Tarihle ilgili her şey

sahhaf55

New member
Katılım
12 Kas 2005
Mesajlar
106
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Dünya'da
Arkadaşlar tarihle ilgili herhangi bir bilgiye ihtiyacı olan olursa geniş arşivim sayesinde elimden gelen yardımı yaparım.

Mail vermek yasaktır.!
 
PAYLa$iM Ve eMeĞiN iÇin SaĞo£ aRKaDa$iM....


SaaT ....

00.oo MesaJ'i YaZDiM :D
 
cumuriyet tarihi ile ilgili notlar varsa elinde buraya koyarsan çok iyi olur
 
Arkadaşım misak-ı milli ile ilgili elinde geniş döküman varsa paylaşırsan çok sevinirm.. olumlu yada olumsuz her türlü cevabın için teşekkür ederim...
 
arkadasım seninle irtibata gecmem gerekio son umudum senin arsiv olarak kaldı bana bi şekilde ulasabilirmisin ben hiçbi şekilde sana ulasamıyorum lutfennn [email protected]
 
bana tarihde istanbulun fethi ile ilgili sunu lazım power point sunusu olabılır bulursan cok sevınırım :D
 
yha banada çanakkale cephesiyle ilgili bilgiler lasım burAyA koyarsan çoq sefinirim:)

yha banada çanakkale cephesiyle ilgili bilgiler lasım burAyA koyarsan çoq sefinirim
 
İÇİNDEKİLER

1. Çanakkale Cephesi’nin Açılış Nedenleri ve Savaşın Seyri…………………….……………………2

2. Savaşın Dünyadaki Etkileri ve Sonuçları………………………………………………3

3. Savaşın Türk Tarihi Açısından Sonuçları ve Türk Tarihi’ndeki Yeri……………………………………..5


A. “Çanakkale, İstiklal Savaşımıza Başlangıç Oldu”……………….. …….…………………………..7

B. Mustafa Kemal’in Bir Lider Olarak Ortaya Çıkışı………………… ……………………………….8

SONUÇ…… ………………………………………...10

KAYNAKÇA:…………..............................................11















1. ÇANAKKALE CEPHESİ’NİN AÇILIŞ NEDENLERİ
VE SAVAŞIN SEYRİ
“Çanakkale Savaşları, I. Dünya Savaşı içinde ayrı bir özelliği olan, tarihin
kaderini değiştiren, yaşamak hakkına şerefi ile ulaşan bir milletin, her şeyden önce
kahramanlık destanıdır. İngiliz ve Fransız ortak saldırılarına karşı savaşılan bu cephede
cereyan eden muharebeler, Türkler için Dünya Savaşı’nın en büyük olayı oldu.”

Bugüne dek yerli ya da yabancı yazarlarla, resmi kuruluşların yayımladıkları
eserlerde, cephenin açılış nedenleri, kendi değer yargılarına göre açıklanmıştır.

Bunlardan İngiliz resmi harp tarihinde bu konuda özetle şöyle denmektedir:
“Düşmana karşı üstünlüğü ele geçirmek için Rusya’nın sonsuz insan gücünden
yararlanmak gerekiyordu. Bunun için donatım, silah, cephane ve mali yardıma ihtiyaç
vardı. Boğazlar açılmadıkça Rusya’ya gerekli yardım sağlanamayacak ve büyük askeri
gücü olan Almanya’ya yıkabilecek gerçek biçimde işbirliği yapmak olanağı
bulunmayacaktı. Bu harekatın başarılı sonuçlanması durumunda, elde edilebilecek
siyasi sonuçlar çok değerliydi. Mısır tehlikesi ortadan kalkacak, Balkanlar’ın “Üçlü
Anlaşma”ya katılması sağlanacak, Arapların çekingen durumlarına ve İtalyanların
kuşkusuna son verilecekti. Boğazların açılması ayrıca ekonomik yararlar sağlayacaktı
Rusya’nın yiyecek ve yem depoları Akdeniz’de boşalacak, Batı Devletleri’ni korkutan
yiyecek sorunu çözülecekti. Rusya’nın mali durumu düzelecek, ayraca Akdeniz
limanlarında biriken 350.000 tonluk 120 parça ticaret gemisi kurtarılarak, “Üçlü
Anlaşma” bunlardan yararlanma olanağını bulacaktı.”

Osmanlı Başkomutanlığı’nca ise, bu cephenin açılış nedenleri şöyle
saptanıyordu:
1. Ruslara cephane ve öteki araç ve gereçleri ithal için yolu açmak,
2. Avrupa ile Asya arasındaki Osmanlı ulaşımını keserek sonuçlarından
yararlanmak,
3. İstanbul dolaylarından öteki harekat alanlarına asker gönderilmesine engel
olmak,
4. Tarafsız Balkan Devletleri’ni “Üçlü Anlaşma”ya katılmak zorunda bırakmak.

Bu gibi sebeplerle 1915 yılında İngiliz ve Fransız donanmaları taarruza geçtiler.
Önce Şubat 1915’te Çanakkale’nin dış tabyaları topa tutuldu. Ayrıca karaya asker
çıkardılar. 18 Mart 1915’te boğazı zorla geçmeye çalışan İngiliz-Fransız ortak
donanması Nusrat Mayın Gemisi’nin döktüğü mayınlar ve topçu ateşi ile 7 zırhlısını
kaybetmiş, 18 Mart akşamı bu 7 gemi Çanakkale Boğazı’nın sularına gömülmüştü.
Çanakkale Savaşı’nın tarihe deniz savaşı olarak geçen kısmı bu suretle kapanmıştır.
Yıllar sonra büyük İngiliz devlet adamı Churchill, “Bize I. Dünya Savaşı boyunca
Nusrat’ ın yaptığını kimse yapmadı.” Diyerek, Türk tarihinin bu harika gemisini ne
büyük iş yaptığını anlamlı bir şekilde dile getirmiştir.

İtilaf Devletleri’nin bu başarısızlığı bütün dünyada yankılar yapmıştır. Bu defa
İtilaf Devletleri Gelibolu Yarımadası’nı işgal ederek Boğazlara hakim olmak için
boğazın her iki yakasına çıkarma yapmayı düşündüler. Bu düşünce doğrultusunda 25
Nisan 1915’te müttefikler Gelibolu Yarımadası’nın güney kısmına ve Kum kale
kıyılarına asker çıkardılar. Bundan böyle Çanakkale Muharebeleri’nin kara savaşı kısmı
başlamıştır. Bu ikinci kısımda meydana gelen çarpışmaların kilit ismi genç Tümen
Komutanı Mustafa Kemal’dir. Çok çetin ve inatçı bir direniş gücü ile yapılan savunma,
düşmana ilerleme imkanı tanımamıştır. 25 Nisan 1915’ten itibaren gelişmeye başlayan
düşman harekatına karşı Mustafa Kemal, bu defa 100.000 kişilik Kitchner ordusu
karşısında Conkbayırı’ nda ve Kireçtepe’ de kazandığı zaferle düşman ordusunu
yenmiştir. Düşman bütünü ile Anafartalar’ da uğradığı başarısızlık üzerine geri
çekilmeye mecbur kalmıştır. Gelibolu Yarımadası’nı 9 Ocak 1916’da tamamen
boşaltmıştır. Böylece Çanakkale Savaşları emsalsiz bir zafer olarak tarihe geçmiştir.

Çanakkale Muharebeleri denizde ve karada olmak üzere yaklaşık 1 yıl devam
etmiştir. Çok şiddetli çarpışmalar olmuştur. 1 yıl boyunca büyük bir donanma ve
400.000’den fazla askeri Gelibolu Yarımadası’nda tutmak ve yüz binlerce de kayıp
vermek zorunda kalmışlardır. Sonuçta da plan hedefine ulaşamamıştır. Boğaz
geçilememiştir. Türkler kan ve canları pahasına büyük bir zafer kazanmışlardır.
Çanakkale Zaferi Osmanlı’nın son zaferi olmuştur. Buna rağmen batılıların yanlış
değerlendirmeleri vardır. Ancak değerlendirmelerden sadece bir tanesi doğru olup, tüm
gerçeği şöyle özetlemektedir:

“Çanakkale Harekatı’nın baş mimarı ve sonuna kadar inat eden kişi olan
Churchill ve diğer yöneticiler Türkiye’nin güç kapasitesini küçümsemişlerdir.
Sanılmıştır ki Balkan Devletleri’ne yenilen Osmanlı, sınırlı bir cezalandırma
harekatı ile inat etmekten vazgeçerek teslim olacak ve böylece en kısa yoldan en
büyük kazançlar elde edilecektir.”

Bundan o kadar çok emindiler ki bu itibarla, daha savaşın ilk aylarında ‘Boğaz
geçildikten sonra izlenecek siyaset’ konusunda uzun raporlar ve planlar bile
hazırlamışlardır.

Ne var ki bu plan ve hesaplar yapılırken Türk Milleti’nin sarsılmaz imanı, vatan
ve istiklal aşkı, Mehmetçiğin eşsiz itaat ve kahramanlığı terazinin kefesine konmamıştı.
Bu nedenledir ki büyük kuvvet üstünlüğüne güvenen mağrur müttefikler, iki safha
halinde oluşan Çanakkale Seferi’nde inatla ve şiddetle sürdürdükleri bütün girişimlerde
bu gafletlerinin cezasını ağır bir yenilginin elem verici acılarıyla ödemekten
kurtulamamıştır.

2. SAVAŞIN DÜNYADAKİ ETKİLERİ VE SONUÇLARI

Dünya tarihinde Birinci Dünya Savaşı’nın akışına çeşitli yönler vermiş, birçok
milletlerde çeşitli olaylar yaratmış olan Çanakkale Zaferi’nin siyasal sonuçları
şunlardır:

• Birinci Cihan Savaşı’nın iki yıl uzamasına, İtilaf Devletleri’nin çok güç
durumlara düşmesine, Cihan Savaşı’ndan galip çıkmış olmalarına rağmen çok bitkin bir
halde kalmalarına sebebiyet vermiştir.

Versay Antlaşması’nı Osmanlı delegelerine dikte ettiren, o zamanın Fransız
Başvekili delegelerimize şunları söylemiştir: “Çok önemli bir deniz yolunu kapatmakla
siz Batılı müttefiklerin Rusya ve Romanya ile olan bağlantısını kesmiş oldunuz.
Harbin en az iki sene uzamasına ve Rusya’nın yenilmesine sebep oldunuz ve
müttefiklerin zaferini geciktirdiniz…”

Bir de Lloyd George’ nin savaştan sonra yaptığı bir konuşmasında: “Bu
muharebe Karadeniz’e serbest geçiş, bizim için hayati bir sorundur. Halbuki bizi bu
harekete bırakmadılar ve bu yüzden savaş en azından iki yıl daha uzadı.” Demekle
yukarıdaki görüşü doğrulamış olmaktadır.

• “Çanakkale Zaferi’nin en önemli sonuçlarından biri de Rusya’da yaşandı.
Müttefiklerinden yardım alamayan Çarlık yıkıldı ve 1917 yılında Rusya’da Bolşevik
İhtilali gerçekleşti. Çarlığın yıkılmasının ardından yeni yönetim savaştan çekildi ve
aynı yıl Brest-Litovsk Antlaşması imzalandı. 15 Aralık’ta imzalanan bu antlaşma
Ruslarla savaşı sona erdirdi. Rusların savaştan çekilmesi savaşın kaderi üzerinde büyük
bir etki yaratmadı. Zira savaştan ayrılırken çok daha güçlü, imkanları çok daha fazla bir
devlet, A.B.D. savaşa giriyordu. Ancak Ruslarla mütareke imzalanmasının ve Brest-
Litovsk Antlaşması’nın Türkiye açısından en önemli sonucu Rus işgalinde bulunan
Doğu illerimizin kurtarılması oldu.”

• Çanakkale Muharebe alanında İngiliz ve Fransız Devletleri ile
sömürgelerinden alınan büyük sayıda kara ve deniz kuvvetlerinin bağlanması, Alman
Batı Cephesi’ndeki İtilaf Devletleri’nin baskısını zayıflatmış, böylece Almanya’ya
azımsanmayacak oranda maddi ve manevi yardım sağlanmıştır.

• Birleşik Filonun Boğazda uğradığı yenilgi, İngiltere ve Fransa’nın prestijlerini
sarsmış ve özellikle İngilizlerin “Denizlerdeki tartışılmaz üstünlüğü imajını ortadan
kaldırmıştır”. Bu da onların sömürgelerindeki bağımsızlık ve özgürlük akımlarının
dogmasına ve dolayısıyla dünya siyasi haritasını değiştiren bazı gelişmelere sebep
olmuştur. Yani Çarlık Rusya yıkılırken, ülkesinde güneş batmayan Büyük Britanya
İmparatorluğu’nda da ilk yarayı açmış oluyordu. Böylece sömürgeciliğin çöküşü de
hızlandırılmıştı.

• Çanakkale Savaşları Avustralya ve Yeni Zelandalıların milli bilinçlerinin
oluşmasına etken olduğu gibi, savaş sırasında ve sonrasında bu ülke vatandaşları ve
hükümetleri ile dostlukların ortaya çıkmasını sağlamıştır.

• “Bu savaşların bir diğer önemi ise, henüz savaşa katılmamış olan Balkan
Devletleri üzerinde yaptığı etkidir. Balkan Devletleri’nin tutumu, Rusya’nın üzerinde
hassasiyetle durduğu bir konuydu. Çanakkale Zaferimiz üzerine henüz tarafsız
durumda bulunan Bulgaristan, Osmanlı Devleti’nin yanında savaşa katılmıştır.
Çanakkale Muharebeleri’nin durumunu ve müttefiklerin başarısızlığını gören
Bulgaristan, 1915 Ağustos başından itibaren Merkezi Devletler ile müzakerelere girdi. 6
Eylül 1915’te Almanya ve Avusturya-Macaristan ile anlaşma imzalayıp 35 gün içinde
de savaşa katılmayı kabul etti. Bulgaristan’ın bu kararında Kitchner’ in Ağustos
saldırılarının başarısızlığı büyük rol oynamıştır.”

• Çanakkale Harekatı Türk devletinden pay almak isteyen İtalya’nın harbe
katılmasını çabuklaştırmıştır. Buna karşılık Yunanistan ve Romanya’nın bir süre daha
tarafsız kalmasına sebep olmuştur.

• Avrupa iki ideolojik topluma ayrılmış ve bugünkü bloklaşmanın ilk temeli
atılmıştır
.
• Dönemin en güçlü ülkeleri İngiltere ve Fransa’ya bağlı donanma ve orduların
Çanakkale’ de Türkler tarafından durduruluşu İngiliz ve Fransız İmparatorlukları’nın
çöküşüne varan ilk gelişmeleri oluşturur. Asya ve Afrika’daki milliyetçi akımlar ve
bağımsızlık hareketleri Çanakkale’de elde edilen başarılardan etkilenecektir.

• A.B.D. Dış Politika Enstitüsü’nün 1930 yılı yayınından elde edilen bilgilerden
anlaşıldığına göre de, “kimse pek farkında değildi ama, Boğazlar kapatılmasaydı,
Amerika belki savaşa girmeyecek ve bu kadar can ve mal kaybına
uğranılmayacaktı.”

• Bu savaşlarda iki tarafın da 200 biner kişiden fazla kayba uğradığı bir gerçektir.
Nüfus oranı dikkate alınırsa, Türk tarafının bu zayiattan daha büyük acı çektiği
kuşkusuzdur.

• Boğazların kapatılıp, I. Dünya Savaşı sonuna kadara da açılmayışı, dünya
ticaretini de olumsuz yönde etkilemiştir. Boğazların kapatılmasıyla Karadeniz’de
mahsur kalan çeşitli devletlere ait ticaret gemilerinin sayısı ve toplam tonajına
bakıldığında bunu açık bir şekilde görebiliyoruz:

Müttefikler Tarafsız Almanya ve Avusturya-Macaristan

İngiltere :8 Yunanistan :12 Almanya :6
Rusya :61 Romanya :10 Avusturya-Macaristan :11
Fransa :4 Danimarka :1
Belçika :5 İsveç :2
İtalya :7 Hollanda :1

TOPLAM :85 :27 :17

Genel toplam 129. Bu 129 ticaret gemisinin toplam tonajı ise 350.000’dir.

3. SAVAŞIN TÜRK TARİHİ AÇISINDAN SONUÇLARI VE
TÜRK TARİHİNDEKİ YERİ

Sadece müttefiklerin yenilgisiyle kalmayıp dünyada birçok etki ve yankı yapan
bu savaşın Türk tarihindeki sonuçları ise şöyledir:

• Tarihin destanlaşan olayları arasında özel bir yer almış bulunan Çanakkale
Zaferi; vatanı, istiklali, hürriyeti uğruna gereğinde, kanını, canını tereddütsüz fedaya
hazır evlatlara sahip bulunan bir milletin, sonsuza kadar şerefle yaşayacağını parlak bir
kanıtı olarak anıtlaşmıştır.

• “Bu zafer, Türk ordusunun Balkan Savaşı’nda uğradığı yenilgiyle Türk ve dünya
kamuoyunda zedelenmiş ve hatta yitirilmiş olan prestijini de kurtarmakla kalmamış,
Çanakkale’de Türk askerinin moralini yükselterek doruğa çıkarmış, Birleşik Filo’nun
İstanbul’a ulaşacağı endişesini ortadan kaldırmış ve Osmanlı Devleti’nin gücünü belli
bir süre için de olsa dünyaya kanıtlamıştır.”

• Türk ordusunun kendine olan güvenini tekrar tazelemiştir.

• Güçleri ne olursa olsun hürriyetlerini kimselere vermeyeceğini, kanının son
damlasına kadar çarpışacağını, Türk Ordusu’nun henüz ölmediğini bütün dünyaya
ispatlamıştır.

• Türk Askeri’nin hudutsuz vatan sevgisi, direnme gücü, fedakarlık ruhu ve
imanının batı teknolojisine üstün geldiği gösterilmiştir.

• Türklerin dünya hakimiyetinde hala var olduğunu ve büyük millet rolü
oynamaya devam ettiğini göstermiş, Anadolu ve Trakya’nın Türklerin vatanı olduğunu
dünyaya kabul ettirmiştir. İstiklal Harbi’nin kazanılmasında bu inancın önemli rolü
olmuştur.

• Çanakkale Muharebeleri, Mustafa KEMAL’ i tarih sahnesine çıkarmış;
dolayısıyla Anadolu Türklüğünün ve Müslümanlığının istiklalini sürdürmesine, yeni
Türk İstiklal Harbi’nin kazanılmasına ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasına
yol açmıştır.

• Türk milleti bu savaşta çok sayıda yetişmiş insanını kaybetmesine rağmen,
kendisine has bir kahramanlık örneği sergileyen ordusu sayesinde, Balkan Savaşı’ndan
kalma ezikliği üstünden atarak büyük bir askeri başarı kazanmıştır. Bu zafer bütün
İslam dünyası ve ezilmiş milletler için yeni bir ışık olmuş, Türk edebiyatında halkın
hislerini dile getiren pek çok esere de konu teşkil etmiştir.

• “Çanakkale Zaferi’nin Türk tarihinde bu nedenli önemli oluşunun bir başka
nedeni daha vardır. O da, savaşan taraflar arasında maddi savaş gücü açısından büyük
dengesizliğin bulunmasıydı. Sahip oldukları imparatorlukları enlem ve boylam daireleri
ile ölçen birer imparatorluğa sahip İngilizler ve Fransızlar, savaş güçlerini ayakta
tutacak sonsuz kaynaklara sahiptirler. Türkler ise o kadar fakirdiler ki, düşmandan
alabildikleri gereçlerle tahkimat yapmaktaydılar. Kendilerine gönderilen az sayıda kum
torbalarını savunma için kullanılacak yerde elbiselerini yamamak, ayakkabısız
ayaklarına sarmak için kullanmakta idiler. Çoğu zaman ön siperlerde savaşan askere
gönderilebilen bulgur pilavı, kap kacak içinde değil, çuval içinde gönderilirdi. Bu
yoksulluk, Türk askerinin moral gücüyle karşılanmıştır.”

• “Bu muharebelerin bir diğer önemi de: Çanakkale Muharebeleri başta Mustafa
Kemal olmak üzere, Fevzi (Çakmak), Refet (Bele), vb. gibi bir çok kahraman komutanı
Türk halkına kazandırmış ve Milli Mücadele zamanı için de iyi bir okul ve eğitim yeri
vazifesini görmüştür. Türk halkı Mustafa Kemal’i ilk defa burada tanımış ve Onu Milli
Mücadele’nin başında görünce de güvenmiş ve arkasından giderek bağımsızlığına
kavuşmuştur.”

Kısacası; Türklerin biyolojik, manevi üstünlükleri, Fransız ve İngilizlerin
teknolojik, maddi üstünlükleri vardı. Çanakkale’de çarpışan unsurlar bunlardı. Neticede
Çanakkale’de manevi üstünlük, maddi gücü yenmiş, haksız saldırıyı durdurmuştur.

Milletimizin askerlik ve kahramanlık tarihine altın harflerle yazılmış olan
Çanakkale Savaşları sonuçları itibari ile böyledir.

Ancak yabancılar tarafından Çanakkale Muharebeleri değerlendirilirken
onlardan bir kısmına göre bu savaşların mağlubiyet sayılamayacağı iddia edilmiştir.
Zira bu muharebelerin Büyük Harbin İtilaf Devletleri’nce kazanılmasına çok yardım
ettiği, Boğazlara yapılan taarruzla Almanları 1915 ilkbahar taarruzundan vazgeçildiği,
İtalya’yı harbe soktuğu, Yunanistan’ı tarafsız bıraktığı gibi Bulgarları da uzun müddet
mütereddit bıraktığı, Mısır’ın müdafaa edildiğini ve böylelikle bütün bunların Türk
Ordusunu yiyip bitirdiğini söylemişlerdir.

Ayrıca Türklerin Çanakkale’de maruz kaldıkları müthiş yıpratmayı hiçbir zaman
tamir edemedikleri belirtilmiştir.

Fakat yabancı tarih yazarlarının Çanakkale Muharebesi’ni kendileri için yenilgi
saymamaları bir teselliden başka bir şey değildir. Zira birçok mahrumiyetlere rağmen
Türk Ordusu dünyanın en kuvvetli donanmasını ve pek üstün vasıtalara sahip
müttefikler ordusunu dar bir sahilde yendi ve onu karaya bastığına pişman ederek aciz
bir hale getirdi.

A.“ÇANAKKALE İSTİKLAL SAVAŞIMIZA BAŞLANGIÇ OLDU”

“Çanakkale Zaferi, hiç şüphe yok ki, milletimize çok ağır mal oldu. Zinde
kuvvetlerimizin “vatan ve namus” uğrunda dereler gibi akıttığı kanlar pahasına
kazanıldı.

Her Türk Ailesi, Çanakkale’de bir ferdinin kanını akıtarak, bu zaferde pay sahibi
olmuş, yüreğinde açılan aziz ve onulmaz yara, alınan netice ne kadar azametli olursa
olsun kanamaya devam etmişti.

Ebedi ve ezeli düşmanımız Çarlık Rusya devrilmiş, maddi ve manevi bütün
tesislerimizin toplanmış olduğu İstanbul düşman eline düşmemiş, yeni çağda milli
mefahirimize altın harflerle Çanakkale Destanı yazılmıştı.

Bu destanın en büyük tarafı, arka arkaya kaybedilen savaşların, bozgunların
tesiri ile sarsılan moral kuvvetimizi çok yükseltmiş olmasıydı. Çanakkale, demir ve
çeliğin insan gücünü ve cesaretini yenemeyeceğini ve vatan sevgisini öldüremeyeceğini,
Türkü yıldıramayacağını bütün cihana ispat etmişti.

Bu savaş, milletçe uyanışımızın gerçek başlangıcıydı. Türk’ün ruhunun
derinliğinde yaşayan fedakarlık ve cesaret burada şahlanmıştır. Subay, yedek subay
tarihin enginliklerinden ruhlarını tutuşturan alevi erlerine aşılayabilmişti.

Bu savaş, biz batı Türklerinin milli birliğine ilk temel taşı olmuştu. Mustafa
KEMAL; Arıburnu’ ndan, Anafartalar’ dan, Kocaçimen’ in şahikasından bir güneş gibi
doğmuştu. Vatanını, her türlü tehlikeye karşı dehasıyla, cesaretiyle, sonsuz sevgisiyle
O’nun koruyacağına ordu mensupları inanmış ve millet safları da öğrenmeye başlamıştı.

Çanakkale’de bol bol feda olan Türk kanı, Türk İstiklali’nin ve Cumhuriyeti’nin
harcına karışmıştı.”

Mustafa Kemal Anafartalar Cephesinde M. Kemal Tümgeneral Rütbesiyle



B. MUSTAFA KEMAL’İN BİR LİDER OLARAK ORTAYA ÇIKTI

Bu muharebelerin askeri ve siyasi tarihimiz bakımından şüphesiz en önemli
sonucu; büyük kurtarıcımız Atatürk’ün “Mustafa Kemal” olarak milletin bağrından
Anafartalar ve Conkbayırı’ ndan ilk kez yükselişinin yer aldığı muharebeler oluşudur.
Bu muharebelerde gösterdiği insanüstü cesaret ve askerlik yeteneği ile Atatürk, sadece
milletin liderliğine doğru ilk adımını atmakla kalmamış, askeri dehasını da, dost düşman
herkese açıkça kabul ettirmiştir.

“Mustafa Kemal durumu çabuk kavramak, süratle ve soğukkanlılıkla doğru
karar vermek, verdiği kararı büyük bir enerji ve cesaretle bizzat tatbik etmek,
inisiyatifini cüretle fakat isabetli kullanmak, sorumluluğu çekinmeden açıkça üzerine
almak gibi üstün komutanlık vasıfları göstermiş ve savaşın gidişi üzerinde 1. derecede
etkili olmuştur.

O, korkusuzca ateş altında durarak emirler veriyor ve askerlerini
cesaretlendiriyordu. Kendisinin de her an canını vermeye hazır oluşu, emrindekileri de
öyle davranmaya zorluyordu. Bu da onu büsbütün efsaneleştiriyordu.”

Mustafa Kemal’in efsanevi bir şekilde güç kazanışında kuşkusuz pek çok neden
vardır, fakat Çanakkale’de kazandığı ilk zafer de diğerleri kadar önemli olmuştur. Öyle
ki Çanakkale harekatının sonuna doğru yorgun ve hasta olarak İstanbul’a döndüğü
zaman, Enver Paşa tarafından gönderilen engelleyici çabalara rağmen, Türk Basını onu,
Çanakkale’nin kurtarıcısı olarak selamlamıştı.

Mustafa Kemal’in bu yüksek başarıları ona öyle bir ün kazandırmıştır ki, o,
1918’den sonra yurdu kurtarmaya kalktığı vakit her Türk general ve subayı onun bu
işi yapabileceğine inanmış ve onun yanına güvenle koşmuştu. Mustafa Kemal
Çanakkale kahramanı olmasaydı Milli Mücadele’de herkese daha az güven verebilir,
dolayısıyla da daha az yardım ve dayanak bulabilirdi.

Onun bu savaşta durumu çok çabuk kavramak, çabuk karar vermek, kararını
enerji ile uygulamak ve sorumluluktan çekinmeme gibi davranışları kendisinde büyük
bir komutanlık nitelikleri olduğunu meydana çıkarmıştır
.
Çanakkale Muharebeleri, Türk Kurtuluş Savaşı’nın ulu önderi, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türk Milleti’nin uygar milletler arasındaki yerini almasını
sağlayan ölümsüz Atatürk’ün erişilmez değer ve dehasının başta Türk Milleti olmak
üzere bütün dünyaca tanınmasını sağlamıştır.


Gerek Türk gerekse yabancı devlet adamlarının Atatürk hakkındaki görüş ve
düşünceleri ise şöyledir:

İngiliz generali Aspinali Oglander, Mustafa Kemal’in Çanakkale
Muharebeleri’ndeki başarılarını ve dehasını şu sözlerle övmektedir:

“Şimdi Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olarak bulunan Gazi Mustafa Kemal’in
Çanakkale çarpışmalarındaki büyük başarılarını gereğince övme ve takdire imkan
yoktur. Bu konuda ne söylense azdır.”

Zamanın Bahriye Nazırı II. Dünya Savaşı’nın yılmaz İngiliz Başbakanı,
Atatürk’ün rolünü şöyle ifade eder:

“Mustafa Kemal 9 Ağustos Anafartalar’ daki başarılı harekatından sonra geceyi,
bu paha biçilmez sırtı alma hazırlığı içinde büyük çaba harcayarak geçirdi. Bizzat
yönettiği şiddetli baskın hücumu ile bu dar bölgede yerleşmiş olan bin kişilik İngiliz
kuvvetini yok etti. Türkler Conkbayırı’ nı aştılar ve zaferin sonuna kadar da orada
kaldılar. Bu başarı perdeyi kapatan olaydır.”

İnönü’nün bu konudaki değerlendirmesi çok dikkat çekicidir:

“Çanakkale’ye müttefiklerin ilk asker çıkarmasının hemen ilk gününden itibaren
Atatürk bir yıldız olarak parlamaya başlamış ve her gün biraz daha dikkati çeker hale
gelmiştir. Burada Atatürk, kumandanlık imtihanını tasavvur olunabilecek en büyük
güçlükler içinde her gün yeni bir muvaffakiyetle yürütür bir yola girmiştir.
Çanakkale’de ilk günden itibaren üzerinde toplanmış olan bu şerefler ve ümitler
Atatürk’ü dokunulmaz hale getirmiştir.”

Bir İngiliz resmi tarihçisi ise de Atatürk hakkında şöyle yazar: “Tarihte bir
tümen komutanının üç muhtelif yerde vaziyete nüfuz ederek yalnız bir muharebenin
gidişine değil aynı zamanda bir zaferin akıbetini celbi bir milletin mukadderatına tesir
yapacak vaziyet ihdasına nadiren rastlanır.”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise M. Kemal’i bize şöyle anlatıyor:

“M. Kemal Bey Çanakkale müdafaasında vazife alırken; bizim tarafın herhangi
bir nihai zafere erebileceğini çoktan imkan haricinde telakki ediyordu. Fakat o, her
şeyden evvel bir asker ve bir vatanperverdir. Kendisine verilen vazifeyi kabulden imtina
edemezdi.

Bundan başka M. Kemal, en güç ve en tehlikeli vaziyetlerin adamıdır. İşin
ağırlığı nispetinde iradesi artar ve tehlikenin büyüklüğü nispetinde cüret ve cesareti
galeyana gelirdi. Onun için taze bir sevk ile ilk ateş hatlarına atıldı. Çanakkale
imtihanından sonra kendini çok iyi öğrenmiş; nefsine emniyet azami haddine ermişti.
Muharip kabiliyetinin nelere kadir olduğunu biliyordu. Bundan başka, Türk askerinin
fedakarlığına, kahramanlığına da büyük itimadı vardı.”

Mustafa Kemal için söylenen, “Yüzyılda bir gelen askeri deha karşımızdaydı.”
Sözleri, Çanakkale Savaşları’nın baş mimarı Churchill’e ait olup, bu gerçeği çarpıcı bir
şekilde dile getirmektedir. Türk ve yabancı bütün uzmanlar ve araştırmacılar, Mustafa
Kemal’in Çanakkale’de ulusun kaderini değiştirdiğini kabul etmektedirler.

İngiliz Harp Tarihi, Mustafa Kemal’i “bir tümenle muharebenin gidişini
değiştiren mukadderatın adamı” olarak nitelendirir.

Kısacası; “Deniz ve kara harekatıyla bir bütün olarak, Türk harp tarihinin parlak
sayfalarında yerini almış bulunan ve zaferle sonuçlanan Çanakkale Muharebeleri, aynı
zamanda Mustafa Kemal gibi bir dahiyi yaratmış ve ileride Türk’ün kaderinde çok
önemli rol oynayacak olan bu büyük lideri Türk ulusuna kazandırmıştır.”

Diyebiliriz ki, Çanakkale Savaşları’nın en önemli sonuçlarından biri; bir lider ve
komutan olarak Mustafa Kemal’in doğuşuydu.



SONUÇ
Çanakkale 1915 olgusu, özünde bir askeri çatışma olup, hangi açıdan bakılırsa
bakılsın dünya tarihinin tanık olduğu en büyük savaşlardan birisidir.

Çanakkale’de çarpışarak kan ve canlarını veren yüz binlerce Türk ve yabancı
insan, bizlere daha güzel ve iyi bir gelecek sunabilmek için, inandıkları ilkeler uğrunda
ölmüşlerdir. Bu yönü ile Çanakkale Savaşları aynı zamanda, geleceğin sembolü olmak
gibi bir özellik taşır. Onun içindir ki bu savaşların bugün de karanlıkta kalan ve
bilinmeyen yönlerini ve tarihsel gerçekleri gün ışığına çıkartıp, gelecek kuşaklara doğru
olarak aktarabilmek, bir bakıma hepimizin insanlık görevidir, borcudur.

Diğer yandan, Çanakkale Savaşları’nın özünde bizim savaşımız olduğu; orada
tam bir öz vatan savunması verdiğimizi de unutmamak gerekir. Türk Ulusu
Çanakkale’de, binlerce gencecik evladını kanı-canı pahasına, en güçlü düşman
donanmalarına ve ordularına karşı durup, geçit vermemiştir. Bu savaşların yol açtığı
sosyo-politik etkiler bugüne dek uzanır… Durum böyle olunca da, Çanakkale Savaşları
Tarihi’nin, yerli yabancı belge ve kaynaklara dayanılarak araştırılıp, elde edilecek
sonuçların gelecek nesillere doğru olarak aktarılması görevi, başta Türk Gençlerine,
yani bize düşer.





























KAYNAKÇA

Türk İnkılabı Tarihi, Yusuf Hikmet BAYUR

Türk İnkılabı Tarihi, Hamza EROĞLU

Atatürk İlke Ve İnkılapları Tarihi, Mustafa Safran, Refik Turan

Çanakkale Boğazı Ve Savaşları, Şemsettin Çamoğlu

Çanakkale Savaşları’nın Siyasal Açıdan Değerlendirilmesi, M. Tunçoku

Osmanlı Tarihi, Enver Ziya Karal

1. Dünya Savaşı, Ana Britanica

Çanakkale Cephesi, Türk Ve Dünya Tarihi Ansiklopedisi
 
slm dostum bana osmanlıda devşirme sistemiyle ilgili yıllık ödev için yardımcı olursan çok sevirnirim sevap işleriz yetim bi çocuğun ödevi
 
ÖNSÖZ

Devşirme sisteminin Anadolu ve Balkanlar’daki Türkleşmeye ve İslamlaşmaya etkisinden söz edilse de, Devşirme sisteminin uygulanmasındaki asıl amaç Osmanlı Devleti’nin Hızlı artan asker ihtiyacının karşılanmasıdır. Savaş esrilerinden beşte birinin alınması olan pencik sistemiyle asker ihtiyacının karşılanmaması üzerine devşirme sistemine geçildi. Gayri Müslim çocuklardan alınan devşirmeler, iyi bir eğitim gördükten sonra yeteneklerine göre sarayda yada Kapıkulu ocağında istihdam edilmiştir. XV. Yüzyılın ikinci yarısından XVII yüzyılın hemen sonlarına kadar Osmanlı Devleti bu sistemden en iyi şekilde istifade etmiştir.

Devşirme konusunda az sayıda kaynak bulunmakla birlikte, Yavuz Ercan, İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Abdulkadir Özcan’ın önemli araştırmaları vardır.

Bizde devşirme konusunu dört başlıkta inceledik, birinci bölümde Devşirme sisteminin nasıl işlediğini, ikinci bölümde Devşirmelerin devlet yönetimindeki hizmetlerini, üçüncü bölümde Ordudaki hizmetlerini yani Yeniçerileri, dördüncü bölümde de Devşirme sisteminin Türkleşmeye İslamlaşmaya etkisini ele aldık.

Bu tezi hazırlarken yardımını ve ilgisini esirgemeyen hocam Doç. Dr. Hasan Basri KARADENİZ’e teşekkür ederim.



Alper TUNA






İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ…………………………………………………………………………… 1
İÇİNDEKİLER…………………………………………………………………… 2
GİRİŞ……………………………………………………………………………... 3
1-Devşirme Sistemi……………………………………………………………….. 5
2- Devlet Yönetiminde Devşirmeler…………………………………………….. 12
3-Orduda Devşirmeler…………………………………………………………… 14
4-Devşirme Sisteminin Türkleşmeye Ve İslamlaşmaya Etkisi………………….. 16
5- Tanınmış Devşirmeler………………………………………………………… 26
a) Sokullu Mehmet Paşa………………………………………………………. 26
b) Gedik Ahmet Paşa…………………………………………………………. 27
c) Mahmud Paşa………………………………………………………………. 28
SONUÇ………………………………………………………………………….. 29
KAYNAKÇA……………………………………………………………………. 31













GİRİŞ


Yeniçeri ocağına asker temini için önce pencik kanunu gereğince gayrimüslim genç savaş esirlerinden faydalanılmış, fakat zamanla fetihlerin azalması, Ankara savaşı’ndan sonra da bir süre durması yüzünden devşirme yoluna başvurulmuştur. Daha önceki İslam devletlerinde görülmeyen bu usulün Çelebi Mehmet zamanında uygulandığı ancak oğlu II. Murad devrinde kanunlaştığı anlaşılmaktadır.

Kapıkulu ocaklarının nefer ihtiyacı yeniçeri ağası tarafından belirlenir. Ve İvan-ı Hümayun’a arz edilirdi. Buradan çıkacak karara göre sekiz-yirmi yaş arasındaki gençlerden durumları elverişli olanlar devşirilirdi. Devşirme işi ihtiyaca göre üç, beş yada yılda bir yapılırdı. Bu işin birinci derecede sorumlusu yeniçeri ağasıydı. Ondan sonra Acemi ocağı ağası gelirdi.

Devşirme başlangıçta beylerbeyi, sancak beyi ve mahalli kadılar gibi ilgili bölgenin mülki amirleri tarafından yapılmıştır. Fakat zamanla bunlar görevlerini kötüye kullanmaları üzerine Fatih Sultan Mehmet döneminde devşirme işi bir esasa bağlanmış ve merkezden devşirme memurları göndermeye başlamıştır. Bu memurlar başta turnacıbaşı olmak üzere saksoncubaşı, zağarcıbaşı, haseki vb. yeniçeri ocağının yüksek rütbeli yaybaşlarından olur. mahiyetinde bir katip bulunurdu.

Devşirme konusunda toplanacak asilleri, papaz oğulları, iki çocuktan sadece biri bir çok çocuğu bulunan ailenin en sağlıklı çocuğu tek oğlu olanların çocuğu alınmazdı.

Devşirme memuru gittiği yerlerde dellallar vasıtasıyla devşirme için geldiğini ilan edilir, sekiz, yirmi özellikle on dört on sekiz yaşları arasındaki Hıristiyan çocuklarının kaza merkezinde toplanmasını sağlardı. Hıristiyan çocukları vaftiz defterleri yanlarında olduğu halde babaları ve papazları ile birlikte devşirme memuru çocukları bizzat görerek kanuna ve talimata uyanları ayırırdı. Genellikle her kazadan kırk haneden bir oğlanın alınması adet ise de bu sayı daha ziyade ihtiyaca göre belirlenirdi.

Devşirilen çocukların köyü, kazası babasının , annesinin ve bağlı olduğu sipahinin veya ait olduğu vakıf veya çiftlik sahibinin adı doğum tarihi, göz rengine varıncaya kadar bütün eşkali ve kendisini devlet merkezine götürecek memurun adı iki ayrı deftere yazılırdı.

“Eşkal Defteri” denilen bu defterden birini devşirme memuru, diğerini ise Devşirilen çocukları merkeze sevkeden ve kendisine “sürücü” denieln memur saklar, sürücü götürdüğü efradı bu defterle birlikte teslim ederdi.

Devşirilen çocuklar “sürü” denilen 100-200 kişilik kafileler halinde sürülerin idaresine devlet merkezine gönderilirdi. Yolda kaçmamaları ve özellikle Müslüman Bosnalı sünnetlilerin arasına yabancıların karışmaması için sıkı tedbirler alınırdı. İstanbul’a gönderilen devşirme oğlanları , ağa karşısında yeniçeri ağaları tarafından kontrol edilir ve eşkal defterine yazılırdı. Ardından sünnet edilen çocuklara Müslüman-Türk adları verilirdi.

Devşirilen gençlerin üzerindeki cizye vergisi düşerdi. Sürüden Saray için ayrılacak ya yeniçeri ağası arz eder veya saray ağası seçerdi. Bunlar Öneç Edirne , Galata veya İbrahim Paşa Saraylarında eğitilir. Aralarında kabiliyetli olanlar Topkapı Sarayına alınır diğerleri ise kapı kulu süvari bölüklerine verilirdi. Gürbüzce olanlar bostancı ocağı için ayrıldı.

Ağakapısında yakalanması biten devşirme sürüsü, Anadolu ve Rumeli ağaları tarafından küçük bir ücret karşılığında geçici bir süre için Anadolu ve Rumeli’deki Türk köylülerinin yanına verildi. Rumeli’den devşirmeler Anadolu’ya, Anadolu’dan devşirilenler Rumiliye gönderilirdi. Böylece yaşı büyük olanların kaçması engellenirdi. Firar edenler ise hemen yakalanıp yerlerine gönderilirdi. Anadolu’daki devşirmelerden Anadolu ağası, Rumeli’dekilerden ise Rumeli ağası sorumlu idi. Kethüdalar zaman zaman Türk köylüsünün yanında bulunan çocukları tefki ederlerdi.

“Türk’e verme” denilen bu uygulama ile devşirme oğlanları bir yandan ziraatla uğraşarak üretime katkıda bulunur, bir yandan da Türkçe’yi Türk-İslam adet ve geleneklerini öğrenirdi. Zamanı gelincede yeniçeri ağası arzı ve Divanı Hümayunda alınan kararla İstanbul’a getirilirdi. Burada eşkal defterine bakılarak kontrolden geçirilen devşirme oğlanları daha sonra acemi ocağına kaydedilirdi.

1-Devşirme Sistemi
Osmanlı Devleti’ nin kuruluşu sırasında ve Orhan Gazi devrinde Türklerden teşkil edilmiş yaya ve müsellem denilen piyade ve süvari askerleri fütuhat genişleyince, kafi gelmemeğe başladığından, yani bir askeri teşkilata ihtiyaç hasıl oldu ve bunu karşılamak için muharebelerde ele geçirilen güçlü kuvvetli esirlerden istifade edilmesi düşünülerek bir müddet için pencik-oğlanı adı ile beşte bir nefer olarak alınan bu esirler ile iş görüldü. Daha sonraları bu ocak ihtiyaç nispetinde genişletildi ve zamanla mükemmel bir hala sokuldu. Bazı tarihler yaya ve müsellem teşkilatı ile pencik oğlanı ve daha sonra tatbik edilmiş olan devşirmeyi birbiri ile karıştırarak hepsini Orhan Gazi devrine kadar çıkarmışlar ise de doğru değildir ve bunlar zamanla lüzuma göre, tedrici suretle ihdas edilmişlerdir.
I.Murad döneminde kurulan Yeniçeri ocağına asker temini için önce pencik kanunu gereğince gayri Müslim genç savaş esirlerinden faydalanılmış fakat zamanla fetihlerin azalması, Ankara savaşında sonra da bir süre durması yüzünden devşirme yoluna başvurulmuştur. Daha önceki İslam devletlerinde görülmeyen bu usulün Çelebi Mehmet zamanında uygulandığı ancak oğlu II.Murad devrinde kanunlaştığı anlaşılmaktadır.
Osmanlı Devleti Orhan bey zamanında kurulmuş ve devletin devamı için kanunlar koymuştu. Fütuhat neticesinde memleket hududu Ankara’ dan, Çanakkale boğazına kadar genişledikten sonra Avrupa kıtasındaki elde edilen muvaffa kıyetler, fazla askere lüzum hissettirmişti. Bundan dolayı yeni bir teşkilat ile esirlerden istifade edilmek suretiyle maaşlı bir askeri sınıf vücuda getirilmesi düşünülmüş ve buna mahraç olarak da Acemi ocağı kurulmuştur.
Acemi ocağı on dördüncü asrın son yarısı içinde ve Çandarlı Kara Halil ile Molla Rüstem’ in himmetiyle Gazi Hünkar Murat Bey zamanında Gelibolu’ da tahsis edilmiştir.
Ondan evvel yani gazi Süleyman Paşa’ nın ilk Rumeli fütuhatında harpte alınan esirleri pek kısa bir müddet terbiyeden sonra iki akçe yevmiye ile yeniçeri yapıp sefere gönderirlerdi. Bu usulü Süleyman Paşa koymuş ve vefatından sonra da devam ettirmişti; fakat Murad Bey zamanında da harp esirlerinin iptida Lapseki ve Çardak ile Gelibolu arasında işleyecek olan at gemilerinde birer akçe gündelik ile çalıştırılmaları ve beş on yıl bu gemilerde hizmet eyledikten sonra iki akçe yevmiye ile yeniçeri olmaları karar altına alındı.
Donanma hizmetinde kullanılacak olan bu esirlerden başka elde edilen diğer esirlerinde torba hizmetinde kullanılmak üzere Anadolu’ da Türk çiftçilerine verilerek Türkleştirilmeleri de düşünüldü.
Esirlerden acemi oğlan alınması(Pencik); acemi oğlanı iki şekilde alınırdı; biri harpte askerler tarafında elde edilen beşte bir erkek esirlerden, diğeri ise Osmanlı hudutları dahilinde ki Hıristiyan çocuklarından.
Tarihin rivayetlerine göre I.Murad, ulemadan Karamanlı Rüstem’ in ikazı ve kazasker Çandarlı Kara Halil efendinin izahatı üzerine Aydınoğullarında da görüldüğü üzere harpte alınan erkek esirlerden beşte birini devlet hesabına ve asker ihtiyacına göre almayı kanun yapmıştı. Bu hususta Aşık paşazade şöyle diyor:
Bir gün Kara Rüstem derlerdi bir Danişmend vardı; Karaman vilayetinden geldi Çandarlı Kara Halil kim kazasker idi, ana itti sen niçin bunca beylik malı zayi edersin dedi; kazasker olan Kara Halil ider zayi olacak ne mal vardır? Sen deyiver didi, Kara Rüstem itti iş bu esirler kim gaziler gazadan getirür tanrı buyruğuyla beşte biri padişahındır niçin sen anı almazsın dedi; pes kazasker dahi bu koziyeyi Sultan Murad’ a arz ettiler. Andan Sultan Murad çünkim Tanrı buyruğudur alın dedi; vardılar Kara Rüstem’ i okudular; ittiler, Mevlana tanrı buyruğunda ne ise anı it dediler; kara Rüstem vardı, Gelibolu’ da oturdu; her esirden 25 akçe aldı; Gelibolu’ da ve gayri yerde esirden baç almak ve bu ihdas Çandarlı Kara Halil ve Kara Rüstem’ den kaldı.
Andan Gazi Evranos’ a dahi ısmarladılar akından çıkan esirin beşte birin alın dediler, anın kim esiri beş almıya her esirden 25 akçe al dediler, bu tertip üzere Evranos dahi kadı tayin eyledi ve hayli oğlanlar cem eyledi; aldıkları oğlanları getirüp Sultan Murad’ a arz ederlerdi; Andan bu olanları Anadolu da Türklere verirlerdi, Türkler dahi bu olanlara çift sürdürürlerdi, ta Türkçe öğrenince kullanırlardı.
Neşri’ nin ifadesine göre Halil Paşa ‘bunları Türk’ e verelüm hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler, sonra getürelim yeniçeri olsunlar demiştir.
Muharebelerde ordu efradı tarafından elde edilen esirler hakkında tertip edilen bu kanuna (pencik kanunu) ve ordu için alınan esir olanlara da (pencik oğlanı) denilirdi. Pencik oğlanlarının mühim bir kısmı akıncıların düşman memleketlerine yaptıkları akınlarda elde edilmekteydi.
Akıncı beyi ile Toyca ve akıncıların elde ettikleri esirler pencikçi denilen ve akıncılarla beraber bulunan bir memur tarafından tespit edildikten sonra akıncı beyinin bil fiil elde ettiği oğlanda yirmi adedi kendisine bırakılırdı; keza pencikçinin elde ettiği esirin beşi ve toycaların büyüklerine birer ve küçüklerinin ikisine bir esir terke edildikten sonra mütabaki erkek esirlerin on ile on yedi yaşlıları arasındakilerin kusursuz ve sağlam olanların her biri üç yüzer akçeye devletçe satın alınırdı.
Osmanlılar’ da acemi ocağına alınacak efrat ilk defa pencik kanunu ile toplanırdı. Bu usulü teklif eden Kara Rüstem Gelibolu’ da oturtularak harpten sonra Anadolu’ ya dönen askerlerden pencik resmini veya aynını aldı. Pencik resminin senesinde ihdas edilmiş olduğunu kanunname yazmaktadır.
Pencik kanunu daha sonra esaslı suretle tespit edildi. Acemiliğine alınmayan veya adedi beşten aşağı olan erkek esirler; sinhar, beççe, gulamçe, gulamsakallı ve pir diye bir takım sınıflara ayrılırdı ve bu tertibe göre vergi alındı.
Savaş esirlerinin beşte birinin devlete kalması şeklindeki İslam hukuku prensibine dayanan yeniçeri teşkilatı daha sonra çeşitli usullerle genişletilmiştir. Özellikle Fatih devrinden itibaren Hıristiyan teb’anın yaşları kanunen belirlenen birden fazla erkek çocuklarında yalnız bir tanesinin Osmanlı ordusuna alınması esas kabul edilmişti. Bunun için bir devşirme yani yeniçerilik için acemi oğlan toplama kanunu düzenlendi.
Acemi ocağında belli bir süre eğitilen adaylar, başta yeni çeri ocağı olmak üzere öteki kapıkulu ocaklarına verilirlerdi ki, buna kapıya çıkma denirdi.
Bulgar ve Sırp topraklarında fetih olanaklarının giderek artması ile beraber bu dönemde akıncıların ve sipahilerin ganimetlerden bir çok tutsak da dahil olmak üzere, aldıkları pay artmaya başladı. Bu döneme dair eserlerden bir tanesi Karaman Beyliğinden bir alim olan Kara Rüstem olup seferlerde Türk savaşçılar tarafından ele geçirilen ganimetin (pencik) ve Hıristiyan tutsakların beşte birini Osmanlı sultanı adına toplamayı önerdiğini anlatır. Yeniçeriler sultanın kulları olarak görüldüğünden Osmanlı sultanlarının muhafızları olarak da çok önemli bir rol oynadılar. Yeniçerilerin, başlangıçta o dönemin Müslüman devletlerinde bulunan gulamların yalnızca bir kopyası olarak ortaya çıktığını ortaya koysak da; Osmanlı topraklarında kısa bir süre sonra, modern silahlarla donanmış orijinal bir Osmanlı askeri birimine dönüştüklerini söylememiz gerekir.
Kapıkulu ocaklarının nefer ihtiyacını yeniçeri ağası tarafından belirlenir ve divan-ı hümayuna arz edilirdi. Buradan çıkacak karara göre sekiz-yirmi yaş arası gençlerden durumları elverişli olanlar devşirilirdi. Devşirme işi ihtiyaca göre üç,beş ya da yedi yılda bir yapılırdı. Bu işin birinci derece sorumlusu yeniçeri ağasıydı; ondan sonra acemi ocağı ağası gelirdi.
Devşirme kanununda toplanacak çocukların nitelikleri belirtilmiştir. Buna göre Hıristiyan çocuklarının asilleri, papazoğulları, iki çocuktan sadece biri, birçok çocuğu bulunan ailelerin en sağlıklı çocuğu seçilir, tek oğlu olanların çocuğu alınmazdı. Annesiz, babasız çocuklar, aç gözlü oldukları bilinenler ve yüzü gözü açılmış olabileceği düşüncesiyle köy kethüdasının oğlu da devşirilmezdi. Aynı şekilde sığırtmaç ve çoban çocukları ile kel, fodul, köse ve doğuştan sünnetlilerle şehir çocukları toplanmazdı. Evlenmiş ve sanat sahibi olmuş çocuklarla aşırı derecede uzun ve kısa boylularda devşirilmezdi.
Fatih Sultan Mehmet zamanında kendi istekleriyle topluca Müslüman Bosna halkının çocukları ile babalarının ricası üzerine bu davranışlarının mükafatı olarak sadece saray ve özellikle Bostancı ocağı için devşirilirlerdi.

Devşirme her zaman umumi şekilde olmaz; ihtiyaç miktarına göre mıntıka mıntıka yapılırdı. Bu iş ile yeniçeri ağası ile acemi ocağı ağası meşgul olurdu. Devşirmeye gönderilen ocak zabitinin eline talimatı ihtiva eden bir ferman ile aynı mealde olarak yeniçeri ağası tarafından devşirme mıntıkasındaki kadılara hitaben yazılan bir mektup verilir ve devşirme memuru maiyetine aldığı bir kısım ocak efradı ile vazifesine giderdi.
Acemi ocağı teşkilatı daha sonra ihtiyaç nispetince genişletildi ve yeni kanunlarla daha mükemmel bir hale kondu. Fütuhatın ilerlemesi üzerine bir taraftan siyasi hadiseler ve duraklamalar neticesinde ordu mevcudunun azalması pencik oğlanlarından başka Devşirme ismiyle Osmanlıların Rumeli’deki topraklarında bulunan Hıristiyan teb’adan ocağa yeniçeri namzedi olarak efrat alınması icabet etmiştir.
Yıldırım Beyazıd’la, Timur arasındaki Ankara muharebesinden sonra Osmanlı istilası muvakkaten durmuş ve bazı yerler Bizans İmparatorluğu ile Sırplara terkedilmişti. Devşirme kanunu artık eski ehemmiyetini kaybeden pencik kanuniyle asker almanın yerine kaim olmuş kuvvetli ve sürekli olarak iki buçuk asır kadar devam etmiştir.
Lüzum ve ihtiyaca göre üç, beş senede ve bazen daha uzun bir zamanda Hıristiyanlardan sekiz, on ile on beş, on sekiz ve nihayet yirmi yaş arasındaki çocukların sıhhatli ve kuvvetlilerinden Acemi oğlanı alınmaya başlandı; iptida Rumeli’de tatbik edilen bu kanunla Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan’dan ve daha sonrada Sırbistan, Bosna Hersek ve Macaristan’daki Osmanlı arazisinden de devşirmeler yapıldı. Devşirme kanunu on beşinci asır sonları veya on altıncı asır başlarından itibaren tedrici suretle Anadolu’daki Hıristiyan teb’aya da temsil edildi ve on yedinci asırda ise umumi bir şekil aldı.
Devşirme memuru vazifesinde tamamen serbest olup işine hiç kimse müdahale etmezdi. Gittiği sancakta elindeki ferman ile, ağa mektubu hükümetine göre, hareket ederdi. Gittiği yerin sancak beyi, kadıları, tımar sahipleri v.b. iş erleri onun işini kolaylaştırmak ile mükellef idiler.
Devşirme memuru gittiği yerlerde tellallar vasıtasıyla devşirme için geldiğini ilan ettirir. Hıristiyan çocukları vaftiz defterleri yanlarında olduğu halde babaları ve papazlarıyla birlikte toplantı yerine gelirlerdi. Vaftiz defterlerini inceleyen devşirme memuru çocukları bizzat görerek kanuna ve talimata uyanları ayırırdı. Genellikle her kazada kırk haneden bir oğlanın alınması adet idiyse de bu sayı daha ziyade ihtiyaca göre belirlenirdi. Devşirilen çocukların köyü kazası, babasının, annesinin ve bağlı olduğu sipahinin veya ait olduğu vakıf veya çiftlik sahibinin adı, doğum tarihi, göz rengine varıncaya kadar bütün eşkali ve kendisini devlet merkezine götürecek memurun adı iki ayrı deftere yazılırdı. Eşkal defteri denilen bu defterlerden birini devşirme memuru diğerini ise Devşirilen çocukları merkeze sevk eden ve kendisine sürücü denilen memur saklar. Sürücü götürdüğü efradı bu defterle birlikte teslim ederdi.
Devşirme emini ile memur tayininden evvel bu işi on altıncı asrın ilk yarısına kadar beylerbeyi, sancakbeyi ve kadılar yapmakta idiler; fakat bunların iltimas ve rüşvet almak suretiyle yolsuz hareketlerine mebni Devşirme işi yeniçeri ocağına bırakılmıştı. Bu hizmete kanunen ocaktan Sekbanbaşı, Solakbaşı, Zağarcıbaşı, Seksencubaşı, Turnacıbaşı, Hasekiler, Zemberekçi başı, Deveciler veya yayabaşılardan biri bir takım maiyetiyle memur edilirlerdi. Bunlardan herhangi biri itiraz ederse diğerine verilirdi; yeniçeri ocağının ağa bölükleri sonradan yani II.Beyazıt devrinde ihdas edildiği için bunların zabitleri olan Kethüda bey, Başçavuş, Kethüda yeri, Muhzırbaşı ve Talimhaneci başının Devşirmeye gitmeleri kanun değildi.
Devşirme memurunun eline fermandan başka yeniçeri ağası tarafından mühürlü ve tamamen ferman mealinde bir mektup verilmek usuldendi. Devşirme memuru vazifesinde tamamen serbestti; elinde Devşirme fermanı ile yeniçeri mektubu bulunurdu; bu memur ferman mucibince hangi mıntıkaya memur edilmişse elindeki ferman ve ağa mektubunda münderiç tali matname mucibince hareket ederdi. Devşirme memuru tayin olduğu mıntıkada her bir kadılığı yani kazaları bizzat gezip görerek kanuni vasıfları haiz olmak şartıyla sekiz, on ve nihayet yirmi yaş arasında kırk hanede bir oğlan hesabı üzere çocuk devşirirdi.
Devşirilen çocuklar sürü denilen yüz iki yüz kişilik kafileler halinde sürücülerin idaresinde devlet merkezine gönderilirdi. Yolda kaçmaları ve özellikle Müslüman Bosnalı sünnetlilerin arasına yabancıların karışmaması için sıkı tedbirler alınırdı. Devşirme sürüsünün içine karışmış yabancıya ‘saplama’ denilirdi. Sürü içine yabancı birinin karıştığı tespit edilirse sürücüler şiddetle cezalandırılırdı. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman zamanında yeniçeri ağalarından Perter Mehmet Paşa şüphelendiği bir sürünün tamamını tophaneye vermiştir.
İstanbul’a götürülen devşirme oğlanları, Ağa kapısında yeniçeri ağası tarafından kontrol edilir ve eşkal defterine yazılırdı. Ardından sünnet edilen çocuklara Müslüman Türk adları verilirdi. Devşirilen gençlerin üzerindeki cizye vergisi düşerdi. Sürüden saray için ayrılacak olanları ya yeniçeri ağası arz eder veya saray ağası seçerdi. Bunlar önce Edirne, Galata veya İbrahim Paşa saraylarında eğitilir aralarından kabiliyetli olanlar Topkapı Sarayı’na alınır diğerleri ise kapıkulu süvari birliklerine verilirlerdi. Gürbüzce olanlar Bostancı ocağı için ayrılırdı.
Ağa kapısında yoklaması biten devşirme sürüsü, Anadolu ve Rumeli ağaları tarafından küçük bir ücret karşılığında geçici bir süre için Anadolu ve Rumeli’deki Türk köylülerinin yanına verilirdi. Rumeli’den devşirilenler Anadolu’ya, Anadolu’da devşirilenler Rumeli’ye gönderilirdi. Böylece yaşı büyük olanların kaçması engellenirdi. Firar edenler ise hemen yakalanıp yerlerine gönderilirdi. Anadolu’daki devşirmelerden Anadolu ağası Rumeli’dekilerden ise Rumeli ağası sorumluydu. Kethüdalar zaman zaman Türk köylüsünün yanında bulunan çocukları teftiş ederlerdi. ‘Türk’e verme’ denilen bu uygulamayla devşirme oğlanları bir yandan ziraatle uğraşarak üretime katkıda bulunur, bir yandan da Türkçe’yi Türk-İslam adet ve geleneklerini öğrenirlerdi. Zamanı gelince de yeniçeri ağasının arzı ve Divan-ı Hümayun’da alınan kararla İstanbul’a getirilirlerdi. Burada eşkal defterine bakılarak kontrolden geçen devşirme oğlanları daha sonra Acemi ocağına kaydedilirdi. XVII. YY Türk’e verme usulünden vazgeçildiği anlaşılmaktadır.
Yeniçeri ocağı teşkilatı kuvvetini muhafaza ettikçe devşirme kanunu sıkı tutulmuştur; fakat XVI. asır sonlarından itibaren ocak nizami eski kuvvetini kaybedip, yeniçerilerin kuloğlu denilen çocukları ve uzun süren muharebeler sebebi ile hariçten kul kardeşi ve ağa çırağı namı ile yeniçeri yazılmaya başlanınca tabii olarak, devşirmeye ihtiyaç azalmış ve bu teşkilat ikmal edilmeye başlamıştır.
Trabzon Hıristiyanlarından Acemi oğlanı cem edilmesi bir aralık Fatih’in burayı zaptından sonra devam etmiş ve sonra bunların şerirlikleri dolayısıyla aradan oğlan devşirilmesi kaldırılmıştı. Yavuz Sultan Selim Trabzon valisi iken Trabzon halkının kendisine karşı gösterdikleri sadakat üzerine hükümdar olduktan sonra bunlardan tekrar devşirme yoluyla oğlan alınmasını emreylemişti. Veziriazam Pir Mehmet Paşa bunların şerirliklerinden bahis ile oradan oğlan yazılmasının kanunen doğru olamayacağını söylemiş ise de sözünde ısrar eden Yavuz, itirazından dolayı Pir Paşa’ya kızmıştır.
İlk zamanlar İstanbul ve Bursa ve etrafından oğlan devşirilmesi sanat sahibi ve yüzleri gözleri açılmış olmak dolayısıyla-kanun değil ise de sonraları buralardan da devşirme alınması tekerrür etmişti. Acemi ocağı maaş defterindeki isimler arasında Bursa, Lefke, İznik’den de devşirme yapıldığını görmekteyiz.
Devşirme işinde hükümet on yedinci asır başlarına kadar pek titiz davranmıştı; Karaman’dan Erzurum’a kadar olan mahallin Hıristiyanları Türk, Gürcü ve Kürt taifeleri ile mahlut olduğundan dolayı buralardan ya oğlan devşirmez veya devşirdiği zaman pek dikkatli davranılırdı.
Kayseri’den oğlan devşirilmesi Yavuz Sultan Selim zamanında olup meşhur Mimar Sinan ilk defa olarak Devşirilen oğlanlardandı.

Devşirme kanunu dikkatli olarak tatbik edildiği sıralarda, bilhassa Türk kültürü ile yetiştirilmiş olan saray devşirmeleri arasında hükümet idaresinde yer alan bir çok kıymetli vezir, beylerbeyi, devlet adamı yetişmiştir.
Devletçe gösterilmiş hizmetler dolayısıyla daimi ve muvakkat olarak devşirmeden istisna edilmiş olan reaya da vardı. Bunlara verilen fermanlarda yaptıkları hizmetler münasebetiyle devşirmeden muaf oldukları yazılırdı.
Nitekim 1584-1587 yılları arasında İstanbul’da buluna Venedik elçisi Lorenzo Bernado ‘‘sadece devlet idaresinin değil koca imparatorluğun ordularına kumanda yetkisinin de ellerine verildiği kişiler ne dük ne marki ne de konttur. Hepsi çobanlıktan gelme sıradan insanlardır. Bu sebeple biz Venediklilerinde padişahın yaptığını yapmamızda isabet vardır.’’ diyerek devşirme sisteminin başarılı bir uygulama olduğunu ifade etmiştir.
Bunların arasından Mahmud, Gedik Ahmet, Makbul İbrahim Sokullu Mehmet, Ferhad, Lala Mehmet, Kara Murad, Kemankeş Mustafa paşalar ve Köprülüler ailesinden değerli sadrazamlar çıkmıştır.
Devşirme sisteminin İslam hukukuna, uygun olup olmadığı meselesine gelince bu husus batılı araştırmacılar tarafından tartışılmış. Bazı şarkiyatçılar zımmi çocuklarının zorla alınmasının onların hukukuna tecavüz olduğunu ve İslam hukukuna aykırı bulunduğunu ileri sürerken, bazıları bu uygulamayı daha önceki İslam devletlerinde görülen gulam sisteminin devamı kabul etmişlerdir.
İdrisi Bitlisi bu noktada farklı bir yorum yapmaktadır. Ona göre Osmanlı toprakları savaşla alınmış olunduğundan sakinleri köle sayılır. Dolayısıyla devşirme usulüyle bunlardan faydalanılması mümkündür. Ancak bu görüşün tutarlı olduğunu söylemek güçtür. Zira Osmanlıların savaş yoluyla aldıkları topraklardaki insanları köle saydıklarına dair hiçbir delil yoktur. Aksine bu insanların hür zımmiler olarak kabul edildiğini gösteren bir çok delil vardır. Kendilerinden cizye alınmasını ve hukuki tasarruflarda serbest bırakılmaları bunların başında gelir. İdrisi Bitlisi’den bu konuda alıntılar yapan Hoca Sadettin Efendi herhalde gayri Müslimlerin köle oldukları yorumuna katılmadığı için bu kısmı eserine almamıştır.
XVII. asırda ve Murad IV zamanında yapılan askeri ıslahat arasında devşirme işine de ehemmiyet verilmiş. XVII. asrın son yarısından itibaren, yavaş yavaş devşirme usulü terk edilmiş ve XVIII. asır başlarında yalnız sarayın bostancı ocağı için bin kadar devşirme verildiği görülmüştür.

2- Devlet Yönetiminde Devşirmeler
İstanbul’a götürülen devşirme oğlanları, Ağa kapısında Yeniçeri ağası tarafından kontrol edilir ve eşkal defterine yazılırdı. Ardından sünnet edilen çocuklara Müslüman Türk adları verilir. Devşirilen gençlerin üzerindeki cizye vergisi düşerdi. Sürüden saray için ayrılacak olanları ya yeniçeri ağası arz eder veya saray ağası seçerdi. Bunlar önce Edirne, Galata veya İbrahim paşa sarayında eğitilir,aralarında kabiliyetli olanlar Topkapı sarayına alınır,diğerleri ise kapıkulu süvari bölüklerine verilirdi.Gürbüzce olanları Bostancı Ocağı için ayrılırdı.
Köleleri özel bir eğitime tabi tutarak devlet ve ordu yönetiminde kullanma usulüne kul sistemi denir.Osmanlı devleti genel olarak iki unsura dayanıyordu.Ulema ve umara.Diğer bir deyimle ilmiye ve seyfiye XVI.yüzyıldan itibaren bunlara birde kalemiye sınıfı(bürokrat) eklenmiştir.Yani bilim adamları,askerler ve bürokratlar.Ulema,kanun ve şeriat ile ilgili teşkilatı,umera ise padişahın siyasi ve askeri otoritesini temsil ediyordu.Çok defa medrese kökenlilerin intisap ettiği kalemiye ise Osmanlı bürokrasisini teşkil ediyordu.Kalemiye erbabı arasında usta çırak ilişkisiyle yetişmişlerde çoktu.
Kölelerin eğitilip devlet kademesinde kullanılma usulü Sasani,Roma,Bizans ve Abbasiler gibi Ortadoğu ve Akdeniz havzasında kurulmuş bütün devletlerde görülür.Fakat Osmanlılar kul sistemini Anadolu Selçuklularından almışlardır.Bu sistemi daha da geliştirmişler ve etkili bir biçimde kullanmışlardır.Bunun sebebi padişahın devlet otoritesini iyi eğitim görmüş kendisine son derece sadık kimselere vermek istemesi ve daha merkeziyetçi bir devlet kurmak gayesidir.
Kul sistemi için savaşlarda alınan esirler,para ile satın alınan köleler ve devşirme usulü ile toplanan Hıristiyan çocukları kullanılırdı.Devşirme usulü,Yıldırım Beyazıd zamanından beri uygulanıyordu.Bu usule göre padişah,zaman zaman özel bir heyet görevlendirerek özellikle Rumelideki Hıristiyan köy ve kasabalarından belli sayıda çocuk toplatıyordu.Devşirilen çocukların 8ile20 yaşları arasında,bünyece kuvvetli ve sağlıklı,iyi ailelere mensup olmaları şarttı.
Devşirilen çocukların iyi görünenleri,özel bir terbiye verilmek üzere padişaha ait Enderun Sarayı,Galata Sarayı,İshak Paşa Sarayı,İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylara gönderilirdi.Geri kalanları ise ileride yeniçeri olmak üzere Anadolu’daki Türk köylülerinin yanına ya bostancı adıyla İstanbul’daki sarayların bahçelerine verilirdi.Onlar buralarda Türkçeyi ve Türk adetlerini öğrenirler ve İslamiyeti kabul ederlerdi.
Yukarıda belirtilen saraylarda 5-7 yıl arasında sıkı bir eğitim gördükten sonra,ikinci bir eyleme tabi tutulurlar ve en seçkinleri Yeni saray denilen Topkapı sarayına alınırlardı.Burada küçük ada ve büyük ada adı verilen saray kolejinde Türkçe,Arapça,Farsça,Edebiyat,Tarih,Matematik,Güzel sanatlar ve musiki dersleri görürlerdi.Ayrıca her birine pratik el sanatları öğretilirdi.
Bunun yanında ok atmak,cirit oynamak,ata binmek,güreşmek gibi bedeni sporları da öğrenirlerdi.Herkese kabiliyetine göre bir program uygulanırdı.Her adanın bir kütüphanesi vardı. Eğitimin maksadı,hakiki bir Müslüman,bir devlet ve harp adamı yetiştirmek,kibar konuşmasını bilen,edebiyattan ve sanattan anlayan nezaket sahibi insanlar yetiştirmekti.Asıl gaye ise devletin başına geçecek deha çapında müstesna kabiliyetleri bulmaktı.
Büyük ve küçük odada eğitim gören iç oğlanları,tekrar bir eyleme tabi tutularak,padişahın şahsi hizmetlerine mahsus daha üst mevkilere terfi ettirirlerdi.Geri kalanlarıda kapıkulu süvari bölüklerine ve silahtarlar bölüğüne verilirlerdi.
XV.yüzyılın ilk yarısından XVII.yüzyıl sonlarına kadar yaklaşık 2,5 asır kadar süren devşirme işlemi kanuna uygun olarak yapıldığında iyi sonuçlar vermiştir.Devşirme kurumunun Osmanlı devleti için sağladığı faydalar Osmanlı ulemasınca zaruret ve örf kavramı içerisinde ve özellikle Müslümanlaştırma konusunda yerleşmiş olan islami anlayışın zorlamasına itiraz edilmiştir.

3-Orduda Devşirmeler

Kuruluş yıllarında Osmanlı devletinin düzenli askeri birlikleri yoktu.Osmangazi zamanında eli silah tutanlar savaşa katılır.Muhabere bitince herkes işinin başına dönerdi.İlk düzenli askeri birlikler Orhan Bey zamanda kuruldu.Yaya ve müsellem(atlı)denilen ve Türk gençlerinden toplanan bu kuvvetler biner kişilik birliklerden oluşuyordu.Bunlar sadece savaş halinde iken ücret alırlar barış zamanında kendi işleriyle meşgul olurlardı.Kumandanları onbaşı,yüzbaşı ve binbaşı unvanlarıyla anılan bu geçici askerler,gittikçe büyüyen bir devletin ihtiyacını karşılayamaz bir hale gelince başka ve daimi bir ordunun kurulması kararlaştırılmıştır.
Klasik dönemde Osmanlı devletinin kara kuvvetleri merkez ve eyalet askerlerinden oluşurdu.Kapıkulu ocakları adıyla da anılan merkez kuvvetleri yaya ve atlı birliklerden teşekkül ederdi.
Yayalar yeniçeri,acemi,cebeci,topçu,top arabacı,humbaracı ve lağımcı ocaklarına ayrılırdı.Rumeli de fetihlerin artması üzerine savaş esirlerinden faydalanma yoluna gidildi.I.Murad zamanında pencik kanunu çıkarıldı.
Savaşlarda alınan esirlerle ilgili pencik kanunu denilen bir kanun tanzim edildi.Buna göre seferlerde alınan her beş esirden biri devlete aitti.Bunlara pencik oğlanı denirdi.Her esir için 125 akçe bir meblağ konulmuştu ki,esir sahibi esir yerine bunun beşte biri olan 25 akçe vergide ödeyebilirdi.Bunu da pencik akçesi denmişti.Seferlerde ve akınlarda çok sayıda esir alındığından pencik oğlanları acemi ocağı için mühim bir kaynak teşkil ediyordu.
Savaş esirleri kapıkulu ordusunun ihtiyacını karşılamaya kifayet etmediğinden devşirme yoluna gidildi.Devşirme usulünün Yıldırım Beyazıd zamanında ihdas edildiği iddia edilmektedir.Bu usulün Osmanlılardan evvelki Türk ve İslam devletlerinde tatbik edilmediği ileri sürülürse de,Selçuklulardaki hassa ordusunun da Hıristiyan teb’a arasında devşirildiği bilinmektedir.Ancak Osmanlılar devşirme usulünü daha sistemli hale getirmişler ve geniş çapta uygulamışlardır.
Devşirme hususunda yeniçeri ağası yetkiliydi.İhtiyaç hasıl olduğu zaman yeniçeri ağası divana müracaat ederek ihtiyaç miktarını bildirir ve devşirme yapılması için devşirme memurları görevlendirilirdi.Devşirme kanununda bu işlemin nasıl ve ne şekilde yapılacağı,hangi kazadan ne miktarda çocukların devşirilebileceği tek tek belirtilmişti.Devşirme memuru Hıristiyan çocuklarını devşirirken o mahallin kadısı,sipahisi ve köy kadhudası vs. hazır bulunurdu.Çocuklar arasından 14-18 yaş arasındakiler tercih edilirdi.Evli ve ailenin tek erkek çocuğu olanlar alınmazdı.Kanun gereğince asil ailelerin çocukları tercih edilirdi.Yahudilerden devşirme alınmazdı.
Pencik kanunu ya da devşirme usulüyle toplananlar arasından genç ve askerliğe elverişli olanlar önce Türk ailelerinin yanına verilerek Türkçeyi ve Türk örf ve adetlerini öğrenmeleri sağlandıktan sonra yeniçeri ocağına alınıyordu.Zamanla yeniçeriye ihtiyaç artınca devşirme usulü yaygınlaştı.Kul sisteminin esasını oluşturan bu uygulama XIX.yüzyıla kadar yürürlükte kaldı.Kapıkulu ordusu mensuplarının oğulları da acemi ocağının insan kaynaklarından birisini teşkil ediyordu.Kapıkulu askerleri kul sayıldığından bunların oğullarına kul oğulları denirdi.
Yeniçeri ocağı yukarıda zikredildiği gibi I.Murad zamanında ilk defa bin kişilik bir birlik olarak kurulmuştu,sonradan Yıldırım Beyazıd döneminde bu sayı artmıştır.II.Murad döneminde üç dört bin Fatih döneminde sekiz on iki bin ve Kanuni zamanında oniki bin on dört bin yeniçeri vardı.XVI.yüzyılın sonlarına doğruda savaşların uzun sürmesi ve savaş tekniğindeki değişmeler üzerine yeniçeri miktarı kırk bini aştı.Kalabalıklaşınca da siyasi ağırlığı arttı ve iktidar mücadelelerine karıştılar.
Kapıkulu ordusunun en kalabalık grubunu oluşturan yeniçeriler padişahın merkezi otoritesinin temelini teşkil etmiştir.Yeniçeri sayesinde padişah,uç beylerinin nüfuz ve otoritesini dengelemiştir.Ayrıca Avrupa’nın ilk daimi ordusu da yeniçerilerdir.Yeniçeriler sıkı bir eğitim görürler,ok,yay,kılıç,balta ve gürz gibi çağın silahlarını en iyi şekilde kullanırlardı.XV.yüzyılın ortalarından itibaren tüfekte kullanmaya başladılar.


4-Devşirme Sisteminin Türkleşmeye Ve İslamlaşmaya Etkisi

Gibbans gibi bazı yazarlar,devşirme sistemini Türkleştirme ve Müslümanlaştırma siyaseti olarak görürler.Ancak devşirme yöntemi,Hıristiyanları Müslümanlaştırmak için değil,ordunun asker ihtiyacını karşılamak için kurulup,uygulandığından bu fikir doğru değildir.Devşirme her yıl değil birkaç yılda bir belirli bölgelerden sınırlı sayıda toplanmış,Acemi ocağının mevcudu hiçbir zaman on bin kişiyi geçmemişti.XV.yüzyılın ortalarına doğru sahneye çıkan devşirme sistemi,XVII.yüzyılın ortalarından itibaren ise büyük ölçüde uygulanmadı.İmparatorluğun ömrünün sadece üçte birlik bölümünde işleyen bir sistem oldu.Bu sebeplerden dolayı devşirme yöntemi sayesinde Türkleştirilme,imparatorluğun içerisindeki Hıristiyanların çok ufak bir kısmı ile sınırlı kalmıştır. Devşirme sorunu ve bu uygulamanın Anadolu ve Balkanlardaki Türkleşme ve İslamlaşmaya etkisini iyi bir şekilde anlamak ve açıklayabilmek için,daha önce Anadolu ve Balkanlardaki Türkleşme ve İslamlaşmayı ortaya koymak gerekir.Burada,Anadolu da Türkleşme,Balkanlarda Türkleşme ve İslamlaşma,devşirme sisteminin Osmanlı imparatorluğunda Türkleşme ve İslamlaşmaya etkisine bakmamız gerekir.

Anadolu’da Türkleşme olayı Osmanlı imparatorluğundan önce gerçekleşmiştir.Türkler, Müslüman olduktan sonra ilk kez Abbasiler döneminde geniş ölçüde Hıristiyan topluluklarla karşılaşmışlardır.Abbasi imparatorluğu içinde yalnız Türklerden oluşan orduların ortaya çıkması,Türklerin görünüşte halifeye bağlı fakat gerçekte bağımsız devletler kurmasıyla sonuçlanmıştır.Bunlardan Tulunoğulları ve İhdisoğulları kısa ömürlü olmuşlar ve daha çok askeri bir sisteme dayandıklarından Müslüman olmayan halkla doğrudan ilişkide bulunamamışlardır.Zımmilerle ilişkiyi ancak yönetsel görevlerde bulunan yerli halk kurmuş olabilir.Bu nedenle Tulunoğulları ve İhşidoğulları devlerinde geniş ölçüde bir Müslim-gayrimüslim ilişkisinden söz etmenin doğru olmayacağı kanısındayız.
Mısırda ihşidoğullarının yıkılışından sonra İran da yeni bir Türk devleti kurulmuştur.1040 tarihinde kurulan Büyük Selçuklu İmparatorluğunun daha önce kurulan Müslüman Türk devletlerinden en önemli farkı çeşitli Türk boylarını batıya göndermeleri ve böylece Müslüman olan Türklerin yeniden ve doğrudan Hıristiyan dünyasıyla ilişkiye geçmesidir.Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde bir komutanın yönetimi altında Anadolu’ya ilk sefer 1018 yılında yapılmış ve bu seferi çağrı bey yönetmiştir.
Böylece başlayan fetihle sürekli olarak doğudan gelen Türkler Anadolu’ya yerleşmişler ve o dönem için ‘’darü’l-harp’’ve’’uç bölgesi’’olan bu bölge de Bizans ,Ermeni ve Gürcülere karşı savaşmışlardır.Ağustos 1071 tarihinde Bizans imparatoru Romanos Diogenes’e karşı Selçuklu sultanı Alp Arslan’ın kazandığı Malazgirt Zaferi Türklerin Anadolu da kesin olarak yerleşmelerine yol açmıştır.Alp Arslanla birlikte Anadoluya gelen Türk prens ve komutanlarından bazıları,Malazgirt Zaferini izleyen yıllarda birer devlet kurmuşlardır.Malazgirt savaşından sonra Türklerin Anadoluya göçleri çok hızlı olduğundan kısa sürede etnik yapı değişmiştir.
Malazgirt savaşından sonra on yıl gibi kısa bir süre içinde Türkler Ege Denizine kadar ilerlediler.Anadolu Selçuklu Devleti kurulduktan kısa bir süre sonra Haçlı seferleri başladı.Özellikle 1.haçlı seferi,Anadolu Selçuklu Devletini geniş ölçüde sarstı.Hatta bir müddet Marmara ve Ege bölgesinin Türkleşmesini geciktirdi.
Haçlı seferlerinin yarattığı sıkıntı geçtikten sonra Selçuklular Anadolu’da eski egemenliklerini daha güçlü olarak yeniden kurdular.Anadolu Selçuklu Devleti en parlak dönemini yaşarken,önce Büyük Selçuklu imparatorluğu daha sonra Kirman,Suriye ve Irak Selçuklu devletleri yıkıldı.Anadolu da yerli halkın azınlık durumuna düşmesinin tek nedeni Türklerin Anadoluya göç etmeleri değildir.Türklerin yaklaşık 300 yıl boyunca Anadoluya gelip yerleşmelerine karşılık,yerli halk yurdunu terk etmiş,önce Ege ve Marmara kıyılarına sonra İstanbul ve Balkanlara doğru çekilmiştir.Burada üzerinde durulması gereken önemli nokta yerli halkın Anadolu’yu terk etme nedeninin yalnız Türk göçleri olmadığıdır.
1237 yılında II.Keyhüsrevin tahta çıkmasıyla çökmeye başlayan Anadolu Selçuklu Devleti, Saadettin Köpek gibi devlet adamlarının elinde iyice sarsılmıştı. Bu yıllarda kurulan Cengiz İmparatorluğunun ve batıya doğru hızla yayılan Moğol istilasının önünden kaçan pek çok Türk boyları kalabalık gruplar halinde Anadolu’ya gelmeye başladılar.
Anadolu’da İlhanlı Devleti kurulunca Doğu ve Orta Anadolu’daki Türk kıyılarına ve Batı Anadolu’ya doğru yayıldılar.
1308 yılında Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmış ve Türkiye tarihinde ‘’Anadolu Beylikleri’’ dönemi başlamıştır. Nüfus bakımından çoktan Türkleşen Anadolu’da, Beylikler Döneminde bu kez, dil, kültür, gelenek, güzel sanatlar ve imar bakımından da Türkleşme olmuş, Anadolu coğrafi yapısı da Türklerin burada kolayca yerleşmeleri için birinci derecede etken olmuştur. Yeni gelenler bir çok kentleri Türkleştirdikleri gibi kendileri de pek çok kent ve köy kurmuşlardır. Özellikle Beylikler Döneminde kıyı bölgelerinin yerli halkla anlaşarak fethedildiği ve buralarda yerli halkla yeni gelenlerin çabucak kaynaştıkları söylenebilir. Kentlere nazaran ovalık yerler ve köyler daha çabuk Türkleşti. Kentlerin Türkleşmesi yavaş olmakla birlikte, sayısal durum hep Müslüman olmayan toplumların aleyhine gelişti. Anadolu’da Beylikler Dönemi başladığı sırada Müslüman olmayan halk çoktan azınlık durumuna düşmüştü.
Türkler Anadolu’ya geldikleri zaman yalnız siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel hayat değil aynı zamanda manevi hayat da çökmüş durumda idi. Çünkü topluluğu azalan kilise ve manastırların geliri de azalmış ve bu yüzden bir çok piskoposluk ve metropolitlik merkezleri kapanmış, bazılar da diğer bölgelerin yardımıyla yaşayabilmiştir. Bazı bölgeler de ise kiliseler topluluklarıyla birlikte Türkleşmiş fakat Hıristiyan dinlerini korumuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Anadolu’nun Türkleşmeye devam ettiği kuşkusuzdur. Yalnız, zaten Türkleşmiş olan Anadolu’da Osmanlı Döneminde de devam eden Türkleşme olayının hızını tespit etmek şimdilik imkansızdır.
Devşirme sisteminin doğrudan doğruya İslamlaştırma ve Türkleştirme olarak değerlendirilmesi yanlıştır.
Kuruluş Döneminde Osmanlı Devleti topraklarına yalnız Anadolu’nun diğer bölgelerinden değil, Anadolu dışındaki bir çok ülkelerden de göçler olmuştur. Bunlar arasında İran, Deştni Kıpçak, Orta Asya, Mısır ve Suriye gösterilebilir. Bu arada Anadolu kentlerinin pek çoğunda ekonomik bozukluk ve asayişsizlik sürerken, Osmanlı devleti topraklarında büyük bir düzen ve ekonomik rahatlık vardı. Bu durum, Osmanlı egemenliği altında bulunan yerlere, diğer bölgelerden göçü sağlamış ve Marmara ile Ege bölgelerinde Müslüman olmayan topluluklar yok denecek kadar azalmıştır. 1506-1507 tarihli Tire Vakıf Defterleri parçasında yirmi köy ve vakıf yeri kayıtlıdır. Bunlardan on yedi hanelik Süleymanköy’de üç hane ‘’Cemaat-ı Gebran’’ varlığı kayıtlıdır.
 
Anadolu beylikleri döneminde hemen hemen Türkiye’nin her yerinde devam eden Türkleşme olayının Osmanlı Beyliği’nde de devam etmiş olması doğaldır. Nitekim İbn-i Batuda’nın Osmanlı Beyliği topraklarında geçerken, Orhan Bey’in yönetiminde bulunan Göynük’te hiçbir Müslüman bulunmadığını yazması ve bu kasabanın I.Murad ve I.Beyazıt dönemlerin de ise tamamen Türklerle meskun bulunması, görüşümüzü açıklayan bir örnektir. Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde köyler kentlere göre daha çabuk ve kolay Türkleşmiştir. Bu durumu sağlayan en önemli etken Anadoluya gelen Türklerin bir kısmının göçebe oluşudur. Göçebe Türkler her ne kadar hayvancılıkla uğraşmışlarsa da kendi ihtiyaçlarına yetecek kadar tarımla da uğraştıkları kuşkusuzdur.
Anadoluya gelen Türkler arasında göçebelerin çoğunluğu ölçüsünde köylerin kentlere göre daha çabuk Türkleştiği söylenebilir. Diğer yandan yerleşik olsun göçebe olsun, bütün türk toplumunun tarımı tanıdığı bildiği ve uyguladığı görülür. Osmanlı İmparatorluğunda bir iskan ve kolonizasyon politikası olarak uygulanan vakıflar ve temlikler ile yerleşmek için yer ve imkan arayan dervişler özellikle Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş döneminde önemli ölçüde Anadolunun Türkleşmesine yardım etmiştir.
Osmanlı doğrudan İslamlaştırma politikasını takip etselerdi sınırlarındaki toplulukların çoğunun Müslüman olması gerekirdi.
Rumeli’ye göre, din değiştirme olayı Anadolu’da daha azdır. Bunu Müslüman olmayan halkın, Balkanlara göre Anadolu’da daha az sayıda olmasıyla açılayabiliriz. Zaten Anadoludaki ihtidalar, Osmanlı tarihinin her döneminde az ve münferit olmuştur. Arnavutluk ve Bosna’daki gibi geni çaplı ihtidalar Anadolu’da söz konusu değildir. Osmanlı İmparatorluğu görünüşte gerek Balkanlarda gerek Anadolu’da ihtidayı teşvik etmiş ve ihtida edenleri ödüllendirmiştir.
Türkleşme ve İslamlaşma da bir devlet politikası olarak uygulanan ‘’sürgün’’ yönetiminin de etkisi vardır. Sürgünler genellikle yeni fethedilen yerlerdeki sanatkar, tüccar ve bilim adamlarının aileleriyle birlikte İstanbul veya Edirne’ye iskan edilmesi bunun dışında, devletin resmen sürgün adı atında bir kişiyi veya bir toplumu bir yerden başka bir yere göçürmesidir. Kişilerin veya toplumların Anadolu’dan balkanlara sürgün edilmesi de yine bir devlet politikası olarak uygulanmıştır. Bunu için Kıbrıs’a yapılan sürgünler güzel bir örnektir. Sürgünler hem cezalandırma amacıyla, hem de iskan veya yararlanma amacıyla yapılırdı. Her iki durumda da sürülenler içinde de Müslüman olmayanlarda bulunurdu.
Balkanlarda Müslüman olmayan halkın durumu, balkanların Türkleşmesi ve İslamlaşması Anadolu’dan oldukça farklıdır. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş döneminde ve kısmen ve yükselme döneminde Anadolu’dan balkanlara doğal göçler de olmuştur.
Kuşkusuz devşirmenin Türkleşme ve İslamlaşmaya etkisi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yaya ve müsellemlerden başka ‘’Gaziyan-ı Rum’’, ‘’Ahiyan-ı Rum’’, ‘’Abdalan-ı Rum’’ ve ‘’Baciyan-ı Rum’’ gibi kuvvetlerle Kalenderi ve Babai tarikat topluluklarına mensup bir takım kuvvetlerde vardı.
Balkanlarda fetihler çoğalıp, sınırlar genişleyince asker ihtiyacı arttı ve pencik sistemine geçildi. Bu tarihlerde devşirme söz konusu değildir ve tutsakların beşte biri alınarak oluşturulan bu sisteme ‘’pencik’’ denmektedir.
Acemi ocağı ile yeniçeri ocağının başlangıcı I.Murad dönemine kadar çıkarılabilmektedir.
I.Murad zamanında yeniçeri teşkilatı kurulduğu, bunların bizzat hükümdara bağlı oldukları, bu modelinde Selçuklulardan ve Memluklulardan alındığı ifade olunur. Yeniçeri teşkilatının kaynağını da acemi oğlanları ocağı teşkil etmekteydi. Gelibolu’da kurulan bu ocak, İstanbul’un fethinden sonra önemini kaybetmekle beraber, İstanbul’da da bir ayrı acemi oğlanlar ocağı açıldığı bilinir. Gelibolu’daki devam etmiştir.
Papaulia Osmanlı kaynaklarının da hemen hepsini inceleyerek özellikle İdris-i Bitlisi’nin görüşleri doğrultusunda, devşirme uygulamasının İznik’in Osmanlı idaresine geçmesinden önce, 1330-1331 arasında başladığını kabul ediyor. Devşirmelerin başlangıçta yalnız Rumeli’deki topluluklardan alındığı, anadoludan da ancak 15. yy. sonralarında ve 16. yy. başlarında alınmaya başlandığı hakkındaki kanunun da yanlış olduğu vurgulanıyor.
İdris-i Bitlisi’nin Berlin’de bulunan ve M.Şükrü’ye göre, müellif yazmasından yapılan 968/1561 tarihli bir kopya olan Heşt Bihişt’te açıkça devşirme sisteminin ve yeniçeri ocağının Orhan zamanında kurulduğu kayd olunmuştur.
Pencik sistemiyle asker toplanmasının ihtiyacı karşılamaması üzerine devlet devşirme sistemine geçti. Böylece devletin sınırları içinde bulunan Gayri Müslim çocuklarından acemi oğlanı toplamak üzere uygulamaya girişmesi ile ‘’Devşirme’’ yöntemi ortaya çıkmıştır. Devşirmenin uygulamaya konulmasıyla pencik yöntemi kalkmamış ancak bir çeşit vergi olarak devam etmiştir.
Batılı tarihçilerin bazıları, özellikle Gibbans, Devşirme yönteminin doğrudan doğruya İslamlaştırma politikasıyla ilgili olduğunu söylemektedir. Osmanlı İmparatorluğunun hemen hemen hiçbir döneminde zorla İslamlaştırma politikası güdülmemiş, aksine Müslüman olmayan din adamları topluluklarının vicdan özgürlüklerine, gelenek ve kültürlerine her vesileyle geniş bir hoşgörülük içinde saygı gösterilmiştir. Devşirme yöntemi ancak XVI. yy sonlarına kadar bozulmadan devam etmiş, bu tarihten itibaren ‘’kuloğlu’’ veya ‘’Ağaçırağı’’ adı altında bir takım kimseler ocağa alınmak suretiyle sistem yavaş yavaş bozulmuştur.
Devşirmenin her yıl toplandığı konusunda bütün kayaklar birleşmektedirler. Yalnız kaç yılda bir yapıldığı konusunda kaynaklar değişik rakamlar vermektedirler. Bizce önemli olan kaç yılda bir yapıldığı değil, her yıl düzenli yapılmamış olmasıdır. Devşirmenin toplanması konusunda kaynaklarda bir birlik olmayışı, bu işlemin belli aralıklarla yapılmadığını, orduda askere ihtiyaç duyuldukça devşirme toplandığını gösterir. Devşirme oğlanı İmparatorluğun bütün bölgelerinden toplanmamıştır. İşlem ilk kez Balkanlarda uygulanmış daha sonra Anadolu’ya geçmiştir.
Anadolu’dan toplanan devşirme, Balkanlara nazaran hem geç başlamış hem de büyük bir titizlik içinde yapılmıştır. Öncelikle belirtmemiz gereken husus Anadolu’nun her tarafından devşirme toplanmadığıdır.
Fatih döneminde bir ara Trabzon Hıristiyanlarından devşirme toplanmışsa da sonradan vaz geçilmiştir. Ancak Yavuz Sultan Selim döneminde yeniden başlamış ve III.Mehmet dönemine kadar devam etmiştir.
Devşirme toplanan çocukların ırkları da dikkate alınmıştır. Bu münasebetle yeniçeri ocağı teşkilatı mecmuasında şöyle bir kayıt vardır. Anadolu ve Balkanlar’da devşirme toplamayan bu yerlerden başka yaptıkları bir iş veya görev karşılığında devşirmeden muaf tutulmuş yerlerde vardır.
Burada da görüldüğü üzere devşirme işlemi imparatorluğun her yerinde uygulanmamış, Devşirme oğlanı sayısı ve devşirme toplama yılı sınırlı tutulduğu gibi, devşirme toplanan yerler ve topluluklarda sınırlandırılmıştır. Her yönden bu sınırlı koşullar içinde, devşirme yoluyla Türkleşme ve İslamlaşmanın da sınırlı olacağı doğaldır. Osmanlı İmparatorluğunda devşirme yönteminin yerini ve etki alanını tespit ederken bu çerçeve içinde hareket edilmelidir.
Devşirme oğlanları hiçbir dönemde köle gibi kabul edilmeyip, yine köle gibi kullanılmamıştır. Devşirmelere yeniçeri olduktan sonra verilen ‘’kapıkulu’’ adı padişahın sıfatından kaynaklanmaktadır. Buna göre imparatorluktaki herkes padişahın kuludur. Devşirme oğlanının köle kabul edilmesi İslam hukukunca da imkansızdır. Çünkü İslam hukukuna göre harbi olmak gerekir.
Kölelik anlayışından bütünüyle uzak olarak devşirmeye tabi tutulan yerlerde sistem gelişigüzel uygulanmamıştır. Bunun için pek çok özel yasa yapılmış ve bu yasaların gerektiği gibi uygulanabilmesi için son derece titiz davranılmıştır.
Devşirme toplanırken tek çocuklu ailelerin çocukları alınmaz asil olanlar ve papaz çocukları tercih edilirdi. Birden fazla çocuğu olan ailelerden de en fazla bir çocuk alınırdı.
Devşirme memurları tarafından bizzat görülerek kanuna uygun şekilde toplanılan çocuklar, devşirme mahallinin devlet merkezine uzak ve yakılığına göre yüz, yüz elli, iki yüz veya daha ziyade sürü denilen kafileler halinde sürücü vasıtasıyla kızılaba ve külahlar giydirilerek sevk edilirlerdi; bunların muhafazalarına ve başkaları tarafından kaçırılmamalarına veyahut birinin yerine başka birinin ikame edilmemesine son derece dikkat edilir.
Gelen oğlan sürüsü yoklanıp içlerinde kanuna muhalif oğlan bulunursa o sürü umumen Tophane’ye veya Cebehane’ye verip acemi oğlan yapmazlardı. Gelen sürüler içinde hasta olup yolda kalan veya ölen olursa onları defterden çıkarırlar ve bunlar nerede hasta olmuş veya ölmüşse o mahallin kadısından bu hususa dair ilam alırlardı.
Devşirilen çocuklar genellikle asıllarını ve ailelerini unutmamışlardır. Zaten devşirme toplanırken çocuğun köyü, kazası, sancağı, anasının, babasının ve sipahisinin adları yazılır. Bu konuda en güzel örnek Sokullu Mehmet Paşa’dır.
Devşirme yöntemi ilk kez Osmanlı İmparatorluğunda uygulanmıştır. Bu yöntemi uygulamadan önce Osmanlıların uyguladıkları pencik yöntemi, önceki Türk ve İslam devletlerinin bir kısmında görülmektedir. İlk kez Osmanlı Devletinde uygulandığı bu devşirme yönteminin İslam hukukuna aykırı olup olmadığı üzerinde önemle durulması gereken bir sorundur. İslam hukukunda bu konu ile ilgili olarak kesin hükümler bulunmamaktadır.
Daha önceki benzerliklerinden pencik yönteminin en önemli farkı pencik yoluyla alınan tutsakların Türk ailelerinin yanında uzun zaman eğitim görmesidir. Büyük Selçuklu İmparatorluğundaki ‘’Gulamhanelerle’’ pencik oğlanlarının eğitimi çok farklıdır.
Abbasiler, Gazneliler ve Samanoğullarında ilk kez görünen tutsaklardan askeri bir sınıf kurma işlemi bir evrim geçirerek, Osmanlı İmparatorluğunda pencik yöntemi adı ile ortaya çıkmıştır. Hepsinin birbiriyle az çok ilişkisi vardır. Osmanlı İmparatorluğunda kökeni çok eskilere dayanan pencik yöntemi de bir evrim değil fakat değişim geçirerek yerini devşirme yöntemine bırakmıştır.
Devşirmelerin yeniçeri olduktan sonra, seyyidlere ve emr-i şerife küfrettikleri şarap kaçakçılığı yaptıkları görülmüştür. Müslümanlar arasında ender görülen ve fıkıh hükümlerine göre ağır cezayı gerektiren bu durum devşirmeler arasında İslamiyet’in köklü olarak yerleşmediğini dolayısıyla asıllarını ve ailelerini unutmadıklarını gösterir. 1601 tarihli bir belgede yeniçerilerin hala sünnet olmadığının ortaya çıkmış olduğunu belirtmemiz zikre değer.
Asıllarını ve ailelerini hiçbir şekilde unutmayan bu kişilerin geç de olsa eski din ve hayatlarına dönmeleri mümkündür.
Bu konuda Necdet Sevinç’in görüşleri ise; devşirme sistemi ile, Türkleştirmek-İslamlaştırmak, egemenliğimiz altındaki Hıristiyan toplumlarını, fizik olarak güçlü, yetişmiş veya yetişebilir beyinlerden yoksun bırakarak hakimiyetimizin devamını sağlamak ve bu yetişmiş veya yetişebilir beyinleri Türk Devletinin yüksek menfaatleri için kullanmak nüfus konusunda mümkün olduğu kadar devlet lehine denge kurmak. Devletin Osman Gazi zamanından beri sürekli olarak batıya doğru genişlediği, Türk olmayan nüfusun devamlı olarak arttığı tartışılmaz bir gerçek olduğuna göre Türk zekasının devletin bekasını sağlamak için pencik oğlanları kanununu yarattığını söyleyebiliriz.
Çeşitli milletlere mensup bir köleler sürüsünün, devletin ve devleti kuran ırkın kaderine hakim olması, imparatorluk bünyesindeki milliyetçilik hareketlerinin şuurlanmasına yol açmış ve bu şuur zaman zaman silahlı çatışmalara, isyanlara, başkaldırmalara dönüşmüştür ki, Anadolu’daki isyanların çoğunun temelinde bunlar vardır.
Dünya’ya nizam vermek için yaratıldığına inanan ve devlet kuran ırk olarak kendini, savaş esirleri, köleler, soyu sopu meçhul, eli aşireti belirsiz kimselerle devlet yönetiminde asla ve tabi olarak eşit kabul etmeyen Türk milleti savaşta esir ettiği köleler tarafından yönetilmeyi milli onuruyla bağdaştıramamıştır.
Çandarlının idamı ile başlayan kozmopolit Osmanlılık dönemi imparatorluğun yıkılışına kadar, devşirmelerle Türkler arasındaki iktidar mücadelelerine sahne olmuştur. Bu mücadele Türk askerinin başkentten uzak olması, Türk vezirlerinin duruma hakim olmayışlarına sebep olurken kendi ırktaşları ve dindaşları olan yeniçerileri bir baskı grubu olarak kullanan devşirmeler, bu güce dayanarak iktidar yolunu aralamışlardır.
Türklerle devşirmeler arasındaki siyasi iktidar mücadelesi ilk devşirme veziriazamı olan Mahmut Paşa’nın sadarete gelmesiyle başlamıştır. İkinci devşirme veziriazamı olan ve Murat Paşa’dan sonra iktidara getirilen Rum Mehmet Paşa devrinde son derece ciddi olaylarla devam etmiştir.
O zaman İstanbul henüz yeni fethedilmiş bir şehir olduğu için, Fatih şehrin Türkleştirilmesini sağlamak için bazı tedbirler almış İstanbul’a iskan edilecek Türklere bedava ev, arsa, bağ, bahçe verilmesini ve bunların mukataa denilen vergi ile diğer bazı mükellefiyetlerden muaf tutulmasını emretmiş bu tedbirlerin uygulanmasına da veziriazamı memur etmiştir. Fakat Türkçü tedbirlere devşirme veziriazamlar, özellikle de devrin veziriazamı olan Rum Mehmet Paşa muhalefet edecek ve İstanbul’un Türkleşmesini önlemek için bütün yetkilerini kullanacaktır.
Fatih Sultan Mehmet tarafından Arnavutluk’un fethine memur edilen Gedik Ahmet Paşa kendi vatanına karşı açılan bu sefere gitmeyeceğini söyleyince, Rumeli Hisarı’na hapsedilmiştir. Karamani Mehmet Paşa Çandarlının ölümünden sonra veziriazamlığa getirilen ilk Türktür. Fakat yirmi dört yıl aradan sonra iktidara gelen bu Türk ancak dört yıl makamını muhafaza edebilmiştir. Gedik Ahmet Paşa’nın kayınpederi devşirme İshak Paşa Fatih’in ölümünden sonra çıkan kargaşalıktan istifade ederek Karamani Mehmet Paşa’yı yeniçerilere parçalattığı gibi bazı Türk vezirlerinde evlerini yağma ettirerek çeşitli cinayetler işlemiş ve yeniçeri gücüne dayanarak kendini veziriazam ilan ettirmiştir.
II.Beyazıt yeniçerilerin baskıları üzere İshak Paşa’yı veziriazamlığa getirmiş böylece de saltanatının ilk dakikalarından itibaren devşirme üstünlüğü pekişmiştir. Ancak Karamani Mehmet Paşa’nın katledilmesinde Gedik Ahmet Paşa’nın da rol oynadığı tespit edilince bu devşirme vezir girenin sağ çıkmadığı ‘’kapucular odasına’’ hapsedilmiş sonradan çıkarılmıştır.
Buna mukabil Hasan Basri Karadeniz Hocaya göre; Osmanlı Devleti bürokrasisine göre devşirmeler egemen olmakla beraber, en azından XVI. asırda sayıları az da olsa Türk kökenli devlet adamları bunlarla rekabet etmiştir. Bu çekişmenin psikolojik boyutu hikaye ve fıkralara konu olmuştur. Mesela Kanuni devri divan katiplerinden ‘’Sarı Katip’’ lakaplı birisi görevden çıktığında karşılaştığı arkadaşına ‘’esir pazarından geliyorum’’ diyerek, devşirmelere bakışını dile getirir. Sarı Katip bu sözleriyle Osmanlı devletinde en üst yönetim birimi ‘’divan’’ın devşirmelerin, diğer bir ifadeyle gayri Türklerin hakimiyetinde olduğunu işaret eder.
Bu anlayışın XIX. asır sonlarında Anadoluda halk arasında nasıl bir kabul gördüğüne dair bir hadise Ahmet Vefik Paşa’nın, Bursa valisi iken İnegöl’ü ziyareti esnasında halk ile diyalogu esnasında vuku bulur.
Bunlardan başka halk arasında anlatılan bir hikayede Osmanlı ordularının mağlubiyetlerinin sorumlusu olarak kapıkulları gösterilirdi. Buna sebeple devşirme olan bu askerlerin hakiki Müslüman olmamaları iddiasıdır.
Bu hikaye şöyledir; ‘’Güya bir adam kendisini dinleyenlere, Osmanlı ordularının hep yenilmesinin ve idaresinin bir türlü düzelmeyişinin gerçek sebebini bildiğini söyler, o gün tebdil gezmekte olan padişah da dinleyiciler arasında bulunmakta olup, kendisini tanıtmadan hemen bu sebepleri öğrenmek ister, o da vezirlerin hiç birisinin sünnetli olmadığını, bu şekilde içten Müslüman olmayan bu gibilerin devlet sırlarını düşmanlara söylediklerini iddia eder. Padişah vezirlerini muayene ettirdiğinde yalnız bir vezirin sünnetli olduğunu görür.
Bu hikaye büyük ihtimalle uydurmadır. Bununla birlikte, hikayede anlatan tarafın halk olması önemlidir. Çünkü, gerçekte bu hikaye ile sıradan halkın Enderun’da yetişip, Osmanlı bürokrasisine egemen devşirmelere yönelik kuşkusu dile getirilir. Bu şüphe onların hakiki Müslüman olmadıklarına dairdir.
Anadolu Türklerini imha etmekle ün yapan ama kendi vatanı olan Arnavutluk seferine gitmemek için de Fatih gibi bir hükümdara bile karşı gelebilen Gedik Ahmet paşanın azli ile birlikte, Kanuni devrine kadar devşirme diktatörlüğünün de yıkıldığını söyleyebiliriz. Bu diktatörlük, bir süre için yıkılmıştı ama Türk imparatorluğu devşirme vezirler ve veziriazamların elinden de kurtarılamamıştır. Öylesine ki, Katip Çelebinin ‘’korkak’’ dediği Gedik Ahmet Paşanın azlinden, Osmanlı tarihi için kötü bir dönüm noktası olan ikinci Viyana bozgununa kadar geçen 206 yılda veziriazamlığa gelen 74 kişinin ancak 12’si Türk’tür ve bu 12 Türkün 206 yıllık tarih kesiti içinde toplam sadaret müddeti de 17 yıl, 8 ay 25 gündür. Bunlar arasında ancak Yavuz’un son, Kanuni’nin ilk sadrazamı olan Piri Mehmet Paşa 5 yıl sadaret makamında kalabilmiştir.
Türk milletine karşı böylesine gaddar olan ve Türk devleti adına da herhangi bir endişeleri de bulunmayan devşirmeler, iktidarı aynı zamanda servet elde etmenin bir vasıtası olarak kullanmışlardır. Devlet kadroları rüşvet karşılığı satmak, devletin sınırlarını rüşvet karşılığı mukabili düşman devlet temsilcilerine bildirmek, seferlerini geciktirmek, açılan seferleri yarıda kesmek, siyasi bakımdan olduğu gibi mali bakımdan da güçlenen bu kapıkulları Osmanlı Devleti’nin egemen sınıfını oluşturmuşlardır.
Buna mukabil Osmanlı Devleti’nin uzun tarihi boyunca Hıristiyanlara karşı yapılan savaşlarda ya da sınır kalelerinde görev yaparken, karşı tarafa sığınan yeniçerilere rastlanmamıştır. Netice itibariyle devlet bürokrasisinden tasfiye edilen ya da çok az sayıda bulunan Türk kökenlilerin bir tepkisi sonucu zuhur ettiğini kabul etmek gerekir.
Bu şekilde I.Murad döneminde kurulan yeniçeri ocağına asker temin etmek için önce pencik kanunu gereğince gayrimüslim genç savaş esirlerinden faydalanılmış fakat zamanla fetihlerin azalması, Ankara savaşından sonra da bir süre durması yüzünden devşirme yoluna başvurulmuştur. Daha önceki İslam devletlerinde görülmeyen bu usulün Çelebi Mehmed zamanında uygulandığı ancak oğlu II.Murad devrinde kanunlaştığı anlaşılmaktadır.
Devşirme kanunu dikkatli olarak tadbik edildiği sıralarda, bilhassa Türk kültürü ile yetiştirilmiş olan saray devşirmeleri arasında bunlara kanun dışı yollarla devşirme alınmış, XVII. asırda ve Murad IV zamanında yapılan askeri ıslahat arasında devşirme işine de ehemmiyet verilmiş, Devşirme teşkilatı ortalama olarak XV. asrın ilk yarısından XVII. asrın hemen sonlarına kadar iki buçuk asır devam etmiştir.

5- Tanınmış Devşirmeler

a) Sokullu Mehmet Paşa

Sokullu Mehmet Paşa XVI. yüzyılın ilk yıllarında Bosna’nın Vişegrad kazasının Ruda nahiyesinin Sokoloviç köyünde köy ile aynı adı taşıyan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Kanuninin cülusundan sonra Bosna’dan devşirme toplamakla görevli Yayabaşı Yeşilce Mehmet Bey, 15-16 yaşlarında olan Bayo’yu beğenerek devşirme kaydetti.
Barbaros’un ölümü üzerine 1546 yılında Katan-ı Derya’lığa yükselen Sokullu Mehmed’in artık saray dışı memuriyet hayatı başlıyordu. 1550’de Rumeli beylerbeyi oldu, daha sonrada İran seferindeki hizmetleri sebebiyle 1554 yılında vezirliğe yükseldi.
Sokullu Mehmed Paşa ileri görüşlü bir vezir-i azamdı. Don, Volga ve Süveyş kanalları teşebbüsleri, onun bu yönünü gösteren en iyi örneklerdir. 1578 yılında İran’a sefer açılmak, karşı çıkıp bazı başarılar elde edilse de kalıcı sonuç alınamayacağını belirtmesi, Sokullu’nun ileri görüşlülüğünü gösterir. Nitekim Safevilerle aralıklarla 50 yıl savaşılmasına rağmen bir sonuç alınamamıştı. Sokullu Kıbrıs seferine de itiraz ederken de bir haçlı tehlikesiyle karşı karşıya kalınacağını söylemişti. İnebahtı savaşı sadrazamı haklı çıkarmıştır.
Lehistan’a karşı izlediği siyasetin önemi II. Viyana bozgunundaki Leh faktörü dikkate alındığında daha iyi anlaşılır. Sumatrada Portekiz tehlikesi altında bulunan Müslüman Açe hükümdarlığı Osmanlılardan yardım isteyince İskenderiye kaptanı Kurtoğlu Hızır Reisi bir filoyla oraya göndermişti. Onun döneminde Afrika’da, İspanyol ve Portekiz tehdidi sona erdirilmiş, Tunus Osmanlı topraklarına katılırken, Fas himaye altına alınmıştır.
Sokullu İmparatorluğun menfaatleri neredeyse ona göre davranmış, gerektiğinde barılı gerektiğinde savaşı öne çıkarmıştır. Üç padişah döneminde yaklaşık 14 yıl büyük bir kudretle vezir-i azamlık yapmış, bazı tarihçiler yükseliş devrini onun ölüm tarihi olan 1579 yılında bitirir.

b) Gedik Ahmet Paşa

Osmanlı siyaset ve fütuhat ricalinden, XV. asrın ikinci yarısında mühim muvaffakiyetler göstermiş ve fütuhatta amil olmuş Osmanlı vezirlerindendi. Muasırı olan Türk tarihçileri, onu asıl ve menşei hakkında hiçbir şey söylemeyerek, Fatih Sultan Mehmed’in has bendelerinden olduğunu bildirirler. Garp menbalarından bazıları onun, yoldaşlarından Mahmud Paşa Rum Mehmed Paşa, Zağnos Paşa ve Hacı Murad Paşa gibi rum cinsinden bulunduğunu ileri sürerler.

Vezir olan Ahmed Paşa, bundan sonra daha büyük hizmetlerde ve daha mühim işlerin başında bulunmuştur. Kayın biraderinin ülkesi olmak dolayısıyla Rum Mehmet Paşa’nın zabdında ihmal ve tekasül gösterdiği Alaiye kalesinin fethine memur olan vezir Ahmed Paşa burayı muhassara ederek, sahibi Latif Bey oğlu Kılıç Arslanı Selçukiler bakayasından olması zannolunuyor.
Gedik Ahmet Paşa bundan sonra henüz Karamanoğullarının elinde bulunan İçel kalelerinin fethine memur edildi. Vezir-i azam olan Gedik Ahmed Paşa 1475 senesi yaz mevsiminde, padişahın emri ile Karadeniz’deki Ceneviz müstemlekelerinin fethine memur olmuştur.
Gedik Ahmed Paşa kapudanlık inzimamı ile Alanya sancağına tayin olunmuş ve cenabu İtalya’nın yani Napoli Krallığı’nın fethine memur edilmiştir. II.Mehmed’in ölümünü takip eden kargaşalık esnasında, vezir İshak Paşa’nın teşviki ile vezir-i azam Karamani Mehmed Paşa yeniçeriler tarafından öldürülmüş ve bunun taraftarı olan Hamza Beyoğlu Mustafa paşadan II.Beyazıt cülusu sırasında İshak Paşa’nın teşviki ile ayaklanan yeniçerilerin ısrarı azil ve netyedilmişti.
Gedik Ahmed İstanbul’da bazı hayrat yapmış ve bundan dolayı şimdiki Gedik Paşa semti onun adını taşımaktadır. bugün kendi adını taşıyan bir hamamdan başka bir şey kalmamıştır. Diğer eserlerinin mesela cami ve medreselerinin çok eskiden harap olduğu anlaşılıyor. Zamanındaki tarihler onun Afyonkarahisar’da hala mevcut olan bir imaret yaptırdığından bahseder.

c) Mahmud Paşa

Menşei hakkında Osmanlı ve Bizans kaynaklarında çeşitli rivayetler yer alır. XVI. yüzyıl tezkirelerinde onun Sırbistan’da Alacahisarlı olduğu bildirilirse de bu bilginin doğruluğu şüphelidir. Bizans kaynaklarının bir kısmında Rum, bir kısmında Sırp ve Bulgar asıllı olduğu bildirilir.
Edirne sarayında bir süre tahsil ve terbiye gördükten sonra II.Mehmed’in tahta çıkışının ardından ocak ağalığı rütbesine nail oldu ve İstanbul kuşatması sırasında padişahın yanında bulundu. Kuşatmada Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa ile birlikte surların Edirnekapı bölgesinden Yedikule’ye uzanan kısmında görev aldı.
Vezir-i azam Mahmud Paşa 1460’da II.Mehmed’in Mora seferine katıldı. Mistra Despotu Demetrius üzerine gönderildi. Mahmud Paşa 1462’de II.Mehmed ile çıktığı Eflak seferinde büyük başarı gösterdikten sonra aynı yılın yaz aylarında Midilli adasının fethiyle görevlendirilmişti.
Bu arada 1463 Aralık ayında Macarların ele geçirdiği Yayça’yı geri almak için kuşatan, ancak Macar kralının karşı harekatı üzerine Sofya’ya çekilen II.Mehmed Midilliden dönen Mahmud Paşayı Macar seferine gönderdi. Mahmud paşa Bosna’ya girdi ve 1464 yılında Macarların faaliyetlerini önledi.
Bir süre Hasköy’deki çiftliğine çekilen Mahmud Paşa çok geçmeden Gelibolu Sancakbeyliğine ve donanma kaptanlığına getirildi. 5 Haziran 1470’de Eğriboz üzerine hareket etti. İşkiraz adasını alıp Eğriboz’a geldi ve adanın merkezini denizden kuşattı. Bu arada padişah da karadan hareket ederek Eğriboz önlerine ulaşmış ve kurulan köprü vasıtasıyla adaya geçerek kuşatmaya katılmıştı. Mahmud Paşa kalenin alınmasında büyük başarılar gösterdi. Akkoyunlu Uzun Hasan’ın Anadolu üzerine yürümesi de dikkate alınarak 1472’de yeniden vezir-iazamlığa getirildi ve padişahla birlikte Anadolu’ya geçti. Otlukbeli savaşından sonra rakiplerinin kışkırtmasıyla idam edildi.
Mahmud Paşa’nın idamı özellikle ilim ve sanat erbabı arasında büyük üzüntü ile karşılanmıştır. Mahmud Paşa’nın bir çok hayır eseri yaptırdığı bilinmektedir. Özellikle İstanbul’da onun adıyla anılan semtle şehrin fetihten sonraki ilk eserlerinden cami, hamam, medrese vb. inşa ettirmiştir.























SONUÇ

Devşirme kanunun ihlali yeni çeri ocağının bozulmasına sebep olmuştur.XVI sonlarından itibaren yeni çeri oğullarının “kuloğlu” adıyla kabul edilmesi, dışarıdan da “kulkardeşi” ve “ağaçırağı” adları altında kana aykırı olarak yeni çeri ocağına alımlar yapılması devşirme işlerinin gevşemesine yol açmıştır yine bu dönemde devşirme işine rüşvet karışmıştır. XVII. Yüzyılda özellikle IV murat zamanında devşirme işi ıslah edilmeye çalışılmışsa da bu yüzyıl ortalarından itibaren artık devşirme pek yapılmamıştır.

XVIII. yüzyıl başlarında ise sadece saray için bin kadar oğlanın devşirildiği görülmektedir. Ahmet Cevdet paşa son devşirmenin 1751 yılında yapıldığını belirtmektedir XV. Yüzyılın ilk yarısından XVII. Yüzyıl sonların kadar yaklaşık iki buçuk asır kadar süren devşirme işlemi kanuna uygun olarak yapıldığında iyi sonuçlar vermiştir.


KAYNAKÇA


AKGÜNDÜZ, Ahmet, Osmanlı Kanunnameleri II, İstanbul 1990.
AFYONCU, Erhan, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu I, İstanbul 2004
ERCAN, Yavuz, “Devşirme Sorunu, Devşirmenin Anadolu ve Balkanlardaki Türkleşme ve İslamlaşmaya Etkisi”, Belleten, Ankara 1987
GÖĞÜNÇ, Nejat, “Kuruluş Devrinde Askeri Teşkilat ve Devşirme Düzeni”, Osmanlı C.XI, Ankara 1999, s.558-561
TEKİNDAĞ, Şehabettin, “Mahmud Paşa”, DİY. İA, C. XXVII, Ankara 2003, s.376-377
ÖZCAN, Abdulkadir, “Osmanlı Askeri Teşkilatı”, Osmanlı C. VI, Ankara 1999, S.551-560
ÖZCAN, Abdulkadir, “Devşirme” DİY.İA CIX, s. 254-257
KARADENİZ, Hasan Basri, Osmanlılar İle Anadolu Beylikleri Arasındaki Hukuki ve Psikolojik Mücadeleler, Kütahya 2005
SEVİNÇ, Necdet, Osmanlılarda Sosyo-Ekonomik Yapı, Ekim 1978
PETRASYON, Ye Irına, “ Osmanlı Devletinin Kuruluşu ve Yeniçerilerin Kökeni”, Çev. Başak Çalı, Türkler CIX, Ankara 2002, S.129-135
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Kapıkulu Ocakları I, Ankara 1988
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, “Devşirme” İ.A. C.III, S. 563-565
ÜNAL, Mehmet Ali, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Isparta 1997
YINANÇ, Halil Mükremin, “Gedik Ahmet Paşa,”, İA, C.I, İstanbul 1993, S.193-198

OSMANLI DEVLETİNDE DEVŞİRME SİSTEMİ

1)İLK OSMANLI ASKERİ TEŞKİLATI

Osmanlı devleti bir aşiret devletiydi. Dolayısıyla ordusu da aşiret kuvvetleri ve cihada amacıyla sınırlarda toplanan gazilerden ibaretti.(1) Bu aşiret beyliği büyümeye başlayınca yeni fetihler yapacak ve eldeki toprakları muhafaza edecek kuvvetlere ihtiyaç duyuldu.(2)
Bunun üzerine Vezir Çandarlı Kara Halil’in teklifiyle bütün bu işleri yapacak ve Mer-
kezi Otoriteyi Sağlayacak “Yaya – Müsellem” denilen teşkilat kuruldu.(3) Bu ordunun bun- dan öncekilerle farkı barıştan itibaren kışlalarda hazır bulunması, Mensuplarının askerliği
Meslek edinerek, başka bir işle uğraşmaması tektip ve resmi bir kıyafete sahip olmala-
rıydı.(4) Yaya ve Müsellemlerden Sonra Mesleği sadece askerlik olan ilk birlikler Azap-
lardı.(5) Azaplar şehirlerden toplanmış ve her zaman devletin hizmetindeki askeri birlik-
lerdi.(6) Osmanlı devletinin sadece askerlikle uğraşan ilk birlikleri işte bu azaplardır. Azap-
lar kendi istekleriyle devlet hizmetine girmeyi kabul etmişler ve bunun karşılığında belli
ücretler almışlardır.Azapların oluşturduğu birliklerin ortaya çıkması ile yaya ve müsellem-
ler ikinci plana düşmüş, yeniden teşkilatın kurulması ile azaplar ikinci planda kalmışlardır.

2)İLK DÜZENLİ BİRLİKLERİN KURULMASI VE PENÇİK USULÜ

Rumelide ki fetihlerin artması ve toprakların çoğalması üzerine düzenli bir orduya ih-tiyaç duyulmuş ve 1.Murat zamanında Çandarlı Kara Halil Paşanın teklifinin kabulü ü- zerine pençile adı verilen usul uygulanmaya başlandı.(7) Yapılan savaşlarda esir edilenle-
rin gençlerinden beşte biri (penç – yek)* devlet hesabına alınarak bunlara kısa bir süre
eğitim öğretim yaptırılarak yeni bir ocak oluşturuldu. Oluşturulan bu ocak Yeniçeri oca-
ğının başlangıcıdır.(8) Yeniçeri ocağının temeli Acemi ocağı idi Buraya da iki yolla nefer
temin edilirdi. Biri Pençik Sistemi diğeri Osmanlı hudutları dahilinde hristiyan çocukların
bazısının derşirilmesiydi. Pençik usulünde, Pençik oğlanları Pençikçi denilen Memur tara-
fından belirlenir, vücutça sağlam olanları devlet tarafından satın alınırdı.(9) Böylece ace-
mi ocağına ilk nefer pençik kanunuyla toplanmıştır. Toplanan bu pençik oğlanlarının A-
nadolu da ki Türk ailelerinin yanına küçük bir ücret karşılığı verilmesi, bundan hem çift-
çilik hem de Türk-İslam adet ve göreneklerini öğrenmelerini sağladı.(10)


(1) :Yavuz Ercan, “Devşirme sorunu, devşirmenin Anadolu ve Balkanlarda ki Türkleşme ve İslamlaş-
maya etkisi”, Belleten , Cilt . L , s.198 , Ankara , 1987 , s.711
(2) :Yusuf Halaçoğlu , 14-17 yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı , Ankara , 1998 s.44.
(3) :Abdullah Saydam , Osmanlı Medeniyeti Tarihi , Trabzon , 1999 , s.307.
(4) :İsmail Kayabah - Cemender Arslanoğlu , “Osmanlılarda Ordu , Kuruluşu , Silahları ve Gelişmler”
Türk Kültürü Dergisi s.130-131-132 , Ankara , 1973 , s.995.
(5) :Saydam , a.g.e , s.308
(6) :Ercan , a.g.m , s.”gös.-yer”
(7) :Ahmet Akgündüz-Said Öztürk , Bilinmeyen Osmanlı , İstanbul , 1999 , s.45 ; İsmail Hakkı Uzunçar-
şılı, Osmanlı Tarihi , C.1 , Ankara , 1995 , s.509.
(8) :İsmail Hakkı Uzunçarşılı , Kapıkulu Ocakları ,C.1 , Ankara , 1988 , s.6 Akgündüz-Öztürk, a.g.e s.
“gös.-yer” ; Hüseyin Işık , “1732-1826 yılları arasında Osmanlı ordusunun Reform çalışmaları ve
sonuçları” , Askeri Tarih Bülteni , Ankara , 1989 ,s.17.
(9) :Yusuf Halaçoğlu , “Osmanlı Devlet Teşkilatı” , Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi , C.12
İstanbul , 1989 , s.338.
(10) :Saydam a.g.e , s.310 ; Halaçoğlu , “Osmanlı ...” , s.339 ; İsmail Hakkı Uzunçarşılı , “Acemi Oğlanlar”
İslam Ansiklopedisi , MEB. Yayınları , C.1 , Eskişehir , 1997 , s.117.
Anadolu da ki Türk ailelerinin yanında yetişen pençik oğlanları daha sonra birer akçe
yevmiye ile acemi ocağına, Gelibolu da ki gemi hizmetine v.s. verildikten sonra buradan
“kapuya çıkma” veya “Bedergah” ismi ile yeniçeri ocağına kaydedilirlerdi.(11) İşte bundan
sonra Osmanlı devleti eğitimli düzenli birliklere sahip oluyordu. Bu teşkilat zamanla ge-
nişletilmiştir.Osmanlı ordusu eğitimli disiplinli bir ordu olma yolunda ilk adımları atmakta-
dır.
3)DEVŞİRME SİSTEMİ

Fetihlerin iyice genişlemesiyle birlikte askere olan ihtiyaç daha da arttı. Acemi ocağı
teşkilatı ihtiyaç nispetinde genişletildi ve yeni kanunlarla mükemmel bir hale geldi. (12) Pençik usulünden gelen askerlerin devletin asker ihtiyacını karşılayamaz hale gelmesiyle
yeni yollar aranmaya başlandı.(13) Ankara muharebesinden sonra (1402) Osmanlı fetihleri
kısa bir süre durmuş saltanat kavgaları yüzünden fetihler yapılamamış ve hatta bazı yer-
ler Bizans ve Sırplara terkedilmiş olduğundan askere olan ihtiyaç sebebiyle 2.Murat za-
manında çıkarılan devşirme kanunu ile devletin asker ihtiyacı karşılanmaya çalışılmıştır.(14)
Artık büyüyen devletin asker ihtiyacını karşılamak için yeni çareler aranma yoluna gi-
dilmiş ve bu çalışmalar devşirme sisteminin ortaya çıkmasını sağlamıştır. İleride Osman-
lıya büyük zaferler kazandıracak kapıkulu ve yeniçeri ordusunun temeli atılıyordu.

Devşirme sistemi , Osmanlılardan evvelki Türk İslam devletlerinde tatbik edilmemiş-
tir. Yaşları kanunen uygun çocukların üç beş senede veya daha uzun bir müddet aralı-
ğında devşirilmesi kanun oldu. (15) Devşirme sistemi devletin askeri ihtiyacını karşılamakla
birlikte gayri müslim rumeli halkında Türkleştirme ve İslamlaştırma yolunda azda olsa
bir katkı sağlamıştır. Devşirme sistemi yaklaşık 250 yıl kadar (1413-1826) devam etmiştir.

Devşirme sistemi önceleri sadece Rumenlide uygulanırken 15.yy. sonlarından itibaren
Umumi bir şekil olarak ülkedeki hemen hemen bütün Hıristiyan halkın bulunduğu böl-
gelere yayılmıştır. (17) Buna karşın devşirmelerin başlangıçta yalnız Rumenlide ki topluluk-
lardan alındığı Anadoludan da ancak 15 ve 16. yy. başlarında alınmaya başlandığı kanı-
sının yalnışlığı vurgulanıyor. Halil İnalcığın Bursa Şeriyye defterlerinden derlenerek ya-
yınladığı belgelerden birisinde 17 Haziran 1484’te Bursa’ya akrabasını görmeye gelen
İlyas adlı bir yeniçeriden bahsolunmaktadır. Devşirmenin süresini düşünürsek bu şahsın
en azından 14. yy. ortalarında devşirilmiş olduğu tahmin edilebilir. (18) Hıristiyan çocuk-
ların Devlet-i Aziye için devşirmesi eşi görülmeyen bu sistemin ortaya çıkması dünya
askeri tarihi açısından çok önemli bir dönüm noktasıdır.Osmanlı Osmanlı olma farkını
bir kez daha göstermiştir.




(11):Halaçoğlu , “14-17. yüzyıllarda ...” s.46 ; Mehmet Ali Ünal , Osmanlı Müesseseleri Tarihi , Isparta 1999 , s.45.
(12) :Uzunçarşılı , Kapıkulu ... , s.13
(13) :Ercan , a.g.m , s.712.
(14) :İsmail Hakkı Uzunçarşılı , “Devşirme” İslam Ansiklopedisi MEB. Yayınları , C.3 , İstanbul, 1993 s.563 ;Uzunçarşılı , Osmanlı ... , s.”gös.-yer”, Işık , a.g.m , s.17-18.
(15) :Abdulkadir Özcan , “Osmanlılarda Askeri Teşkilat” , Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi , C.4, İstanbul
1993 , s.338 ;Uzunçarşılı , Kapıkulu ... , s.”gös.-yer” , ;Saydam, a.g.e , s.311.
(16) :Uzunçarşılı , Kapıkulu... , Komisyon , “Devşirme” Türk Ansiklopedisi , C.13
(17) : Uzunçarşılı , Kapıkulu ..., s.”gös.yer” ; Saydam, a.g.e , s.311.
(18) :Nejat Göyünç , “Kurtuluş Devrinde Askeri Teşkilat ve Devşirme Düzeni” , Osmanlı , C6 , İstanbul 2000 , s.560.
4)DEVŞİRMELERİN TOPLANMASI

Devşirme sistemi Çelebi Mehmet döneminde ilk kez uygulanmış 2.Murat zamanında
ise kanunlaşmıştır. Önceleri basit bir şekilde işleyen bu kurum Fatih Sultan Mehmet han
zamanında düzenli bir halde uygulanmaya başlandı.(19) Devşirmenin toplanması hususun-
da kaynaklarda bir birlik yoktur. Yani devşirme sisteminde kaç yılda nerelerden, ne kadar
kişi devşirileceği belli olmamaktadır.İhtiyaca binaen bu uygulanmaktadır.(20) Devşirme ya-
pılacağı zaman nereden ne kadar kişi devşirileceği ve nasıl yapılacağı devşirme kanu-
nunda bildirilmiştir.(21)

4)DEVŞİRMENİN TOPLANMASI

Devşirme işinden birinci derecede Yeniçeri Ağası sorumluydu.(22) Devşirmeye gi-
decek memurları da bu şahıs seçerdi. 16 .yy. ortalarına kadar beylerbeyi sancakbeyi
ve kadılar tarafından yürütülen bu işlem bu tarihten sonra ocaktan, sekbanbaşı, so-
lakbaşı, zoğarcıbaşı, seksoncubaşı, turnacıbaşı v.s. gibi görevliler tarafından yerine ge-
tirilmiştir. (23) Yeniçeri Ağası divana müracat ederek ihtiyaç miktarını bildirir ve devşir-
me yapılması için devşirme memurları görevlendirilirdi. Devşirme memurları görevle-
rinde tamamen serbest olup işine hiç kimse müdahale edemezdi. (24) Devşirme memuru elinde devşirme yapılacağına dair ferman ve yeniçeri ağasının mektubuyla birlikte dev-
şirme yapılacak mıntıkaya giderlerdi. Gittiği sancakta elindeki ferman ve ağa mektubu-
na göre hareket ederlerdi .(25) Devşirme Balkanlarda Arnavutluk, Bulgaristan, Sırbistan,
Bosna Hersek, Macaristan ve Yunanistan’dan toplanmıştır.(26) Çoğunlukla çocuk yaştaki
hıristiyan gençlerin toplandığı bu bölgelerde Türk, Çingene, Kürt, Acem, Rus, Yahudi,
Gürcü olmayan hıristiyan ailelerinden (27) devşirilme şartlarını taşıyan kişiler toplanırdı.
Devşirme memuru tellallar yardımıyla, gittiği yerdeki devşirilecek çocukları bir araya
toplardı. Başta papazları, babaları ve vaftiz defteri yanlarında olmak kaydıyla(28) devşir-
me memurunun yanına gelen bu çocuklar , köy kethüdası, tımarlı sipahi ve kadı önünde
seçim yapılırdı. Gidilen kazada her kırk hanede bir oğlanın devşirilmesi kanun ise de
bu ihtiyaca göre değişiklik arz ederdi. (29) Vaftiz defterleri kontrol edilerek şartları elve-
rişli olanların iki ayrı deftere teferruatı ile kayıtları yapılırdı. (30) Devşirme olarak alınan çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anasının adı bir deftere yazılırdı. Bu defter iki
nüsha olurdu. (31) Defterin biri devşirme memurunda olur diğeri ise devşirme oğlanları
merkeze sevk eden kişi olan “Sürücü” ye verilirdi. Sürücü getirdiği efradı bu defter ile teslim ederdi.(32)

(19):Türk Ansiklopedisi , a.g.mad , s.”gös.yer.”
(20):Ercan , a.g.m , s.714.
(21):Ünal , a.g.e , s.”gös.-yer”
(22):Halaçoğlu , 14-17. yüzyıllarda ... , s.47 ; Abdulkadir Özcan , “Osmanlı Askeri Teşkilatı”, Osmanlı
Devleti Tarihi C.1 , İstanbul , 1999 , s.340.
(23):Mücteba İlgürel , “Yeniçeriler” İslam Ansiklopedisi , C.13, İstanbul, 1986, s.387
(24):Ünal a.g.e, s.”gös.-yer”; Uzunçarşılı , “Devşirme” , s.564; Halaçoğlu , 14-17. y.y. da ... , s.48
(25):Uzunçarşılı , “Devşirme”, s.”gös.-yer”; Türk Ansiklopedisi , a.g.mad., s.194; Ahmet Akgündüz , Os-
manlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri , C.2 , İstanbul , 1990 , s.123.
(26):Uzunçarşılı, Kapıkulu s.14 ; Ercan , a.g.m, s.”gös.-yer” ; Mehmet Zeki Pekalın “Acemi Oğlanlar”
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.1 s.8
(27):Türk Ansiklopedisi , a.g.mad. , s.”gös.-yer”.
(28):Abdulkadir Özcan, “Devşirme” Diyanet İslam Ansiklopedisi , C9, İstanbul 1994 , s.255
(29):Özcan , “Devşirme” , s.”gös.-yer”.
(30):Özcan , “Osmanlı Askeri ...” , s.339.
(31):Uzunçarşılı , Kapıkulu ..., s.16; Türk Ansiklopedisi a.g.m s.”gös.-yer” ;Özcan “Devşirme” s.”gös.yer”.
(32):Uzunçarşılı, “Devşirme” , s.”gös.-yer” , ; Özcan , “Devşirme” s.”gös.-yer”.

5)DEVŞİRİLECEK OLANLARDA ARANACAK ŞARTLAR

Devşirme yapılırken gidilen yöredeki herkes devşirilmezdi. Belirli şart ve kanun mu-
cibince devşirme yapılırdı. Yani devşirme yapılacak kişinin devşirme kanunlarına aykırı
Bir durumu olmaması lazımdı. Bu kanuna göre hıristiyan asilerinin çocukları, papaz o-
ğulları alınırdı.(33) Annesiz babasız açgözlü olanlar ve köy kethüdasının oğlu yüzü gözü açılmış olacağı düşüncesiyle deşrilmezdi. Sığırtmaş ve çoban çocukları , kel, fodul, köse,
doğuştan sünnetliler, şehir çocukları, erliler, sanat sahibi olmuş kişiler, aşırı derecede u-
zun yada kısa boylular devşirilmezdi.(34) Bir ailede iki çocuktan biri , birçok çocuğu ola-
nın en sağlıklı ve bakımlısı, en güzeli alınırdı. İstanbul’u görmüş tekrar köyüne dönmüş
olanlar, ( yırtılmış olanlar ) Yahudiler ( ticaretle meşgul oldukları için ) devşirilmezdi.(35)
Bir istisna uzun boylulardan, endamı düzgün olanlar saray teşkilatı için devşirilirlerdi.

Birde müslüman oldukları halde devşirilen Potur oğulları denilen Bosna halkının çocuk-
ları vardı. Bunlar ancak saray ve bostancı ocağı için alınırlardı. (36) Bosna halkının ço-
cukları Bosna fethedildiği zaman buranın halkının toptan Müslümanlığı kabul etmesi
sonucunda sultanın onların kendisinden bir şey isteyip istemediğini sorulduğunda onlar
devşirilmek istediğini bildirmişler ve sultanın onlara bir fermanla müsaade etmesi sonu-
cunda devşirilmişlerdir. Bunlar sistemin istisnalarındandır. Bu devşirilen çocuklar genelde
8-18-20 yaş arasında olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Ama bu devşirilen çocukların
genelinin yaşlarının küçük olduğu kanaatindeyiz.

5)DEVŞİRMECİLERİN MERKEZE GETİRİLMELERİ VE MUAYENELERİ

Devşirilen çocuklar sürücü* denilen şahıs tarafından *100, 150, 200, kişilik gruplar
halinde merkeze ulaştırılmak üzere yola çıkarıldı.Bunların kaçmamalarına kaçırılmamaları başkalarıyla yer değişmemelerine dikkat edilirdi.(37) Sürü içine yabancı birinin karıştığı tespit edildiği taktirde sürücüler şiddetle cezalandırılırdı. Bunların sırtlarında kızıl asa ve
başlarında külahlar, bulunurdu. Bunlar İstanbul’a, daha önce belirlenen istikametten
tevzi edilirlerdi.(38) Yolda bunların yiyecek ve iaşe masrafları k ondukları bölgedeki
yerleşim yerine aitti. İstanbul’a gelen sürü iki üç gün dinlendikten sonra müslüman
olurlar ve ağa kapısında yeni çeri ağası denetiminden geçerdi. Eşgal defteriyle birlikte çocuklar kontrol edilir sünnetleri yapılırdı. Sürü içerisinde sarg için ayrılacak olanları ya
yeniçeri ağası ya da saray ağası salarlardı.
Devşirilen çocuklara giydirilen kızıl aba ve külahın bedeli kaput bedeli diye veya
kul akçesi adıyla devşirme yapılan bölge halkından alınırdı. Başlangıçta 90, 100 akçe o-
lan bu miktar daha sonra 300 hatta 600 akçeye kadar yükseltilmiştir. Sıkı bir kontrol
altında devşirilen merkeze ulaştırılıp merkez tarafından onaylanan bu devşirme oğlanları
bundan sonra Müslüman Türk ailelerinin yanına gönderilirlerdi.


(33) : Uzunçarşılı , “Devşirme” , s.”gös.-yer” ;Ünal , a.g.e, s.”gös.-yer” ;Türk Ansiklopedisi , s.”gös.-yer”
(34) : Halaçoğlu , 14-17. yüzyıllarda ..., s.”gös.-yer”
(35) : Uzunçarşılı , Kapıkulu ... , s.”gös.-yer” ; Ünal a.g.e , s.”gös.-yer”.
(36) : Özcan , “Devşirme” , s.”gös.-yer” .
(37) : Uzunçarşılı , Kapıkulu..., s.21 ; Abdulkadir Özcan, “Askeri Teşkilat Osmanlı Dünyayı Nasıl
Yönetti, İstanbul , 1999 , s.98 ; Mehmet Zeki Pekalın ,“Devşirme” s.”gös.-yer”.
(38) : Saydam , a.g.e , s.311-312



6) DEVŞİRİLENLERİN TÜRK’E VERİLİŞİ

Rumeli de devşirilenler Anadolu’ya , Anadolu dan devşirilenler Rumeli ye olmak üzere devşirilen oğlanlar buralardaki Türk ve Müslüman ailelerin yanına az bir ücret
karşılığında verilirlerdi. Arada deniz olduğundan dolayı yaşça büyük olan devşirmele-
rin böylece kaçması bir bakıma engellenmiş oluyordu. Rumeli de ki devşirmelerden
Rumeli ağası, Anadolu da ki devşirmelerden Anadolu ağası sorumlu idi. Kaçanlar değiş-
tirilenler bu ağaların kethüdaları aracılığıyla izlenirdi.(41) Yani buraya gönderilen oğlan-
lar devamlı gözaltında denetimdeydi. Burada belli bir süre kalan oğlanlar zaman içeri-
sinde bir yandan zanaatla uğraşırken bir yandan da Türk İslam adet ve geleneklerini
öğrenirlerdi.(42) Zamanı gelince Türk aileleri yanındaki bu oğlanlar merkezin tebligatıyla
birlikte İstanbul’a getirilirlerdi. Bu ocağa dönüş işlemleri de “be-dergah” diye adlandırı-
lırdı.(43) Be – dergah kapuya çıkma denilen işlemden sonra oğlanlar acemi ocağına yazı-
lırlardı. Bu kayıttan sonra acemi oğlanı ismini alırlar ve önce bir daha sonra ikişer ak-
çe yevmiye verilirdi. Acemi ocağındaki eğitimleri devam eden devşirmeler çalışarak
daha sonraları devletin en önemli kademelerin de yer almaya başarmışlardır. Devletin
ikinci büyük makamı olan Veziri azamlık makamına çıkmışlardır. Örneğin Sokullu Meh-
met Paşa, Gedik Ahmet Paşa, Makbul İbrahim Paşa, Ferhat Paşa, Lala Mehmet Paşa
gibi şahıslar bunlara örnek teşkil eder.

7) DEVŞİRME SİSTEMİNİN İSLAM HUKUKUNA UYGUNLUĞU

Devşirme sisteminin İslam hukukuna uygun olup olmadığı konusunda bilhassa
Batılı tarihçiler arasında tartışmalara sebep olmuştur. Her ne kadar bu tartışmalar
yapılıyor olsa da bu sistem İslam hukukuna aykırı bir durum teşkil etmemektedir.
Devşirmelerin rızaları dışında ailelerinden alınıp Müslümanlaştırılması Osmanlı hu-
kukunda şöyle açıklanmaktadır. İslam devletiyle gayri Müslimler arasında yapılan
zimmet akdiyle devlet gayri Müslimlerin can ve mal güvenliğini garanti altına al-
maktadır. Bunun karşılığında zımmilerin ise İslam devletinin genel düzenine uymaya
ve cizye ödemeyi kabul etmektedir.(44) Cizre gayri müslimlerden ihtiyar , çocuk ve kadın, hasta , rahip gibi kimselerin dışındaki şahıslardan alındığına bakılırsa bir an-
lamda harbe iştirak etmeme karşılığında tahsil edildiği söylenebilir.(45) Ancak devle- tin ihtiyaç duyduğu zamanlarda cizye almaktan vazgeçip onları askerlik görevini yapmaya çağırması meşru bir durumdur. Diğer bir konuda devşirilenlerin zorla
Müslüman yapılma işlemi değildir. Şöyle ki İslam’a göre zaten her insan İslam fıtratı üzere doğar onların dini İslam kendileri Müslüman dır. Bu bluğ çağına ka-
dar böyle devam eder . Ondan sonra din değiştirme faaliyeti ortaya çıkmaktadır.
Hanefi mezhebine göre bir erkeğin buluğ çağı da 18 yaşına kadar çıkarılmaktadır. (46)


(39) : Türk Ansiklopedisi , a.g.mad. , s.”gös.-yer”
(40) : Özcan “Devşirme” , s.”gös.-yer”; Halaçoğlu , 14-17. yüzyıllarda ..., s.49.
(41) : Türk Ansiklopedisi a.g.mad. , s.”gös.-yer”.
(42) : Türk Ansiklopedisi a.g.mad. s.”gös.-yer” ; Halaçoğlu , 14-17. yüzyıllarda..., s.49
(43) :Komisyon “Acemi Oğlanlar” , Türk Ansiklopedisi , İstanbul , 1989, s.96
(44) : Saydam, a.g.e , s.312 ; Özcan , “Devşirme” s.256 ; Bilal Eryılmaz , Osmanlı Devletinde Millet
Sistemi , İstanbul , 1992, s.69.
(45) : Özcan , “Devşirme” s.”gös.-yer”.
(46) :Saydam , s.”gös.-yer” .





Devşirilen çocukta bunu şöyle izah edebiliriz ; Henüz ailelerince hak dininden uzaklaştırılmaya çalışılan çocukların bundan korunması gayreti vardı. Tabi buradaki asıl amaç İslamlaştırma ve Türkleştirme değil askeri problemleri çözmektir.

Özetleyecek olursak İslam dini devşirme sistemine yani Hıristiyan çocukların devlet hizmetine alınmasına herhangi bir mani koymamış, bu işlemi meşru kılmıştır.
 
s.a
mondros, amasya genelgesi, erzurum kongresi, sivas kongresi, misak-ı milli, sevr, mudanya, lozan . bunların asıl metinleri skanner taramalı da olabilir. varsa muhteşem olur...
 
mondros

A. MONDROS ATEŞKES ANLAŞMASI
Kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı Devleti'ne genel bir bakış
Osman Bey tarafından 1299'da kurulan Osmanlı Devleti, 14. yüzyılın başından itibaren hızla gelişti. Bir yandan Anadolu'da Türk siyasal birliğini sağlarken diğer yandan Balkanlardaki sınırlarını genişletti. Ancak 16. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı Devleti içte ve dışta önemli sorunlarla karşılaştı. Devlet askerî, siyasal ve ekonomik yönden ortaya çıkan bu sorunlara kalıcı çözümler bulamadı.
Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu durumdan kurtulmaya çalıştığı sırada Avrupa'da ekonomik, siyasal ve bilimsel alanda gelişmeler yaşanıyordu. Yeni Çağda Avrupa devletleri sanayi ve ticarette ileri gittiler. Avrupa'daki bu gelişmeler Osmanlı Devleti'ni olumsuz yönde etkiledi. Devlet, Avrupa'daki bu gelişmeleri izlemekte yetersiz kaldı.
Fransız Devrimi'nden sonra özgürlük, adalet, eşitlik ve milliyetçilik düşünceleri bütün dünyada hızla yayıldı. Dünyanın diğer devletleriyle birlikte Osmanlı Devleti de bu düşüncelerden etkilendi. Osmanlı ülkesinde yaşayan çeşitli uluslar, bağımsız devletler oluşturmak için ayaklandılar. Bu ayaklanmalar, Osmanlı Devleti'nin topraklarının bir bölümünü kaybetmesine ve iyice zayıflamasına yol açtı.
Osmanlı Devleti'nde, 18. yüzyılda, ekonomik, askerî ve teknik alanda yenilikler yapıldı. Askerî alanda çağdaş eğitim veren okullar açıldı. Avrupa orduları örnek alınarak yeni askerî birlikler kuruldu. Devletin giderleri kısılarak gereksiz harcamaların önüne geçilmek istendi. Ancak bu yeniliklerden beklenen sonuçlar alınamadı.
19. yüzyılda ise Osmanlı Devleti'nde yönetim alanında yenilikler yapıldı. 1839'da ilân edilen Tanzimat Fermanı'yla kanun gücünün padişah gücünden üstün olduğu kabul edildi. 1876'da da meşrutiyet yönetimine geçildi. Meşrutiyetin ilânı sonucunda Meclis-i Mebusan toplandı ve "kanunuesasî" (anayasa) yürürlüğe girdi. Padişah II. Abdülhamit'in Meclis-i Mebusan'ı kapatmasıyla Meşrutiyet dönemi sona erdi. 1908'de meşrutiyet yeniden ilân edildi ve anayasa yeniden yürürlüğe konuldu. Ancak meşrutiyet yönetimi de ülkenin sorunlarına çözüm getiremedi.
Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan savaşları sonucunda önemli toprak kayıplarına uğradı. İttifak (Bağlaşma) Devletlerinin yanında girdiği I. Dünya Sa-vaşı'ndan da yenik ayrıldı. Savaştan sonra imzaladığı Mondros Ateşkes Anlaşma-sı'yla bağımsızlığı tehlikeye girdi.
Mondros Ateşkes Anlaşması
Osmanlı Devleti, yanında savaştığı Almanya'nın savaştan çekilmesi üzerine I. Dünya Savaşı'nı daha fazla sürdüremedi. Bu nedenle İtilâf Devletleri ile Mondros Ateşkes Anlaşması'nı imzaladı (30 Ekim 1918).
Limni adasının Mondros Limanı'nda yapılan bu anlaşmanın koşulları çok ağırdı. Anlaşmaya göre, Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki istihkâmlar İtilâf Devletleri tarafından işgal edilecekti. Boğazlar, bütün gemilere açılacaktı. Osmanlı ordusunun büyük bir bölümü terhis edilecek, silâhlarına el konulacaktı. Ayrıca İtilâf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durum ortaya çıkarsa istedikleri yeri işgal edebileceklerdi.
Mondros Ateşkes Anlaşması, Osmanlı Devleti'nin, İtilâf Devletlerine kayıtsız şartsız teslim olması anlamını taşıyordu. Bu anlaşma, ülkeyi savunmasız bırakmakta ve İtilâf Devletlerine istedikleri yeri işgal etme hakkı vermekteydi. Ayrıca Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığını da elinden alıyordu.
1. MONDROS ATEŞKES ANLAŞMASINDAN SONRA OSMANLI DEVLETİ'NİN DURUMU
Mondros Ateşkes Anlaşması'nın maddeleri, İtilâf Devletlerine güvenlikleri bakımından tehlikeli gördükleri yerleri işgal etme hakkı veriyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti'nin askerî gücünü elinden alıyordu. İşte İtilâf Devletleri anlaşmanın bu maddelerine dayanarak Türk ordusunu terhis edip silâhlarına el koydular. Liman ve tersaneleri işgal ederek ulaşım ve haberleşme araçlarını denetim altına almaya başladılar. Bu sırada gemilerini de İstanbul önlerine getirdiler (Resim 2.1).
Osmanlı Hükümeti, İtilâf Devletlerinin işgallerini önleyecek durumda değildi. Çünkü Osmanlı Devleti; siyasal, ekonomik ve sosyal yönden tam bir çöküntü içindeydi. Osmanlı padişahı ve hükümeti, İtilâf Devletlerinin çok güçlü olduğuna ve onlarla mücadele etmenin olanaksızlığına inanıyorlardı. Halkı da bu yönde etkileyerek işgalcilere karşı koymamaları konusunda uyanyorlardı. Bu durum İtilâf Devletlerini daha da cesaretlendiriyor ve işgallerin hızlanmasına yol açıyordu.
2. MONDROS ATEŞKES ANLAŞMASI'NDAN SONRA YURDUMUZUN DURUMU
Avrupa devletleri Osmanlı Devleti'nin 18. yüzyılın başından itibaren zayıflamaya başladığını görüyorlar ve Osmanlı Devleti'ni parçalayıp topraklarını ve ekonomik kaynaklarını ele geçirmek istiyorlardı. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'na Almanya ve Avusturya-Macaristan'ın yanında girince İtilâf Devletleri Osmanlı Devleti'ni parçalamak için çeşitli gizli anlaşmalar yaptılar. İngiltere, Fransa ve Rusya savaş sırasında yaptıkları bu gizli anlaşmalarla Osmanlı Devleti'nin topraklarını paylaştılar. İtalya'nın da kendi saflarında savaşa girmesini sağlamak için toprak vereceklerini garanti ettiler. Bu anlaşmalar sonucunda üzerinde anlaşılan konular şunlardı: Rusya Doğu Anadolu ile boğazları alacak, Irak ve Ürdün ise İngiltere'nin nüfuzu altına girecekti. İskenderun, Hatay, Mersin, Çukurova, Sivas ve Mardin'i içine alan bölge Fransızlara bırakılacaktı. İtalya ise İzmir'den Mersin'e kadar uzanan bölgeyi kuzeyde Konya da içinde olmak üzere ele geçirecekti.
Ancak bu anlaşmalar uygulanamadı. Bunun nedeni 1917 yılı sonlarında Rusya'da ortaya çıkan ve rejim değişikliğine yol açan devrimdi. Rusya'da çarlık rejimini deviren Bolşevikler, gizli anlaşmaları açıklayarak, bunları uygulamayacaklarını bütün dünyaya ilân ettiler. Bu durum karşısında Osmanlı Devleti'ni paylaşma plânlarında değişiklikler yapıldı. İtilâf Devletleri daha önce Rusya'ya verilmesi kararlaştırılmış olan Boğazları ortak yönetmeye, Doğu Anadolu'da ise bir Ermeni devleti kurmaya karar verdiler. Bu amaçlarına ulaşmak için de Mondros Ateşkes Anlaşması'na 7 ve 24. maddeleri koydular.
Anlaşmanın 7. maddesine göre; İtilâf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması hâlinde herhangi bir stratejik noktayı işgal edebileceklerdi. İtilâf Devletleri, bu maddeyi istedikleri biçimde yorumlayarak yurdumuzu işgal etmeye başladılar. 13 Kasım 1918'de bir donanma göndererek Osmanlı Devleti'nin başkenti İstanbul'u denetim altına aldılar. Bu sırada İngilizler; Musul, Maraş, Antep ve Urfa'yı işgal ettiler. Samsun ve Merzifon'a askerî birlikler gönderdiler. Daha sonra Urfa, Antep ve Maraş'ı Fransızlara bıraktılar. Fransızlar, Adana ve çevresini; İtalyanlar da Antalya ve Konya çevresini işgal ettiler. Yunanlılar ise İtilâf Devletlerinden güç alarak 15 Mayıs 1919'da İzmir'e asker çıkardılar. Daha sonra işgaİ^lanlarını genişlettiler (Harita 2.1).
Mondros Ateşkes Anlaşması'nm 24. maddesinde ise Erzurum, Van, Bitlis, Elazığ, Sivas ve Diyarbakır'dan oluşan altı doğu ilinde bir karışıklık çıkması durumunda İtilâf Devletlerinin bölgeyi işgal hakkının olduğu hükme bağlanıyordu. 7 ve 24. maddelerin amacı Osmanlı Devleti'nin topraklarını ele geçirmek ve Doğu Anadolu'da Ermeniler için bir devlet kurmaktı.
İtilâf Devletlerinin işgalleri yüzyıllardır Osmanlı Devleti'nin egemenliğinde yaşayan azınlıkları da cesaretlendirdi. Rumlar ve Ermeniler, zararlı dernekler kurdular. Rumlar, Batı Anadolu ve Trakya'nın, Yunanistan'ın eline geçmesi için çalışmaya başladılar.
İtilâf Devletleri'nin desteğini arkasına alan Ermeniler Doğu Anadolu'da bir devlet kurmak için çalışmalarını hızlandırmışlardı. Bağımsız bir Ermeni devleti kurmaya dönük çalışmalar 1870'lerde Ermeniler arasında yayılmaya başlamıştı. Bu amaçla kurulan cemiyetlerden en önemlileri Hınçak ve Taşnak cemiyetleriydi. 1870'lerden sonra kurulan bu cemiyetler Avrupa'da ve Osmanlı topraklarında çalışmalarını yürütüyorlardı. Bunların dışında Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan Ermeni cemiyetleri de vardı. Ermeni İntikam Alayı adlı cemiyet, Fransızların desteğiyle Adana çevresinde çalışıyordu. Bu cemiyet şiddete başvurarak Türkler arasında korku yaratmak istiyordu. Ermeni Patriği Zaven Efendi tarafından yönetilen bir başka dernek ise özellikle uluslar arası ortamda Ermeni davasını duyurmak için etkinliklerde bulunuyordu. Bağımsız bir Ermeni devleti kurmak isteyen bu cemiyetler, bir taraftan Türklere saldırılar düzenlerken diğer taraftan da Avrupa devletlerini kendi yanlanna çekmek için propaganda yapıyorlardı. Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonra başlayan işgaller karşısında Osmanlı Devleti herhangi bir önlem almıyordu. Padişah ve onun hükümeti işgallere ses çıkarmıyordu. İşgalci devletlere karşı yurdun çeşitli yerlerinde gösterilen tepkileri de bastırmaya çalışıyordu. Çünkü Osmanlı Devleti, İtilâf Devletlerinin çok güçlü olduğuna inanıyor ve onların yenilemeyeceğini düşünüyordu.
Yurdunun işgal edilmesi karşısında, Türk ulusu sessiz kalamazdı. Birçok yerde ulusal cemiyetler (dernekler) kuruldu ve işgale karşı direnişler başlatıldı. Halkın katılımıyla silâhlı direniş birlikleri oluşturuldu. Kuva-yi Milliye (Millî Kuvvetler) adı verilen bu birlikler, düşmana karşı koymak için kahramanca mücadele ettiler. Ancak düzenli bir ordu niteliği taşımayan Kuva-yi Milliye birliklerinin düşmanı yurdumuzdan atma gücü yoktu. Öncelikle bunların güçlerinin birleştirilmesi gerekiyordu. Bunun için de yurdumuzun durumunu yakından izleyen ve sorunların çözüm yollarıni/bilen bir büyük öndere gereksinim vardı. O büyük önder ise daha önce birçok cephede dehasını kanıtlamış olan Mustafa Kemal idi.
B. KURTULUŞ SAVAŞI
1. MUSTAFA KEMAL'İN SAMSUN'A ÇIKIŞI
Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandığı sırada Mustafa Kemal, Suriye Cep-hesi'ndeydi. Anlaşma gereğince ordusu dağıtıldı. Osmanlı Hükümetinin çağırması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a geldi. Mustafa Kemal İstanbul'a geldiğinde, düşman donanması da İstanbul Boğazı'na gelmişti. Bu durum karşısında cesaretini yitirmeyen Mustafa Kemal, "Geldikleri gibi giderler." dedi. Çünkü o, Türk ulusuna güveniyor, başka bir ulusun egemenliği altında yaşamayı kabul etmeyeceğini biliyordu.
Mustafa Kemal, İstanbul'da kaldığı süre içinde yurdun kurtanlmasıyla ilgili çalışmalar yaptı. Arkadaşlarıyla yurdumuzun içine düştüğü durumu değerlendirdi. Vatanın kurtuluşunun, işgal altındaki İstanbul'dan gerçekleştirilemeyeceğini anladı. Kurtuluş mücadelesinin, Anadolu'dan başlaması gerektiği kararma vardı.
Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra Samsun ve çevresinde karışıklıklar çıkmıştı. Burada bulunan Rumlar, Türklere saldırarak katliamlara başlamışlardı. Türklerin, Rumlara karşı gösterdikleri direniş ise İngilizleri rahatsız ediyordu. İngilizler, Osmanlı Hükümetinden bölgedeki karışıklıkların durdurulmasını istediler. Bu karışıklıkların sürmesi durumunda bölgeyi işgal edeceklerini bildirdiler. Osmanlı Hükümeti, bölgede güvenliğin sağlanması için 9. Ordu Müfettişi olarak Mustafa Kemal'i görevlendirdi. Mustafa Kemal, bu görevi büyük bir istekle kabul etti. Çünkü düşüncelerini gerçekleştirebileceği bir olanak doğmuştu. Amacı. Anadolu'ya geçerek Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak, ulusal egemenliğe dayanan yeni bir devlet kurmaktı.
Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919 günü Samsun'a çıktı (Resim 2.2). Samsun'da kaldığı sürece, yurdun genel durumunu değerlendirdi. Toplantılar düzenleyerek halka yurdun kurtuluşunun, ulusun birlik ve beraberliği ile sağlanacağını anlattı.
2. MİLLÎ BİLİNCİN GÜÇLENDİRİLMESİ
a. Genelgeler Amasya Genelgesi
Mustafa Kemal, Samsun'dan sonra Amasya'ya geldi. Onun amacı, ulusal birlik ve bütünlüğü sağlayarak yurdumuzu düşmanlardan kurtarmaktı. Bunun için de ulusu temsil eden bir kurulun oluşması gerekliydi. Bu nedenle Amasya'dan ordu komutanlarına ve valilere bir genelge gönderdi (22 Haziran 1919). Mustafa Kemal, Amasya Genelgesi ile Türk ulusunu işgalcilere karşı mücadeleye çağırıyordu (Resim 2.3). Genelgede yer alan başlıca maddeler şunlardır:
• Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir.
• İstanbul'daki hükümet, üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir.
• Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve karan kurtaracaktır.
• Milletin haklarını savunacak millî bir kurul gereklidir.
• Sivas'ta millî bir kongre toplanacaktır.
• Bu kongreye halkın güvenini kazanmış kişilerin seçilip temsilci olarak gönderilmesi gereklidir.
Amasya Genelgesi ile Mustafa Kemal, egemenliğin ulusa ait olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Türk ulusunun içinde bulunduğu durumdan kendi gücü ile kurtulabileceğini vurgulamıştır. Amasya Genelgesi'nin Türk tarihinde önemli bir yeri vardır. Çünkü bu belge ile Türk ulusunun tarihte ilk kez devlet yönetiminde söz sahibi olması istenmiştir.
b. Kongreler Erzurum Kongresi
İtilâf Devletleri, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti'ni parçalayarak Doğu Anadolu'da bir Ermeni devleti kurmayı planlamışlardı. Bunu öğrenen Doğu Anadolu halkı ise işgallere karşı koymak ve haklarını korumak için Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (Doğu Anadolu'nun Haklarını Savunma Derneği)ni kurmuştu. Cemiyet, bölgeye ilişkin plânlar konusunda halkı aydınlatmaya çalışıyordu. Ayrıca bölgenin nüfus yapısının Türklerin ezici çoğunluğuna dayandığını göstermek için araştırmalar yapıyor ve çıkardığı gazetelerle sonuçları dünya kamuoyuna duyuruyordu." Dtt cemiyet, Doğu Anadolu'daki bazı yerlerin Ermeniler tarafından işgal edilmesi üzerine Erzurum'da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşanın da çabalarıyla bir kongre toplamaya karar verdi.
Mustafa Kemal ve arkadaşları Erzurum'a gelerek kongrenin hazırlık çalışmalarına katıldılar. Mustafa Kemal'in bu çalışmaları İtilâf Devletlerini ve Osmanlı Hükümetini rahatsız ediyordu. Osmanlı Hükümeti, İtilâf Devletlerinin de baskısıyla çalışmalarını engellemek için Mustafa Kemal'e ordu müfettişliği görevinden alındığını bildirdi. Bu durum karşısında Mustafa Kemal, ordu müfettişliğinden ve çok sevdiği askerlik görevinden ayrıldı. O, bu karan verirken ulusunun sevgisine ve kahramanlığına güveniyordu. Erzurum Kongresi, doğu illerinden gelen temsilcilerin katılımıyla 23 Temmuz 1919'da toplandı. Kongre başkanlığına Mustafa Kemal seçildi. Mustafa Kemal kongreyi açış konuşmasında, yetkisini Türk ulusundan alan yeni bir hükümetin kurulması gerektiğini belirtti.
Erzurum Kongresi'nde şu kararlar alındı:
• Millî sınırlar içinde kalan vatan bir bütündür, asla bölünemez.
• Vatanın ve bağımsızlığın korunmasında Osmanlı Hükümetinin gücü yetmezse geçici bir hükümet kurulacaktır.
• Her türlü yabancı işgale, millet birlikte karşı koyacaktır.
• Yabancı devletlerin mandası ve himayesi kesinlikle kabul edilmeyecektir.
• Millî Meclis hemen toplanmalı ve hükümet işlerini denetlemelidir.
Kongrede alınan kararlar, Doğu Anadolu'nun yurdumuzun bütününden ayrılamayacağını gösteriyordu. İtilâf Devletlerinin girişeceği bir işgal ya da müdahale, Ermeni devleti kurmak için yapılmış bir hareket olarak değerlendiriliyordu. Bölge halkının haklarına böyle bir saldın yapıldığı zaman silâhlı direnişle karşılaşılacağı da vurgulanıyordu.
Erzurum Kongresi'nde yurdun ve ulusun bütününü ilgilendiren kararlar alındı. Bu nedenle Erzurum Kongresi; katılan delegeler bakımından bölgesel bir kongre olmasına karşın, aldığı kararlar bakımından ulusal bir kongredir. Kongre sonunda başkanlığına Mustafa Kemal'in getirildiği dokuz kişilik bir Temsil Heyeti seçildi. Temsil Heyeti'nin görevi kongrede alınan kararları ulus adına uygulamak olacaktı.
Sivas Kongresi
Sivas Kongresi, Amasya Genelgesi'nde yapılan çağrı üzerine 4 Eylül 1919'da toplandı. Kongreye yurdun her köşesinden seçilerek gelen temsilciler katıldı. Kongre başkanlığına Mustafa Kemal seçildi. Sivas Kongresi'nin amacı, yurdumuzun bağımsızlığa kavuşması için izlenecek yolları belirlemekti. Bu amaçla kongrede, delegelerden gelen farklı öneriler tartışıldı. Bazı delegeler bir başka devletin mandasını (koruyuculuğunu) kabul etmenin uygun olacağını ileri sürdüler. Ancak Mustafa Kemal ve diğer delegeler, bu öneriyi büyük bir tepkiyle karşıladılar. Çünkü başka bir devletin mandası altına girmek tarih boyunca özgür yaşamış olan Türk ulusunun karakterine aykırıydı. Manda önerisi benimsenmedi. Sivas Kongresi'nde hem yurdun her köşesinden gelen temsilciler bulunmuş hem de tüm ulusu ilgilendiren kararlar alınmıştır. Bu yönleriyle kongre ulusal bir niteliğe sahiptir.
Sivas Kongresi sonunda;
• Erzurum Kongresi'nde alınan kararlar olduğu gibi kabul edildi.
• Bütün millî cemiyetlerin birleştirilerek Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (Anadolu ve Rumeli'nin Haklarım Koruma Cemiyeti) adı altında toplanmasına karar verildi.
Kongrede alınan kararları uygulayacak ve bütün ulus adına karar alacak yeni bir Temsil Heyeti seçildi. Bu heyetin başkanlığına Mustafa Kemal getirildi (Resim 2.5).
Osmanlı Hükümeti Sivas Kongresi'nin toplanmasını engellemek istemişti. Ancak aldığı çeşitli önlemlere karşın kongrenin toplanmasını engelleyemedi. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti, Sivas Kongresi'nin ardından, Mustafa Kemal'le görüşmek istediğini bildirdi. Mustafa Kemal, Osmanlı Hükümetinin Temsilcisi Salih Paşa ile Amasya'da görüştü. Bu görüşmelere Amasya Görüşmeleri adı verilir. Yapılan görüşmede Salih Paşa, Türk yurdunun bütünlüğünün ve bağımsızlığının korunması için çaba göstereceğine söz verdi. Amasya Görüşmeleri ile Osmanlı Hükümeti, Temsil Heyeti'nin hukuksal varlığını kabul etmiş oluyordu. Ancak Osmanlı Hükümeti, görüşmede alınan kararlara uymadı.
Mustafa Kemal, 27 Aralık 1919’da Temsil Heyeti üyeleriyle birlikte Ankara’ya geldi. Bundan sonraki çalışmalarına Ankara’da devam etti. Böylece Ankara, Kurtuluş Savaşı’nın merkezi oldu.
C. Misakı milli (Ulusal Ant) ve önemi
Osmanlı Mebusan Meclisi, Mondoros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra padişah tarafından kapatılmıştı. Bu durum Osmanlı Hükümetinin ve padişahın yaptığı işlerin denetlenememesine neden oluyordu. Sivas Kongresi'nden sonra oluşturulan Temsil Heyeti, padişahtan Mebusan Meclisinin yeniden toplanmasını istedi. Osmanlı Hükümeti bu isteği kabul etmek zorunda kaldı. Mustafa Kemal, Meclisin İstanbul dışında daha güvenli bir yerde toplanmasını istiyordu. İstanbul'un İtilâf Devletlerinin denetiminde olması, Meclisin çalışmalarını engelleyebilirdi. Ancak Osmanlı Hükümeti, Mustafa Kemal'in bu isteğini kabul etmedi. Meclisin İstanbul'da toplanmasına karar verdi. Seçilen milletvekilleri (mebusların)nın bir bölümü, İstanbul'a gitmeden Ankara'ya uğrayarak Mustafa Kemal'le görüştü. Mustafa Kemal, onlara düşüncelerini açıkladı ve Mecliste yapmalan gereken işler hakkında bilgi verdi.
Osmanlı Mebusan Meclisi, 12 Ocak 1920'de toplandı. Mustafa Kemal'e bağlı olan milletvekilleri Mebusan Meclisinde bir grup kurdular. Bu grubu oluşturan milletvekilleri Mustafa Kemal'in verdiği program doğrultusunda bir bildiri hazırladılar. Meclis, Misakımillî (Ulusal Ant) adı verilen bu bildiriyi kabul etti (28 Ocak 1920). Misakımillî ile bağımsız Türk yurdunun sınırlan çizildi, Kurtuluş Savaşı'nın amaçlan belirlendi.
İtilâf Devletleri alınan bu kararlara sert tepki gösterdiler. 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal ettiler. Osmanlı Mebusan Meclisine baskın düzenleyerek bazı milletvekillerini tutukladılar, bazılannı da Malta adasına sürgün ettiler. Mustafa Kemal, yabancı devlet temsilcilerine, İstanbul'un işgalini protesto ettiğini bildirdi.
ç. Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışı
Osmanlı Mebusan Meclisi, İtilâf Devletleri tarafından dağıtılınca Mustafa Kemal, Ankara'da yeni bir meclisin açılmasına karar verdi. İllere bir genelge göndererek milletvekili seçimi yapılmasını istedi. Yeni seçilen milletvekilleri ve İstanbul'dan kaçabilen Mebusan Meclisi üyeleri, Ankara'da toplandılar. 23 Nisan 1920'de coşkulu bir törenle Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı (Resim 2.6). Ertesi günkü Meclis toplantısında Mustafa Kemal, TBMM başkanlığına seçildi. Mustafa Kemal, bir konuşma yaparak ülkenin içinde bulunduğu durumu anlattı. Meclise, yapılması gereken çalışmalan da belirten bir önerge sundu. Bu önergede şunlara yer verilmişti:
• Hükümet kurmak zorunludur.
• TBMM'nin üstünde bir güç yoktur.
• TBMM, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır. için propaganda yapmaya başladı. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, TBMM'ye karşı ayaklanmalar çıkardı. Bu ayaklanmalar, İtilâf Devletleri tarafından da desteklendi. Ancak Türk ulusunun büyük çoğunluğu bu ayaklanmalara katılmadı.
TBMM'ye karşı Ermeniler de bazı ayaklanmalar çıkarmışlardı. Güney Kafkasya'da kurulmuş olan Ermeni Cumhuriyeti, doğu sınırımızdan girerek Kars ve çevresini işgal etmişti. Ayrıca bölgede yaşayan Ermeniler de İtilâf Devletlerinin desteğiyle Türklere ve Müslümanlara çeşitli saldırılar düzenliyorlardı. Fransızlarla birlikte Adana ve çevresinde faaliyet gösteren Ermeni İntikam Alayı adlı cemiyet ise bu bölgede yaşayan Ermenilerin de desteğini kazanarak ayaklanma çıkarmıştı. Bütün bu Ermeni ayaklanmalarının amacı karışıklıklar çıkararak bölgeye İtilâf Devletlerinin müdahalesini sağlamak ve bu destekle bir Ermeni devleti kurmaktı. Bu devlet daha sonra Kafkasya'daki Ermeni Cumhuriyeti ile birleştirilecek ve Büyük Ermenistan idealine böylece ulaşılmış olacaktı. Ancak TBMM'ye bağlı birliklerle Türk halkı bu saldırıları püskürtüp ayaklanmaları bastırmıştır.
TBMM Hükümeti bir yandan düşmanla mücadele ederken, bir yandan da bu ayaklanmalarla uğraşmak zorunda kaldı. Bu durum Yunanlıların Anadolu'daki işgallerini de hızlandırdı. Ancak TBMM Hükümeti, aldığı önlemlerle ayaklanmaları bastırdı. Ayaklanmaların bastırılması, halkın TBMM Hükümetine olan güvenini artırdı.
İtilâf Devletleri, Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra yaptıkları işgalleri onaylatmak ve Osmanlı topraklarını paylaşmak istiyorlardı. Bu amaçla hazırladıkları bir barış antlaşması metnini Osmanlı Devleti'ne kabul ettirmek için Fransa'nın Paris şehrinin Sevres (Sevr) kasabasında toplandılar. Osmanlı Hükümeti, Sevr Antlaşmasını 10 Ağustos 1920'de imzaladı.
Sevr Antlaşması'na göre Türk yurdu parçalanıyor, Doğu Anadolu'da bir Ermeni devleti kurulacağı maddesi yer alıyordu (Harita 2.2). Türk ulusuna ise küçük bir toprak parçası bırakılıyordu.
Sevr Antlaşması'nın imzalanmasından sonra bağımsız bir devlet kurma amacına yaklaştıklarını düşünen Ermeniler saldırılarını yoğunlaştırdılar. Ermenistan Cumhuriyeti, Doğu Anadolu'da işgal eniği bölgeyi genişletmek için yeni bir girişim başlattı. Ancak TBMM Hükümetine bağlı askerî birlikler ile halkımız, bu saldırıları da durdurdu.
TBMM, Sevr Antlaşması'na büyük tepki gösterdi. Bu antlaşmayı imzalayanların ve onaylayanların vatan haini sayılacağını kararlaştırdı.
Gümrü Antlaşması (2 Aralık 1920) ile Kars, Ardahan ve çevresi TBMM Hükümetine bırakıldı. Böylece 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşması'nın Doğu Anadolu'nun Ermenilere verileceğine ilişkin maddesinin geçersiz olduğu Ermenistan Cumhuriyeti tarafından kabul edilmiş oldu. Ermenistan Cumhuriyeti, Doğu Anadolu'nun TBMM Hükümetinin egemenliğinde olduğu gerçeğini tanıdı. Gümrü Antlaşması, yeni Türk Devleti'nin imzalamış olduğu ilk antlaşma olması bakımından da önemlidir.
2. GÜNEY CEPHESİ
Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra İngilizler Antep, Maraş ve Urfa'yı işgal ettiler. Bir süre sonra bu şehirleri Fransızlara bıraktılar. Fransızlar, yanlarına aldıkları Ermenilerle birlikte Türklere saldırmaya başladılar. Bölgede yaşayan halk, bu saldırılara karşı Kuva-yi Milliye birlikleri oluşturdu. Bu birlikler, düşmanla kahramanca savaştı. Yapılan çarpışmalar sonunda 12 Şubat 1920'de Maraş, 11 Nisan 1920'de Urfa düşmandan kurtarıldı. Bunun üzerine Fransızlar ve onlarla iş birliği içinde bulunan Ermeniler, Antep üzerine saldırıya geçtiler. Antepliler, on ay süre ile Fransızlara karşı direndiler. Fransızlar, Antep'e ancak 9 Şubat 1921'de girebildiler. Bu direnişinden dolayı Antep'e TBMM kararıyla Gazi unvanı verildi. Güney Cephesi'ndeki Fransız-Ermeni işbirliğinde her iki tarafın da kendi amaçları vardı. Fransızların amacı, çıkarılacak ayaklanma ve doğrudan saldırılarla Adana ve çevresindeki illerden oluşan bölgede Türk egemenliğinin sona erdirilmesi ve buranın Fransa'nın koruması altına alınmasının sağlanmasıydı. Ermenilerin Fransızlarla işbirliği yapmaktaki amaçlan ise Büyük Ermenistan hayaline kavuşmak için öncelikle Adana, İskenderun ve Hatay çevresinde bir devlet kurmak ve sonra da bu devleti Doğu Anadolu'yu da içine alacak şekilde genişleterek Kaf-kasya'daki Ermenistan Cumhuriyeti ile birleştirmekti.
Fransızlar, silâh üstünlüklerine karşın Güney Cephesi'nde umduklarını bulamadılar. Adana ve çevresinde yapılan çarpışmalarda büyük kayıplar verdiler. Batı Cephesi'nde Yunanlılara karşı elde edilen başarılar da Fransızlar üzerinde etkili oldu. Bu sırada Türk ordusu, Yunanlılarla yaptığı Sakarya Meydan Savaşı'nda büyük bir zafer kazanmıştı. Sakarya Zaferi üzerine, Fransızlarla TBMM Hükümeti arasında Ankara Antlaşması imzalandı (20 Ekim 1921). Fransızlar, güney bölgemizden çekildi. Hatay dışında, Suriye ile olan sınırımız çizildi. Hatay'da yaşayan Türklere geniş haklar tanındı. Daha sonraki yıllarda TBMM, Güney Cephesi'ndeki çarpışmalarda gösterdikleri kahramanlıktan dolayı Maraş'a Kahraman, Urfa'ya da Şanlı unvanlarını verdi.
Güney Cephesi'nde İtalyanlarla ciddî bir çarpışma olmadı. Türk ulusunun bağımsız yaşama azmini ve TBMM Hükümetinin başarılarını gören İtalya, işgal ettiği topraklan terk etti.
3. BATI CEPHESİ
Kurtuluş Savaşı'nın en çetin ve kanlı çarpışmaları bu cephede yaşandı. Batı Cephesi'ndeki savaşlar, Yunanlıların İzmir'i işgal etmesiyle başladı (15 Mayıs 1919).
Yunan işgaline karşı kahramanca savaşan Kuva-yi Milliye birlikleri, düşmanın ilerleyişini durdurmayı başaramadılar. İngilizler başta olmak üzere, İtilâf Devletlerinin de desteklediği Yunanlılar, işgal alanlarını sürekli genişlettiler. Batı Cephesi'ndeki asıl büyük savaşlar düzenli ordunun kurulması ile başladı (Resim 2.8). Batı Cephesi komutanlığına, Albay İsmet Bey (İsmet İnönü) getirildi.
Birinci İnönü Savaşı ve Sonuçları
İtilâf Devletleri, Sevr Antlaşması'm Türk ulusuna zorla kabul ettirmek istiyorlardı. Yunanlıları destekleyerek Anadolu'nun içlerine doğru ilerlemelerine yardımcı oluyorlardı. O sırada Türk ordusu, Çerkez Ethem ayaklanmasını bastırmak için uğraşıyordu. Bunu fırsat bilen Yunanlılar, saldırıya geçerek Ankara'ya doğru ilerlemeye başladılar. Manisa, Balıkesir ve Bursa'yı işgal ettiler. Albay İsmet Bey komutasındaki Türk ordusu, İnönü bölgesinde düşmanı yenilgiye uğratarak durdurdu (10 Ocak 1921). Yunanlılar bu yenilgi üzerine Bursa'ya çekilmek zorunda kaldılar.
Birinci İnönü Savaşı ile Türk ordusu, Batı Cephesindeki ilk askerî başarısını kazanmış oldu.
Bu zaferle Türk ulusunun kendine güveni arttı. TBMM Hükümeti büyük güç kazandı.
Londra Konferansı
Birinci İnönü Savaşı'nın Türkler tarafından kazanılması, İtilâf Devletlerinin Yunanlılara olan güvenini sarstı. İtilâf Devletleri, Londra'da bir konferans düzenlediler.
Londra Konferansı'nın amacı, Sevr Antlaşması'nın biraz değiştirilmiş şeklini Türk ulusuna kabul ettirmekti. Konferansa önce Osmanlı Hükümeti çağrıldı. TBMM, Osmanlı Hükümetinin Türk ulusunu temsil edemeyeceği gerekçesiyle buna tepki gösterdi. Bunun üzerine İtilâf Devletleri, TBMM Hükümetini de konferansa davet etmek zorunda kaldılar. Amaçlan, Türk tarafını ikiye bölerek isteklerini kabul ettirmekti. TBMM Hükümeti, Türk ulusunun haklarını bütün dünyaya oluyorlardı. duyurmak amacıyla konferansa katıldı. Londra Konferansı'nda, Osmanlı Hükümeti temsilcisi, "Türk ulusunun gerçek temsilcisi, TBMM'nin temsilcisidir." diyerek sözü TBMM temsilcisine bıraktı. TBMM temsilcisi, İtilâf Devletlerinin isteklerini kabul etmedi. Misakımillî ile belirlenen sınırlan savunarak yurdumuzdan tamamen çıkmalarını istedi. Londra Konferansı, anlaşmaya varılamadan sona erdi (12 Mart 1921). Bu konferansla İtilâf Devletleri, TBMM Hükümetinin varlığını kabul etmiş oldular.
İSTİKLAL MARŞI'NIN KABULÜ
Yeni Türk devletinin henüz millî bir marşı yoktu. Milletimizin bağımsız yaşama kararlılığını, ortak duygu ve düşüncesini dile getiren bir marşa ihtiyaç vardı. Bu amaçla Millî Eğitim Bakanlığı bir yarışma açtı.
Millî marşın sözlerini yazacak, bestesini yapacak olanlara beş yüz lira ödül verileceği ilân edildi. Ancak yarışmaya katılan çok sayıda şiirin hiçbirisi yeterli bulunmadı. Mehmet Akif Ersoy, para ödülü olduğu için yarışmaya katılmamıştı. Bunun üzerine Millî Eğitim Bakanlığı, Mehmet Akif Ersoy'dan millî marşımız olacak bir şiir yazmasını istedi. Mehmet AkifErsoy, kendisine verilen bu onurlu görevi millî bir borç bilip en güzel şiirini yazdı. Bu, Türk milletinin sonsuza dek yaşatacağı millî ülküyü, kuşakların ruhlarına dolduracak olan bir anıt şiirdi. TBMM'de okunduğunda coşku, anlatılamayacak düzeydeydi. Görüşmeler alkışlarla sık sık kesilerek yapıldı. Sonuçta şiir ayakta dinlenmek suretiyle ve coşkun tezahüratlarla millî marş olarak kabul edildi (12 Mart 1921). İstiklâl Marşı'mız, Zeki Üngör tarafından bestelendi.
Mehmet Akif Ersoy, bu anıtsal şiirinde Kurtuluş Savaşı'mızın kazanılacağına olan inancını coşkuyla ifade etti. Ayrıca Türk milletinin; vatan, bayrak ve bağımsızlık sevgisini büyük bir coşkuyla dile getirdi.
TBMM'de Mehmet Akif'in şiiri okunduğunda, o günleri yaşayanlardan biri meclisin görünümünü şöyle anlatmaktadır: "Mebusların alkışlarından meclisin tavanları sarsılıyordu. Bütün meclis tek bir kalp hâlinde dalgalanıyordu. M_ehmet Akif ise heyecanından başını kolları arasına sokmuş, sıranın üstüne kapanmıştı."
Daha sonraki yıllarda Mehmet Akif Ersoy, hasta yatağında İstiklâl Marşı'mız için şunları söylemiştir: "Binbir facia karşısında bunalan ruhların ıstırapları içinde kurtuluş dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin hatır asıdır. O şiir bir daha yazılamaz, ben de yazamam. O şiir artık benim değildir, milletin malıdır. Benim millete en değerli armağanım budur."
Moskova Antlaşması
Birinci İnönü Zaferi, TBMM Hükümetinin gücünü dünyaya gösterdi. Sovyetler Birliği, TBMM Hükümeti ile iyi ilişkiler kurmak istiyordu. Çünkü İtilâf Devletlerinin Anadolu'yu işgal etmesi, Sovyetler Birliği'nin güney sınırlarını tehlikeye atabilirdi.
Yapılan görüşmeler sonunda TBMM Hükümeti ile Sovyetler Birliği arasında Moskova Antlaşması imzalandı (16 Mart 1921). Bu antlaşma ile Sovyetler Birliği, TBMM Hükümetini tanıdı. İki devletin birbirine yardım etmesi kararlaştırıldı. Sovyetler Birliği ile sınırımız çizildi.
Moskova Antlaşması, daha önce Ermenilerle imzalanan Gümrü Antlaşma-sı'nın belirlediği sınırlan temel alıyordu. Bu, TBMM Hükümeti için çok önemliydi. Çünkü Gümrü Antlaşması'nın imzalanmasından sonra ortaya çıkan gelişmeler sonucunda Ermenistan Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği'nin cumhuriyetlerinden biri olmuştu. Bunun anlamı da TBMM'nin sınırlar konusunda artık Ermenistan Cumhuriyeti ile değil Sovyetler Birliği ile görüşmeler yapacağıydı. Moskova Antlaş-ması'yla Sovyetler Birliği de Doğu Anadolu'ya ilişkin olarak ileri sürülen Ermeni iddialan ile İtilâf Devletlerinin plânlannı geçersiz olarak gördüğünü tüm dünyaya duyurmuş oluyordu.
İkinci İnönü Savaşı ve Sonuçları
İtilâf Devletleri, Londra Konferansı'ndan istedikleri sonucu alamadılar. Bunun üzerine isteklerini Türk ulusuna zorla kabul ettirmeye çalıştılar. Anadolu'nun içlerine doğru ilerlemesi için Yunan ordusunu desteklediler. Yunanlılann amacı Eskişehir ve Kütahya'yı alıp Ankara'ya doğru yürümekti. Yunan ordusu, İsmet Paşa komutasındaki Türk ordusu tarafından İnönü'de ikinci kez ağır bir yenilgiye uğratıldı (31 Mart-1 Nisan 1921).
Bu zafer, TBMM'nin gücünü ve saygınlığını artırdı. Mustafa Kemal, İsmet Paşayı tebrik eden telgrafında, "Siz orada sadece düşmanı değil, ulusun ters giden talihini de yendiniz." diyerek zaferin önemini vurguladı.
c. Sakarya Meydan Savaşı ve Sonuçları
Yunanlılar, İkinci İnönü Savaşı'nı kaybettikten sonra, İngilizlerin de yardımıyla yeniden saldırıya geçtiler. Kütahya, Eskişehir ve Afyon'u ele geçirdiler. Türk ordusu, daha fazla kayıp vermemek için Sakarya ırmağının doğusuna çekildi.
Bu durum TBMM'de telâş ve heyecan yarattı. Milletvekillerinin çoğu, kararların hızla alınması ve uygulanması için savaşın bir kişi tarafından yönetilmesi gerektiğini savunuyordu. Yapılan tartışmalar sonucunda, TBMM Mustafa Kemal'i, geniş yetkilerle başkomutanlık görevine getirdi (5 Ağustos 1921).
Mustafa Kemal, başkomutan olduktan sonra öncelikle ordunun yiyecek, giyecek ve cephane gereksinimini karşılamaya çalıştı. Bunun için halkı yardıma ve göreve çağırdı. Türk ulusu, bütün gücüyle cepheye yiyecek, giyecek ve cephane taşıyarak orduya destek oldu (Resim 2.9).
Yunan kuvvetlerinin 23 Ağustos 1921'de Sakarya ırmağını geçip saldırı başlatmaları üzerine, Türk ordusu karşı saldırıya geçti.' Bu savaş, yurdun düşman işgalinden kurtarılması için büyük bir önem taşıyordu. Yunan ordusu, sayı ve silâh bakımından üstün durumdaydı. Ancak Mustafa Kemal, verdiği emirde yurdun her karış toprağının yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça bırakılamayacağını belirtti. (Resim 2.10). 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşı'nda Türk ordusu büyük kahramanlıklar gösterdi. Savaş, 13 Eylül 1921'de ordumuzun zaferiyle sona erdi.
Sakarya Meydan Savaşı'nın kazanılması yurtta büyük sevinç yarattı. TBMM, savaşta büyük başarı kazanmış olan Mustafa Kemal'e gazi unvanı ve mareşal rütbesi verdi (Resim 2.11). Sakarya Zaferi ile Yunanlıların Anadolu'yu alma ümitleri yok oldu. Bu zafer, Türk ulusunun gücünü bütün dünyaya gösterdiği gibi TBMM Hükümetinin içte ve dışta saygınlığının artmasını sağladı.
Zaferden sonra TBMM Hükümeti, Sovyetler Birliği ile Kars Antlaşmasi'nı (13 Ekim 1921), Fransızlarla da Ankara Antlaş-ması'nı (20 Ekim 1921) imzaladı. Kars Antlaşması, Moskova Antlaşması'nda belirsiz kalan sınırlara ilişkin bir antlaşmaydı. Bu noktalan kesinleştirmek için Sovyetler Birliği'ne bağlı cumhuriyetler olan Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan ile yapılan görüşmeler sonucunda imzalanmıştır. Bu antlaşmada da Ermenilerin Doğu Anadolu ile ilgili iddialarına ilişkin hiçbir nokta yoktur. Ayrıca doğru sınırımız kesinlik kazanarak bugünkü hâlini almıştır.
Ankara Antlaşması ile Fransızlar, işgal ettikleri Güney Anadolu illerimizden çekildiler. Hatay dışında bugünkü Suriye sınırımız çizildi. Fransa, TBMM Hükümetini resmen tanıdı. İki devlet arasındaki savaş durumu sona erdi.
Resim 2.11: Mareşal Gazi Mustafa Kemal
Büyük Taarruz ve Başkumandan Meydan Savaşı
Sakarya Meydan Savaşı'ndan yenilgiyle çıkan Yunanlılar, Afyon, Kütahya ve Eskişehir çizgisine çekildiler. Bu çizginin doğusunda İngilizlerin de yardımîyla bir savunma hattı kurdular. Türk ordusu ise tam bir gizlilik içinde taarruz hazırlıkları yapıyordu. Bunun için ülkenin bütün olanakları seferber edildi. Hazırlıkların tamamlanması üzerine, Başkumandan Mustafa Kemal, 26 Ağustos 1922 sabahı taarruz emrini verdi. 30 Ağustos günü yapılan savaşı, bizzat Mustafa Kemal yönetti. Türk ordusu^ Afyon-Dumlupınar'da düşmanı ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaş, Başkumandan Meydan Savaşı olarak tarihe geçti.
Amacı, düşmanı yurttan tamamen atmak olan Mustafa Kemal, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!" emrini verdi. Emri alan ordumuz, kaçan Yunan ordusunu izledi. Yunanlılar, geçtikleri yerlerde kasabaları ve köyleri ateşe verdiler. Türk ordusu, 9 Eylül 1922'de İzmir'e girdi (Resim 2.12). Kısa sürede Batı Anadolu'nun tamamı Yunan işgalinden kurtarıldı.
Ç. BARIŞ DÖNEMİ
1. MUDANYA ATEŞKES ANLAŞMASI
Anadolu'nun düşman işgalinden kurtarılmasından sonra, sıra İstanbul ve Doğu Trakya'yı kurtarmaya geldi. Türk ordusu, İstanbul ve Çanakkale'ye doğru ilerlemeye başladı. Boğazların denetimini elinde tutan İtilâf Devletleri, yeni bir savaşı göze alamadıklarından barış isteğinde bulundular. Mudanya'da yapılan görüşmelere İngiltere, Fransa ve İtalya devletlerinin temsilcileri katıldı. Konferansta, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini İsmet Paşa başkanlığında bir heyet temsil etti. Yunanistan bu konferansa katılmadı. Görüşmelerden sonra, 11 Ekim 1922'de Mudanya Ateşkes Anlaşması imzalandı (Resim 2.13).
Mudanya Ateşkes Anlaşması ile Doğu Trakya, İstanbul ve boğazlar silâhlı bir çatışmaya girilmeden kurtarıldı. Ayrıca bu anlaşma ile TBMM Hükümeti, uluslar arası alanda büyük bir basan kazanmış oldu.
2. LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
Mudanya Ateşkes Anlaşması'ndan sonra barış görüşmeleri başladı. İsviçre'nin Lausanne (Lozan) şehrinde yapılan görüşmelerde, TBMM Hükümetini İsmet Paşa başkanlığında bir heyet temsil etti (Resim 2.14). Konferansa Türkiye, İngiltere, Fransa, Japonya, Romanya, Yunanistan, İtalya ve Yugoslavya devletlerinin temsilcileri katıldı. Boğazlarla ilgili konular görüşülürken Sovyetler Birliği ve Bulgaristan temsilcileri de konferansa katıldılar. Lozan Konferansı'nda Türk temsilcilerinin tutumu Misakımillî çerçevesinde Türk devletinin bağımsızlığının tanınması ilkesine dayanıyordu. Bu nedenle TBMM Hükümeti ile konferanstaki Türk temsilcileri Ermenilere toprak verilmesi veya bir Ermeni devleti kurulması konusunun konferans gündemine bile alınmaması konusunda kararlıydılar. Aylarca süren görüşmeler sonunda, 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Buna göre;
• Doğu Trakya topraklan Türkiye'ye bırakılarak Meriç nehri Yunanistan ile aramızda sınır olarak kabul edildi.
• Yunanistan, savaş tazminatı olarak Karaağaç'ı Türkiye'ye vermeyi kabul etti. • Bozcaada ve Gökçeada (İmroz) Türkiye'de kaldı. Yunanlılarda kalan Ege denizindeki adaların, Türk sınırına yakın olanları askersiz duruma getirildi.
• Kapitülâsyonlar kaldırıldı.
• İstanbul ve Çanakkale boğazlarındaki geçişleri, başkanlığını Türkiye'nin yapacağı uluslar arası bir komisyonun düzenlemesi kararlaştırıldı. Ayrıca boğazların her iki yakasının askerden arındırılmasına karar verildi.
• Suriye sınırımız, daha önce Fransa ile yaptığımız Ankara Antlaşmasındaki biçimiyle kabul edildi.
Lozan Barış Antlaşması'na göre Türkiye'de yaşayan gayrimüslimler azınlık olarak kabul ediliyor ve bunlara hiçbir ayrıcalık verilmiyordu. Ermeniler de Türk vatandaşlarının sahip olduğu haklardan yararlanacaklardı. Yine bu antlaşmaya göre azınlıklar dinî inançlarında özgür kabul ediliyor ve kendi dillerinde öğretim yapabilecekleri hükme bağlanıyordu.
Lozan Barış Antlaşması'nda asılsız Ermeni soy kırım iddialan ile ilgili hiçbir düzenleme yoktur. Ermenilerin toprak istekleri ise tanınmıyor ve doğu sınırımız Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Sovyetler Birliği ile imzalanan antlaşmalardaki haliyle kabul ediliyordu. İtilâf Devletleri de Ermenilere Doğu Anadolu'da toprak verme ve devlet kurma plânlarından vazgeçtiklerini tüm dünyaya ilân ediyorlardı.
Lozan Barış Antlaşması ile Türk ulusu tam bağımsızlığına kavuştu. Yeni Türk devleti bütün devletlerce tanındı.
D. TÜRK İNKILÂBI VE ÖNEMİ
1. ÇAĞDAŞLAŞMA
Çağdaşlaşma; bilim, teknik ve sosyal alanlarda her türlü gelişmeyi yakından izlemektir.
Çağdaş uygarlıktan yoksun uluslar geri kalırlar. Kalkınmak isteyen her ulus çağdaş uygarlığı kılavuz edinmek zorundadır. Çünkü çağdaş uygarlık, binlerce yıllık bir gelişmenin sonucunda ve çok sayıda ulusun katkısıyla ortaya çıkmıştır. Bu nedenle insanlığın ortak malıdır. "Ülkeler çeşitlidir. Fakat uygarlık birdir ve bir ulusun ilerlemesi için de bu tek uygarlığa ortak olması gerekir." diyen Atatürk,A Türk ulusuna, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmayı hedef göstermiştir. Bu amaçla birçok devrim yapmıştır.
Atatürk'ün çağdaşlaşma anlayışında taklitçiliğe yer yoktur. Atatürk, yapmış olduğu devrimlerde öncelikle toplumun gereksinimlerini dikkate almış, akim ve bilimin kılavuzluğunda hareket etmiştir. Devrimleri gerçekleştirirken batı ülkelerinden pek çok çağdaş gelişmeyi örnek almıştır. Ancak bunları ulusumuzun gereksinimleri doğrultusunda gözden geçirmiş ve uygulamıştır. Türk ulusu, bu yenilik-' leri kısa sürede benimsemiştir.
2. SİYASAL ALANDA İNKILÂP Saltanatın kaldırılması
Osmanlı Devleti'nin yönetim biçimi mutlakıyetti. Bu yönetim biçiminde padişah, ülkenin kayıtsız şartsız tek egemeniydi. Ulus, yönetimde söz sahibi değildi. 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılışıyla egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olduğu ilkesi kabul edilmişti. Buna göre, padişahın hiçbir yetkisi kalmamıştı. Ancak Kurtuluş Savaşı sürerken saltanatın kaldırılması ulusal güçler arasında ayrılıklara neden olabilirdi. Bu nedenle saltanatın kaldırılması konusu savaş sonuna kadar ele alınmadı. İtilâf Devletleri, Lozan'daki barış görüşmelerine, TBMM temsilcilerinin yanı sıra Osmanlı Hükümeti temsilcilerini de çağırmışlardı. Osmanlı Hükümetinin, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasında hiçbir katkısı olmamıştı. Hatta Kurtuluş Sava-şı'nı engellemeye çalışmıştı. Bu nedenle konferansa katılmaya hakkı yoktu. Ancak İtilâf Devletleri bu tutumlarıyla, TBMM Hükümeti ile Osmanlı Hükümetinin temsilcileri arasında ikilik çıkartmayı ve böylece isteklerini kabul ettirmeyi düşünüyorlardı. Bu tehlikeyi önceden gören Mustafa Kemal ve TBMM, saltanatın kaldırılmasını çabukla.ştırdı. 1 Kasım 1922'de TBMM'nin oy birliğiyle aldığı bir kararla saltanat kaldırıldı. Osmanlı Devleti'nin son padişahı Vahdettin İngilizlere sığınarak ülkemizden kaçtı (17 Kasım 1922). TBMM, halifelik görevini Osmanlı soyundan Abdülmecit'e verdi.
Cumhuriyetin ilânı
TBMM'nin açılışı ile yeni bir Türk devleti kurulmuştu. Ancak bu devletin yönetim biçimi resmen belirlenmemişti. Mustafa Kemal, en iyi yönetim biçiminin cumhuriyet olduğuna inanıyordu. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı süresince "ulusal egemenlik" düşüncesini benimsetmeye çalışmıştı. Amasya Genelgesi ile Türk ulusuna, ulusal egemenliği ele alması çağrısını yaptı. Erzurum ve Sivas kongrelerinde "Ulusal gücü etken ve egemen kılmak temel ilkedir." ilkesinin kabul edilmesini sağladı. 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasıyla cumhuriyet yönetimini büyük ölçüde gerçekleştirmiş oldu. TBMM'nin açılmasıyla ulus egemenliğine dayalı bir yönetime geçilmişti. 1921'de kabul edilen anayasada da "Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur." deniliyordu. Egemenliğin ulusa ait olduğu ilkesini benimseyen yeni Türk devleti aslında bir cumhuriyetti. Ancak Mustafa Kemal, koşullar uygun olana kadar "cumhuriyet" adının kullanılmasını doğru bulmamıştı. Kurtuluş Savaşı'nın sürdüğü yıllarda, birlik ve beraberliğe çok gereksinim vardı. Saltanat yanlıları ve cumhuriyetin önemini kavrayamayanlar tarafından bazı karışıklıklar çıkarılabilirdi.
Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştı. 13 Ekim 1923'te de Ankara, yeni Türk devletinin başkenti olarak kabul edildi. Artık cumhuriyetin ilânı için uygun ortam hazırlanmıştı. 1923 yılının ekim ayında hükümetin istifa etmesi üzerine, bir hükümet bunalımı ortaya çıktı. Yeni hükümet kurulamadı. Bu bunalım, hükümet kurma sisteminin değişmesi ile aşılabilirdi. Çünkü var olan sisteme göre bakanlar, TBMM tarafından tek tek onaylanarak seçilmekte idi. Bu sistemin değiştirilmesi de ancak cumhuriyetin ilân edilmesi ile sağlanabilirdi Olayları dikkatle izleyen Mustafa Kemal, bu gelişmeleri çok iyi değerlendirdi. 28 Ekim 1923 gecesi, yakın arkadaşlarıyla bir görüşme yaptı. Bu görüşme sırasında Mustafa Kemal, arkadaşlarına, "Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz." dedi. Mustafa Kemal ve İsmet Paşa, anayasada değişiklik öngören yasa tasarısını hazırladılar. Hazırlanan tasan, 29 Ekim 1923 günü TBMM'de "Yaşasın Cumhuriyet!" sesleri ve alkışlarla kabul edildi. Devletimizin adı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti oldu. TBMM, aynı gün yaptığı seçimde Mustafa Kemal'i Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ilk cumhurbaşkanı seçti. Cumhuriyetin ilânı bütün yurtta coşkuyla kutlandı. 29 Ekim günü, en büyük bayram olarak kabul edildi.
Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal'in en büyük eseridir. Cumhuriyet ulus egemenliğini temel alır. Cumhuriyet yönetiminde ulus, egemenlik hakkını seçmiş olduğu temsilciler aracılığı ile kullanır. Bizim, başta gelen görevimiz, ulusumuza en uygun yönetim biçimi olan cumhuriyeti korumak ve yaşatmaktır.
Halifeliğin kaldırılması
Hz. Muhammed'in ölümünden sonra Müslümanların başına geçen kişilere halife adı verildi. Hz. Muhammed'den sonraki ilk dört halife önde gelen Müslümanların seçimiyle iş başına gelmişlerdi. Emevîler döneminde ise halifelik babadan oğula geçmeye başladı. Bundan sonra İslâm dünyası içinde yer alan bazı devletlerin hükümdarları da halifelik unvanını kullandılar. Bu sırada Osmanlı padişahları da, son dönemlerde dünya Müslümanları üzerinde etkili olmak, devletin dağılmasını önlemek amacıyla halifelik unvanını kullandılar.
Saltanatın kaldırılmasından sonra Vahdettin'in padişahlık unvanı ve yetkileri elinden alınmıştı. Yalnızca halifelik unvanını kullanmasına izin verilmişti. Vahdettin'in İngiltere'ye kaçması üzerine de TBMM, Osmanlı ailesinden Abdülmecit Efendiyi halife seçmişti. Ancak Abdülmecit Efendi, cumhuriyet yönetimine karşı bir tutum sergiliyordu. Bir padişah gibi davranıyor, han unvanını kullanıyor ve saltanatı yeniden kurmak için çalışıyordu. Bunun üzerine TBMM, cumhuriyet yönetimi için tehlike oluşturmaya başlayan halifeliğin kaldırılması zamanının geldiğine karar verdi. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir yasayla halifelik kaldırıldı. Halifeliğin kaldırılmasıyla devlet yapısının çağdaşlaşması ve lâikleşmesi yolunda önemli bir adım atıldı.
3. HUKUK ALANINDA İNKILÂP
Toplum yaşamında düzeni sağlamak, kişilerin birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerini düzenlemek amacıyla konulan kurallara hukuk kuralları denir. Hukuk kuralları; yasa, tüzük, yönetmelik gibi yazılı kurallardan oluşur. Hukukun egemen olduğu toplumlarda her şey kurallara uygun olarak yürür. Bu kurallar, toplumun gereksinimlerine ve çağın gereklerine göre hazırlanır. Ülkemizde yasalar TBMM tarafından çıkarılır. Bu yasalar, devletimizin temel esaslarının belirtildiği anayasaya uygun olmak zorundadır.
Hukuk kuralları, devletin dayandığı temel ilkelere uygun olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürkçü Düşünce Sistemi'ni temel ilke olarak kabul etmiştir. Onun için devlet ve toplum düzenimizi sağlayan yasalarımız Atatürkçü düşünce doğrultusunda hazırlanmaktadır. Böylece ulusumuz çağdaş yasalarla yönetilmekte ve uygar uluslar arasındaki yerini almaktadır.
Anayasanın (Teşkilât/esasiye Kanunu'nun) kabulü
Anayasa, bir devletin dayandığı ilkeleri belirleyen temel yasadır. Anayasada, devletin yönetim biçimi belirtilir. Yasama, yürütme, yargı organlarının görev ve yetkileri gösterilir. Yurttaşların temel hak ve ödevleri belirlenir. Anayasa bütün yasaların üstündedir.
TBMM'nin açılmasıyla, ulusal egemenliğe dayanan yeni bir devlet kurulmuştu. Bu nedenle bir anayasaya gereksinim vardı. Yeni Türk devletinin ilk anayasası 1921 yılında hazırlanarak TBMM tarafından kabul edildi. Kurtuluş Savaşı'nın sürdüğü sırada hazırlanan bu anayasanın temel ilkeleri, Mustafa Kemal tarafından belirlendi. 1921 Anayasası ile yasama ve yürütme yetkileri TBMM'de toplandı. Çünkü Kurtuluş Savaşı'nın sürdüğü o günlerde önemli kararların hızlı biçimde alınması ve uygulanması gerekiyordu.
1921 Anayasası (Teşkilâtıesasiye) "Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur." hükmü ile egemenlik hakkını ulusa veren ilk anayasadır. Bu anayasa Türk tarihinde ilk defa ulusu devlet yönetiminde söz sahibi yapmıştır.
29 Ekim 1923'te, anayasanın birinci maddesine "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir." hükmü eklendi. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, yeni koşullara uygun olarak 20 Nisan 1924'te yeni bir anayasa yürürlüğe girdi.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin gereksinimlerine uygun olarak zaman içerisinde yeni anayasalar hazırlandı. T}umar^V*^x>£R&<>£^'3sala!xdvt. Bu anayasaların hepsinde de egemenliğin ulusa ait ofcfuğu hükmü kOTVRÛD.
Türk Medenî Kanunu ve Türk Ceza Kanunu
Bir toplum kişilerin hakları, ailenin işleyişi, boşanma gibi konular medenî kanun ile düzenlenir. Kişiler arasındaki miras, borçlanma, ödünç verme, kiralama satın alma gibi konularla ilgili işlemler de medenî kanunun koyduğu kurallara göre yürütülür.
 
Cumhuriyetten önce, toplumun gereksinimlerine ve çağın gereklerine uygun bir medenî kanun yoktu. Cumhuriyet döneminde, Türk toplumunu çağdaşlaştırmak amacıyla medenî kanun hazırlıklarına başlandı. Bir komisyon kurularak Avrupa devletlerinin medenî kanunları incelendi. Yapılan incelemeler sonucunda, medenî kanunların en gelişmişinin ve toplumumuza en uygun olanının İsviçre Medenî Kanunu olduğu belirlendi. Avrupa'da en son hazırlanmış olan İsviçre Medenî Kanunu demokratik ilkelere de uygundu. Bu kanun Türk Medenî Kanunu adıyla TBMM tarafından kabul edilerek 4 Ekim 1926'da yürürlüğe girdi.
Türk Medenî Kanunu'yla evlenme, boşanma ve mirasta kadın erkek eşitliği sağlandı. Tek kadınla evlilik ve resmî nikâh esası getirildi. Evlenirken ve boşanırken eşlerin her ikisinin de düşüncesinin alınması kabul edildi. Kadına çalışma yaşamına katılma ve meslek edinme hakkı verildi (Resim 2.15).
Türk Medenî Kanunu'nun kabulünden sonra ticaret, ceza ve borçlarla ilgili kanunlar da çıkarıldı.
4. EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDA İNKILÂP a. Millî eğitim
İnsanlar, yaşartılan için gerekli olan bilgi ve becerileri eğitim yoluyla elde ederler. Kişinin ailede başlayan eğitimi okulda ve okul sonrası yaşamında da sürer.
Eğitim, bir ülkenin kalkınmasında çok önemlidir. Günümüzde bilim ve teknoloji hızla gelişmektedir. Bilim ve teknolojideki bu hızlı gelişme, eğitimle sağlanmaktadır. Çünkü eğitim, insanların yeteneklerini ortaya çıkarır ve geliştirir. İnsanların hoşgörülü ve barışçı olmalarını sağlar. Bu nedenle eğitim, her zaman dünya barışına katkıda bulunmuştur. Eğitime önem veren uluslar aynı zamanda daha çabuk kalkınmışlardır.
Toplumların geri kalmasının en önemli nedeni bilgisizliktir. Bilgisiz insanlar hem kendilerine hem de çevrelerine zarar verirler. Bu gibi insanların oluşturduğu toplumlar dünyadaki gelişmeleri ve yenilikleri izleyemezler. Ekonomik, siyasî ve kültürel bakımdan bağımsızlıklarını kaybederek başka toplumların boyunduruğu altına girerler.
Eğitim, toplumdaki bilgisizliği ortadan kaldırır. Böylece, bilgisizliğin topluma verdiği zararları önler. İnsanların birbirlerine saygılı olmasını sağlar. Eğitime büyük önem veren Atatürk, "Bilgisizlik yok edilmedikçe yerimizdeyiz... Yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor, demektir." sözleriyle öncelikle bilgisizliğin ortadan kaldırılması gerektiğini belirtrniştir.
Atatürk'ün üzerinde önemle durduğu konulardan biri de kadınların eğitimiydi. O, bir ülkenin kalkınabilmesi için kadınların da toplum yaşamında yer almaları gerektiğini düşünüyordu. Bunu gerçekleştirmek için kadınlarla erkeklerin eşit koşullar altında eğitim görmeleri ve okullarda karma eğitim yapılması gerekiyordu. Atatürk, kız ve erkek öğrencilerin aynı sınıfta eğitim görmesi anlamına gelen karma eğitim sistemine çok önem veriyordu. Bu konuda, "Kadın ve erkek bu bilim ve bilgiyi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmak mecburiyetindedir." demiştir (Resim 2.16).
Ulusal varlığımızın, birlik ve beraberliğimizin sürmesinde eğitimin önemi büyüktür. Ulusun çıkarlarını her şeyin üstünde tutma bilinci, eğitim yoluyla kazandırılır. Ulusal kültürün korunması ve geliştirilmesi de eğitimle olur. Atatürk bu konuda, "Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine, ulusal geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir." demiştir. Atatürk, eğitimin ulusal, çağdaş ve lâik olmasını istemiştir. Bu konuda, "Dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden yararlanılmalıdır." demiştir, Atatürk, öğretmenlere yaptığı bir konuşmada, "Yeni nesil, en büyük cumhuriyetçilik dersini bugünkü öğretmenler topluluğundan ve onların ye-"" tiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır!" diyerek onlânn görevini ve okullardaki eğitimin hedefini belirtmiştir.
öğretim birliğinin sağlanması
Osmanlı Devleti'nde eğitim dinsel temellere dayanıyordu. Eğitim, mahalle-' mekteplerinde ve medreselerde veriliyordu. Medreseler, Osmanlı Devleti'nin ku- ^ ruluş ve yükselme dönemlerinde çağının en ileri eğitim kurumlarıydı. 19. yüzyılda, Osmanlı Devleti'nin birçok kurumu gibi medreseler de çağın gerisinde kaldı.
Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde medreselerin yanı sıra Avrupa'daki eğitim kurumlarına benzeyen okullar açıldı. Ülkede, devletin denetimi dışında öğretim yapan azınlık okulları ve yabancı okullar da vardı. Bu eğitim kurumlarının her birinde farklı bilgiler verilmesi, değişik kültür ve düşünceye sahip insanların yetişmesine neden oluyordu. Bu ise ülkede birlik ve beraberliğin sağlanmasını güçleştiriyordu. Çünkü farklı kültürlerde yetişen insanlar arasında ülkü birliği kurulamıyor ve birbirine aykin amaçlara yönelmiş gruplar ortaya çıkıyordu. Bunun sonucunda da devletin bütünlüğünü korumak mümkün olmuyor ve Osmanlı ülkesi parçalanıyordu. Öte yandan ülkedeki Türk okulları arasında da birlik yoktu. Medreseler Şer'iye ve Evkaf Vekâletine, diğer Türk okulları ise Maarif Vekâleti (Eğitim Bakanlığı)ne bağlıydı.
Mustafa Kemal, ulusal birlik ve beraberliğin sağlanmasında, eğitimin rolünün çok büyük olduğuna inanıyordu. Ona göre, öğretimde birlik sağlanmalıydı. Ülke-deki bütün okulların devletin ulusal eğitim politikasına uygun duruma getirilmesi gerekiyordu. Mustafa Kemal bu konuda, "Türk ulusu, evlatlarına vereceği eğitimi, okul ve medrese diye iki ayrı kuruluşa bırakamazdı." demiştir. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için de 3 Mart 1924'te Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası)'nın çıkarılmasını sağladı. Bu yasayla öğretimde birlik sağlandı. Ülkedeki bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. Her yönüyle çağın gerisinde kalmış olan medreseler kapatılarak laik öğretimi esas alan çağdaş eğitim kurumlan açıldı.
Eğitimde tek yol göstericinin bilim olması gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, eğitim ve öğretimde laiklik ilkesine büyük önem vermiştir. Çünkü özgür düşünceli, bilime bağlı insanlar ancak laik eğitimle yetiştirilebilir. Atatürk, laik eğitimi Cumhuriyeti ya§atmak ve yüceltmek için temel koşul olarak görüyordu. O, öğretmenlere seslendiği bir konuşmasında, "Hiç bir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdani hür, irfanı hür nesiller ister." diyerek laik eğitim konusunda öğretmenlerden beklentilerini belirtmiştir.
Atatürk, eğitimde istenilen başarının sağlanması için eğitim sisteminin değişmesi gerektiğine inanmıştı. Bu nedenle öğretim birliğinin öncelikle sağlanması için çaba harcamıştı. Öğretimde birliğin sağlanmasıyla laik bir eğitime de geçilmiş oldu.
Öğretimin yaygınlaştırılması
Eğitim, toplumun her alanda bilgili ve kültürlü olmasını sağlar. İyi bir eğitim alarak yeti§en insanlar, ülkenin kalkınıp gelişmesine bilinçli olarak katılırlar. Eğitim, ulusumuzun ilerlemesinin vazgeçilmez unsurudur (Resim 2.17).
Türk milli eğitiminin amaçlan arasında, eğitimin yaygınlaştırılması da vardır. Atatürk bu konuda, "Milli eğitim ışığının memleketin en derin köşelerine kadar ulaşmasına, yayılmasına özellikle dikkat ediyoruz." demiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlanarak okul yapımına ve öğretmen yetiştirilmesine önem verilmiştir.
Büyük bir eğitimi seferberliği başlatılmış, eğitim ülke genelinde yaygınlaştırılmıştır. Bugün yurdumuzun her yerinde okullar açılmıştır. İlköğretimin zorunlu olması ve sekiz yıla çıkarılmasıyla halkımızın eğitim düzeyinin yükseltilmesi yolunda önemli bir adım daha atılmıştır. Millî eğitim sisteminin gözeteceği esaslar
Türk millî eğitiminin gözeteceği temel esaslar şunlardır:
• Öğretim birliğinin sağlanması,
• Eğitim ve öğretimde disiplinin sağlanması,
• Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve olanak eşitliği sağlanması,
• Eğitim programlarının bilimsel olması, Türk toplumunun gereksinimlerine göre ekonomik, toplumsal ve kültürel kalkınma hedeflerine uygun olarak planlanması,
• Eğitimde düşünce ve hareketin birlikte yürütülmesi,
• Özel eğitime ve korunmaya gereksinimi olan çocukları yetiştirmek için özel önlemlerin alınması,
• Bireylerin, eğitimleri süresince yetenek ve ilgilerine göre yönlendirilmesi,
• Millî eğitim sisteminde lâiklik ilkesinin esas alınması,
• Demokratik bir toplum düzeninin gerçekleştirilmesi ve sürekliliği için demokrasi bilincinin kazandırılması,
• Okul ve aile arasındaki iş birliğinin sağlanması,
• Görevini iyi bilen, yetenekli ve bilgili öğretmenlerin yetiştirilmesi.
Yeni Türk harflerinin kabulü
Ülkemizde cumhuriyetten önce Arap harfleri kullanılıyordu. Arap harfleri, Türk dilinin yapısına uygun değildi. Arap harfleriyle okuma yazma öğrenmek zor olduğundan okuma yazma bilenlerin sayısı çok azdı. Mustafa Kemal, Türk dilinin yapısına en uygun alfabeyi hazırlatmak amacıyla çalışmalar yaptı. Yeni Türk alfabesi hazırlanarak 1 Kasım 1928'de kabul edildi. Yeni alfabenin kabul edilmesiyle birlikte, ülkede büyük bir okuma yazma seferberliği başlatıldı. Böylece okur yazar sayısı hızla arttı. Mustafa Kemal, yeni Türk alfabesini öğretmek için Türk ulusuna başöğretmenlik yaptı (Resim 2.19). Mustafa Kemal, alfabe alanında yaptığı değişikliğin yanı sıra Türk dilini geliştirme yolunda da büyük çabalar gösterdi. Türk diline girmiş olan yabancı sözcük ve deyimlerin Türkçe karşılıklarının kullanılması ve böylece Türkçenin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması için çalıştı. Ayrıca Türkçenin zenginliklerini ortaya çıkarmak amacıyla bilimsel çalışmalar yaptırdı. Dil alanındaki bütün bu çalışmaları yürütmesi için de 1932 yılında Türk Dil Kurumunu kurdurdu.
b. Millî kültür
Bir toplum tarafından yaratılan değerlerin tümü o toplumun millî kültürünü oluşturur. Millî kültürün başlıca öğeleri; dil, gelenek, görenek, inanç, hukuk, ekonomi, teknoloji ve sanatsal yapıtlardır. Millî kültürü oluşturan değerler, tarihte yaşanan deneyim ve birikimlerin sonucunda elde edilmiştir. Bu değerler, tarih boyunca kuşaktan kuşağa aktarılarak bugüne ulaşmıştır. Bu nedenle millî kültür ile millî tarih arasında yakın bir ilişki vardır.
"Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür." diyen Atatürk, millî kültürümüzün öğrenilmesine ve yaygınlaştırılmasına önem vermiştir. Tarihimizin ve kültür değerlerimizin kökenlerinin ortaya çıkarılması ve öğrenilmesi için Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunun kuruluşuna önderlik etmiştir. Bu alandaki çalışmalara öncülük yapmıştır. Atatürk, millî kültürün önemini, "Kültür, bir ulusun bütün tarihî gelişmesini gösteren bir harekettir. Bugün yaşayan uluslar varlıklarını ispat etmek ve sürdürmek için çalışırlar, fakat onların dayanacağı bir esas, kökünü kendinden alacağı bir kültürleri bulunmazsa, temel sağlam olmaz." sözleriyle belirtmiştir.
Atatürk, millî kültürün öğrenilmesi ve yaşatılması kadar, toplumun gereksinimlerine uygun olarak geliştirilmesini de istemiştir. Türk ulusuna, kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma hedefini göstermiştir. Atatürk'ün gösterdiği bu hedefe ulaşmak için dünyadaki bilimsel gelişmeler yakından izlenmelidir.
Uygarlık; bilim, teknik, sanat, ekonomi alanlarında büyük bir gelişme göstermektir. Kültürümüzü geliştirmek için uygar dünyadaki her türlü gelişmeden yararlanılmalıdır. Ancak bunu yaparken taklitçilikten kaçınılmalıdır. Atatürk, bu konuda, "Biz, batı uygarlığını, bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya uygarlık seviyesi içinde benimsiyoruz." demiştir.
Bize düşen görev; millî kültürümüzü öğrenmek, yaşatmak ve geliştirmektir.
5. TOPLUMSAL ALANDA İNKILÂP
Devlet yapısında, hukuk ve eğitim alanında yapılan devrimler, toplumsal yaşayışın düzenlenmesini de gerekli kılmaktaydı. Türk Devrimi'nin amacı, Türk toplumunu çağdaş bir yapıya kavuşturmak ve çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmaktı. Bu amaçla toplumun ilerlemesini engelleyen çağ dışı kurumlar kaldırıldı. Bunların yerini çağdaş kurumlar ve uygulamalar aldı.
Kıyafette değişiklik
Osmanlı Devleti'nde kıyafet birliği yoktu. Değişik uluslar ve dinlerden olan kişiler, kendilerine özgü kıyafetlerini giyiyorlardı. Şehirliler, köylüler ve devlet görevlilerinin kıyafetleri de birbirinden ayrıydı.
Mustafa Kemal, Türk toplumunu dış görünüşüyle de uygar bir toplum durumuna getirmek istiyordu. Bu konuda, "Fikrimiz, zihniyetimiz tepeden tırnağa kadar uygar olacaktır. Uygar ve uluslar arası kıyafet, ulusumuz için lâyık bir kıyafettir, onu giyeceğiz." demiştir. Mustafa Kemal, her konuda olduğu gibi, kıyafet konusunda da ulusuna önderlik yaptı. Yaptığı yurt gezilerinde çağdaş kıyafetler giyiyordu. Kastamonu'ya yaptığı bir gezide, bu konudaki düşüncelerini halka açıkladı ve şapkayı tanıttı (Resim 2.20). Fes yerine şapka giymenin daha uygun olacağını belirtti.
Daha sonra TBMM'de Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun kabul edildi (25 Kasım 1925). Fes, külah ve benzeri kıyafetlerin giyilmesi yasaklandı. Kıyafetteki değişiklik ile Türk halkı çağdaş bir görünüme kavuştu. Giyim kuşamdaki düzensizlikler ortadan kalktı. Toplumdaki birlik ve beraberlik daha da güçlendi.
Takvim, saat ve ölçülerde değişiklik
Osmanlı Devleti'nde hicrî takvim, batılı ülkelerde ise milâdî takvim kullanılıyordu.
Osmanlı Devleti'nde saat, uzunluk ve ağırlık ölçüleri de batı ülkelerinden ayrıydı. Bu durum batılı ülkelerle aramızdaki resmî ve ticarî ilişkileri zorlaştırıyor-du. İlişkilerin düzgün biçimde yürümesi ve gelişmesi için batılı ülkelerle aynı takvim, saat ve ölçülerin kullanılması gerekiyordu. TBMM, 26 Aralık 1925 tarihinde çıkardığı bir yasayla milâdî takvimin kullanılmasını kabul etti. 1 Ocak 1926 tarihinden itibaren de ülkemizde milâdî takvim kullanılmaya başlandı. Aynca güneşin batışına göre ayarlanan alaturka saat yerine uluslar arası saat sistemi kabul edildi.
1931 yılında kabul edilen bir yasayla ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirildi. Okka yerine kilogram, arşın ve endaze yerine metre kullanılmaya başlandı. Böylece ticarî işlemler daha kolay duruma getirilirken, batılı ülkeler ile bu konuda da uyum sağlanmış oldu.
Soyadı Kanunu
Cumhuriyetten önce ülkemizde ailelerin ve kişilerin soyadı yoktu. Kişilerin adlarının yanına, doğum yerleri veya baba adlan ekleniyordu. Hemen her ailenin kendine özgü bir lâkabı vardı. Bu durum günlük yaşamda kişilerin birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerinde çeşitli zorluklara ve karışıklıklara yol açmaktaydı.
TBMM, bu karışıklığa son vermek üzere Soyadı Kanunu'nu kabul etti (21 Haziran 1934). Bu kanuna göre her aile ahlâka uygun ve Türkçe olmak koşuluyla istediği soyadını alabilecekti. TBMM, aldığı bir kararla Mustafa Kemal'e Atatürk soyadını verdi. Türk kadın hakları
îlk Türk devletlerindeki toplumsal yaşam kadınların ve erkeklerin eşitliğine dayanıyordu. Tek kadınla evlilik esastı. Ailede kadın da erkek kadar sorumluluk yüklenir, ev ve eşya eşlerin ortak malı sayılırdı. Kadınlar, çocuklar üzerinde erkeklerle eşit haklara sahipti, devlet işlerinde de görev alabilirlerdi. Hakanın eşi olan hatun kurultaylara katılır, elçi kabul törenlerinde bulunurdu.
Osmanlı Devleti zamanında kadınlar evlenme, boşanma, miras edinme gibi haklardan yoksun kaldılar.
Cumhuriyet yönetimiyle birlikte Türk kadını, pek çok hakka sahip oldu. Türk Medenî Kanunu'nun kabulü ile Türk kadını, toplumsal ve ekonomik yaşamda erkekle eşit haklara kavuştu. Ancak demokrasinin tam anlamıyla uygulanması için kadınların siyasal haklara da kavuşması gerekiyordu. Türk kadını Kurtuluş Sava-şı'nda üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirmişti. Cepheye mermi taşımış, gerektiğinde silâha sarılarak yurdu için canını vermişti. Artık Türk kadını, devlet yönetiminde de söz sahibi olmalıydı. Bu gerçekleri dikkate alan Atatürk, Türk kadınının siyasal haklara kavuşması için büyük çaba gösterdi. İlk olarak 1930'da çıkarılan bir yasayla kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanındı. 1933 yılında muhtarlık seçimlerine katılma hakkını elde eden Türk kadınları, 1934 yılında milletvekili seçme ve seçilme hakkına kavuştular (Resim 2.21). Türk kadınları, Atatürk'ün önderliğinde kazandıkları bu haklan birçok Avrupa ülkesinden daha önce elde ettiler.
"Türkiye Cumhuriyeti'nde kadın, bütün tarihinde olduğu gibi bugün de en saygın yerde, her şeyin üstünde, yüksek ve şerefli bir varlıktır." diyen Atatürk, kadınlarımıza şu hedefi göstermiştir: "Kadınlarımız erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, olgun, daha fazla bilgili olmak zorundadırlar."
Günümüzde, Türk kadınları, gelişmiş ülkelerdeki kadınlarla aynı haklara sahiptirler. Sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda önemli görevler üstlenmişlerdir. Üstlendikleri görevleri başarıyla yerine getirmektedirler.
6. EKONOMİK ALANDA İNKILÂP
Osmanlı Devleti, 19. yüzyılda ekonomik yönden iyice zayıfladı. Avrupa devletleri ise bilim ve teknolojik gelişmelerden yararlanarak ekonomik yönden güçlendiler. Ancak Osmanlı Devleti bu gelişmelere ayak uyduramadı. Sanayilerini ge-- liştiren Avrupa ülkeleri, ürettikleri mallan Osmanlı pazarlarında satmaya başladılar. Birçok Avrupa devletinin sahip olduğu ticarî ayrıcalıklar nedeniyle (kapitülâsyonlar) Osmanlı sanayi ürünleri Avrupa mallarıyla rekabet edemedi. Çünkü modern fabrikalarda üretilen ürünler, bu ülkelerin kullandıkları ticarî ayrıcalıklar dolayısıyla Osmanlı pazarlarında daha düşük fiyatlarla satılabiliyordu. Ayrıca yıllarca süren savaşlar ülkeyi ekonomik yönden çökertmişti. Bütün bunlara ek olarak dış borçlar nedeniyle ülke ekonomisi iyice dışa bağımlı bir durumdaydı.
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, ülkenin ekonomik alanda hızla ilerlemesi gerekiyordu. Bu durumu her fırsatta dile getiren Atatürk, İzmir İktisat Kongresi'ni topladı (17 Şubat 1923). Kongrede, ekonomik etkinlikleri özendirici önlemler alınması gerektiği kararlaştırıldı. Aynca ekonomik kalkınmamızın kendi öz kaynaklanınız ile sağlanması ilkesi benimsendi. Böylece ulusal ekonominin temelleri atılmış oldu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulamaya konulan ulusal ekonomi ilkesi ile; ta-nm, ticaret, endüstri ve bayındırlık alanında önemli gelişmeler sağlandı. Tarım alanında çiftçilerden alınan aşar vergisi kaldırıldı (1925). Ziraat Bankasından çiftçilere krediler verildi. Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu. Tohum ve hayvan türlerini iyileştirme çalışmaları yapıldı. Tanm, çağdaş tarım araçlarıyla yapılmaya başlandı (Resim 222).
Ticaretle uğraşanlara, yeni kurulan Türk bankalarından krediler verildi. Yabancıların kurdukları ticarî işletmeler satın alındı. 1926 yılında çıkarılan Kabotaj Kanunu ile denizlerimizdeki gemi işletme hakkı yurttaşlarımıza verildi.
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, ülkemizde sanayi yok denecek düzeydeydi. Sanayimizin gelişmesine engel olan kapitülâsyonlar, Lozan Banş Antlaşması ile kaldırıldı.
Sanayinin gelişmesi için yeni fabrikalar kuruldu (Resim 2.23). Devlet tarafından özel sektöre destek verildi. Bu amaçla Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarıldı. Ekonomik kalkınma programı uygulandı. Karabük'te bir demir-çelik fabrikası açıldı. Yer altı kaynaklarının araştırılıp bulunması için Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü kuruldu.
Ulaşım hizmetlerine önem verildi. Yabancıların elindeki demir yollan satın alındı. Yeni yollar, köprüler, tüneller, limanlar, hava alanları yapıldı. Savaşlarda yakılıp yıkılan şehirlerimiz, kasabalarımız yeniden yapılandırılarak çağdaşlaştırıldı.
 
Öys De ÇikmiŞ Tarİh Sorulari Var Miii

:goz: MERABA BENİM ACİLEN ÖYS DE ÇIKMIŞ TARİH SORULARINA İHTİYACIM VAR YARDIMCI OLURSAN ÇOOOOKKKK SEVİNİRİM YAA GRŞ.
 
slm benim dönem ödevi için hasan sabbah ve haşhaşilik hareketiyle ilgili geniş biligye ihtiyacım var elinde varsa koyabilir misin buraya ? şimdiden teşekkürler
 
ya banada çanakkaleyle ilgili önsöz lazım bulursanız çok sevinicemmm
 
bana acilen cumhuriyetin ilanı ile ilgili ödev lazım yardım edersen çok iyi olur yardımları için sağol
 
Geri
Üst