden edindiğim kanaat şu ki, bunlar mensubu bulundukları tarikat şeyhlerinin veya cemaat önderlerinin kendi üstlerinde kurdukları otoriteye kayıtsız şartsız itaat etmeye o kadar alışmışlardır ki, kendilerinden üstün bir otorite olmaksızın hiçbir şey yapamazlar. Aynı sebeple Kıbrıs ve diğer hayati konularda üst otorite olarak gördükleri AB ve ABD'nin direktiflerine de gözü kapalı uymaktadırlar." Ben de kendisine, "Emin Bey çok yaşayın, siz bunları fevkalade iyi anlamış ve çözmüşsünüz!" demiştim. Demek oluyor ki, AKEPE adındaki Partinin mürit ve mensuplarının kendi özgür iradeleriyle - hele de hayati derecede önemli konularda- münferit hezeyanlarda bulunacak olduklarına ihtimal verilemez.
Suriye'de Kürd Eşkiyası
6- Genelkurmay adına açıklama yapanları, kullandıkları dilden ötürü de ayrıca eleştiriyorum. Hezeyan kelimesinin tam Türkçe karşılığı saçmalama yahut deli saçmasıdır. Saçmalama demek varken hezeyan diye yeni nesillerin anlamadığı bir sözcüğü kullanmanın hiç de gereği yoktu. Bu bağlamda Türkçe anlamı deli saçması olan hezeyan tabirini kullananlar ile yukarıdaki onca açıklamaya rağmen tatmin olmamışlar için bir Atasözümüzü hatırlatacağım: " Derenin gözünü deliye yoklatırlar!" AKEPE'nin ihtiyaç hasıl oldukça derenin gözünü yoklatacak daha çok delisi ve tosunu olduğu muhakkaktır. Benim naçizane tavsiyem, deredekilerin AKEPE'li tosunların boynuz darbelerine karşı son derece uyanık olmaları ve kendilerini kollamalarıdır:
Bir başka Türk Atasözü de şöyledir: "Eşeği dövemeyen semerini döver!" Birileri eşeğe dokunamayıp semerden toz kaldırmakla meşgul olurken, Bay Tosun ve onun gibiler, yazdıklarından açıkça anlaşılacağı üzere, AB ve ABD sopasını göstererek Türk Ordusunu kendilerince hizaya sokmaya çalışıyorlar. Bay Tosun gibi çağdaş gericilerimizin keşfettikleri çağdaş silahlar ve sopalardır bunlar. AB hipnozuna ve ABD'ye tabiiyet illetine yakalanmış olanlar için bu sopaların her zaman etken ve etkili olacaklarına da hiç şüphe yoktur. "Münferit hezayan" açıklamasından ve bunun yarattığı ve yaratacağı tepkilerden ötürü son alarak aklıma bir de davulcularla ilgili bir deyim geliyor ama müsaadenizle onu da söylemeyeyim.
Malum, Türkçede, "Lafın tamamı deliye söylenir!" diye bir atasözü daha vardır.
Bilmem anlatabildim mi?
Hanifi Altaş
12 Aralık 2005
http://www.turkdirlik.com/Bilgimece/Siyaset/Turkiye/HAltas0022.htm